
Çok uzun zamandır kimseyle iletişim kurmuyor, sokağa çıkmıyor, ev işi yapmıyordu.
Salonda hep aynı yere oturuyor, saat altıda bira şişelerini önüne dizip belki iki belki üç saat aynı noktaya bakıyordu
Günde sekiz ilaç alıyordu ve ben donukluğunun ilaçlardan mı yoksa ruh sağlığının bozukluğundan mı olduğunu anlayamıyordum.
Keyfi iyiyse yürüyüşe çıkıyor ve biran önce eve dönmek istiyordu.
Sürekli bir çözüm arıyordum onun bir meşgalesi olması için; bazen çiçekleri sulamasını bazen makarna yapmasını istiyordum. Bir kere yapıyor ve bir daha ben söylemeden hiçbir şey yapmıyordu
Günde on dört saat uyuyordu. bir keresinde özellikle uyuduğunu bir tek uyurken içinin huzurlu olduğunu söylemişti.
Arkadaşlarımla tanıştırmak istiyordum, ona iyi geleceğini bildiğim, ancak merhaba , hoş geldiniz deyip yine salona geçiyordu.
Sürekli düşünüyordum; onu ne mutlu edebilir diye. Puzzle aldım yapmadı, bulmaca çözelim dedim istemiyorum dedi, mizah dergileri aldım okumak istemedi. Sadece yemek yiyor, uyuyor ve içki içiyordu, Spora başla diyordum, hayır diyordu, dışarı cıkıp içki içelim diyordum, hayır diyordu.
Doktorun söylediklerine inanmıyordum. Anne karnında bile başlamış olabilir, bunu bilemiyoruz demişti. Bütün ilaçları denememize rağmen hiçbir etkisi olmadı maalesef, demişti.
Aklıma gelen her şeyi deniyordum, sonra da ona yardımcı olamadığımı düşünüp sürekli kendimi suçluyordum, Gerçek olan şu ki, bildiğim halde bunu kabul etmek istemiyordum.
Çocukluğunda ele avuca sığmayan bir yaramazdı oysa ki,,,
Piyanoyu ve electro gitarı kendi kendine öğrenmişti, hatta arkadaşlarıyla beraber bir albüm bile çıkarmışlardı.
Annem sürekli bu çocuk iyileşmeyecek mi diye sordukça her seferinde umut verecek bir şey söylemeye çalışıyordum.
Askerden geldikten sonra tamamen farklı biri olmuştu.
O yerinde duramayan, beni dakikalarca güldüren kişiden eser kalmamıştı.
yerinden kıpırdamadığı zamanlar onun en sevdiği tatlıdan sipariş veriyordum belki biraz mutlu olur diye.
ne yedireceğimi ne içireceğimi bilmiyordum. onu rahatlatan tek bir şey vardı; içmek.
Göğsümde beş yıl önce oturan bir sıkıntı var ve ne yapsam geçmiyor diyordu.
Para veriyordum, benim parayla yapmak istediğim bir şey yok, sende dursun, diyordu...
Kış geldi. haberler bu kış çok kar yağacağını bildiriyordu. Dikkatle dinlediğini farkettim; televizyon bile seyretmezdi oysa ki.
Bu gece sabaha karşı kuvvetli bir kar yağışı geleceğini söyledi hava durumunu sunan tatlı spiker.
Ve, uzun zaman sonra ilk kez bir şey istedi benden.
"Abla, kar yağarsa saat kaç olursa olsun beni kaldırır mısın...
O gece uyumamak için kaç kahve içtiğimi hatırlamıyorum. Gözüm dışarıdaydı, sokak lambasının altına bakıyordum. Önce minik minik atıştıran kar, sabahın beşine doğru iyice hızlandı ve anında bembeyaz oldu her yer.
Odanın kapısını çaldım,
uykulu bir sesle;efendim dedi,
Kar başladı , kalk istersen dedim...
Pandeminin ilk günleri... yeni bir eve taşınalı bir hafta olmuş. Eşyalar ortada. Eve alınacak bir sürü eşya var, ama alamıyorum tabii. Balkona çıkıyorum. Taşındığımdan beri yaşlı bir amca saatlerce balkonda oturuyor. Bu dönemden en çok yaşlıların etkilendiğini bilip ona karşı merhamet besliyorum, hatta acıyorum.
Yeşil eski bir tişörtle sabah akşam sabit bir şekilde oturuyor, yola bakıyor. Ben de sıkıntıdan balkona çıkıp içeri giriyorum habire. Arada bir genç bir çocuk çıkıyor yanına. o da hep beyaz atletli. uzaktan o çocuğun asosyal ve biraz da iletişim sorunu olduğunu düşünüyorum. Büyük ihtimalle işsiz o da içeri giriyor çıkıyor benim gibi. aradan bir iki ay geçtikten sonra balkona çıktığımda yaşlı amcama başımla selam vermeye başladım. o da çok mutlu oldu (öyle hissediyorum) .Başımla verdiğim mesafeli selamlar bir süre sonra el sallamaya evrildi. Ben el sallamayı çok severim insanlara. çocuk gibi... mutlu mutlu... amcayı gördükçe uzaktan uzağa iyice samimi olduk. sonra o iletişim sorunlu, atletli çocuk da çıktı balkona. ikisi de bana bakıyorlardı, çocuğa da el salladım o da başıyla onayladı.
Daha sonra amcama el hareketleriyle nasılsın iyi misin demeye başladım. ilişkimiz gitgide güçleniyordu. Ben zavallı, yalnız, pandemide can sıkıntısından ölecek bu adama karşı bu benim sorumluluğummuş buna mecburmuşum diye düşünüyordum. Niyeyse...
Bir gün acaba onu daha fazla nasıl mutlu edebilirim diye düşünürken balkondaki çiçeklerimden birinin çiçek açtığını fark ettim. koca saksıyı kaldırıp amcaya gösterdim. bak çiçek açmış demek istedim, anladı o da. o da onunkileri işaret etti . adamın balkonu bildiğin sera.
Bu adamın karısı yok muydu acaba? Muhtemelen ölmüştü. Kendi yemeğini iki büklüm haliyle kendi yapmaya çalışıyor, eski ve karanlık evinde televizyon seyrederek vakit öldürüyor, yapacak bir şeyi olmadığı için erkenden yatıyordu. Yalnız o çocuğun oğlu olması için adam fazla yaşlıydı; ,belki de torunuydu . o çocuğun annesi ve babası da babaannesiyle birlikte kazada ölmüştü. Maddi durumu yetersiz olduğu için dedesinin yanına sığınmıştı. başka arkadaşı yoktu. akşama kadar can sıkıntısından dedesiyle oturmak zorunda kalıyordu.
sevgilisi de yoktu onun muhtemelen. Sevgilisi olması için ortamlara akması gerekiyordu. Salgın döneminde mümkün olmadığı için arkadaş bulma sitelerine giriyordu. oradan da bir şey çıkmayınca yine dedesine sarıyordu. aslında bir müzik aleti filan çalsa can sıkıntısı geçerdi. ama pek öyle bir kabiliyeti yok gibiydi.
Bense kah sigara kahve içiyor, kah kitap okuyor, kah güneşleniyordum. aramızda bir cadde vardı ve karşılıklı konuşmamız imkansızdı, el kol hareketleri de bir yere kadardı.
Ben o dönemde evin içinde yer silerken ayağımı kırdım. Alçıya alındı ayağım eve geldim. sürüklene sürüklene balkona çıktım. Can sıkıntıma bir de alçılı ayak eklenmişti. Koltuk değneklerimle balkona çıktım . o yine sabit yerinde oturuyordu. Beni fark etti hemen. Ne oldu, dedi, eliyle. yine ben el işaretimle düştüm, dedim. Şimdi aramızda derin bir bağ oluşmuştu. O beni merak edecek, ben de kendimi acındırarak bacağımı sürüye sürüye yalnız ve düşmüş bir kadını oynayacaktım.
Sonra o asosyal çocuğa beni işaret etti. o da aaaa yapıp eliyle geçmiş olsun, dedi.
İyiden iyiye hayatlarına girmiştim. can sıkıntılarını almıştım. Pandemi döneminin bir kısmını bu yeni sakar komşularını takip ederek daha kolay atlatmaya başlamışlardı.
Bir gün rakı içiyorum , uzaktan şerefe afiyet olsun dedi, başımı eyvallah şeklinde salladım.
Bir gün yaşlı bir kadın gördüm balkonda , çiçeklere baktı üstünkörü bir şeyler konuştular adamla. Aaa demek bir karısı vardı, ya da kız kardeşi ne bileyim. Bunca zaman bodruma mı kilitlemişti kadını. Gün ışığına çıkarmamıştı.
Bir gün hepsi beraber oturuyorlar, canları çok sıkılmış şekilde. Kadın benim olduğum tarafa baktı, ben de onlara bakıyordum o sırada. Gülümsedim.Ama kadın uzaktan anladı mı anlamadı mı, bence anlamadığı için bir tepki vermedi. Onu da eğlendirmem oyalamam lazımdı. Kadın ilgilenmiyordu benimle ama. muhtemelen alzemier filandı.
Aradan üç ay geçti sanırım Alelacele markete gidiyorum .ağzımda 3 maske. Bir baktım apartmanın ın önünde bu amca ve asosyal çocuğu. Onlar beni fark etmedi. dur bir konuşayım adam mutlu olsun, hatırını sorayım , iki çift laf edeyim dedim. vaktim de nasıl kısıtlı bu arada.
meraaabbba dedim. ben bu apartmandaki komşunuz .
Oooo merhaba dedi. asosyal çocuk da başıyla sessizce merhaba dedi ya da demedi , pek duyamadım.
Siz de hiç çıkmıyorsunuz dışarı ilk kez mi çıktınız dedim. Dışarıya çıktığı için de çok mutlu olmuştum. Adam hava alsın, uzaktan da olsa topluma karışsın diye.
Adam ağzımın içine kadar giriyor, ben virüs geçmesin diye sürekle geri adım atıyorum,
Adam maskeyi çıkardı. Ahhaaa. virüüsss
Napıyosun nasılsın dedi. O adamın sesinin böyle olacağını tahmin etmezdim. Zar zor konuşan kısık sesli bir adam sanmıştım. Yüzü de yakından farklıydı.
- yeni taşındınız siz galiba dedi, evet dedim.
Her şey bu llk cümleyle başladı ....
DEVAMI GELECEK....
BİR ÇAM AĞACI HİKAYESİ
Yeni evin terası çok çıplaktı. Salgın bitsin, bir düzenleme yaparım, diye düşünüyordum.
Bir gün semtimden biraz uzak bir yerde sağlık ocağının önünde beklerken bir kamyon dolusu çam ağacı gördüm. Adam 70 TL diye diye gidiyordu. Gözüm orada kaldı. Alsam mı, ulan çok da güzel, benim terasa şahane olur. Fiyatı çok uygun geldi. Bu saksılarda olanlardan, epey uzun bir şey. Adama eve bırakabilir misiniz iki tane alsam, dedim. Yok abla, orası uzak, olmaz dedi.. Bu çamları bırakıp gidemezdim. Almalıydım, yoksa kendi kendimi yerdim eve gidince, biliyorum kendimi...
Kamyondaki çocuk kucakladığı gibi önüme koydu çamı, parasını verdim, şahaneydi...Nasıl taşıyacağımı düşünmeye başladım. Çünkü önce karar verip, sonra düşünen insanlardanım. Ağaç önümde, ben sağlık ocağının önündeki bankta oturup bakışıyorum kendisiyle. Minibüse bineyim en iyisi, dedim. Gerçi o kadar da çok korkuyorum ki toplu taşımaya binmeye. Aman, çam ağacına sarılırım, virüs mirüs gelmez, diyorum.
Şimdi bunu minibüs yoluna kadar taşımak var. İki dakika sürer. Saksısını yerinden kaldırayım dedim. Aman, ya rabbim, yetmiş kilo var, aha boku yedim, aldım mı başıma derdi.
İki tane Türkmenistan"lı çocuk gördüm. Kardeşlerim şunu minibüs yoluna kadar taşır mısınız, dedim. Çocuklar, tabi abla, deyip sürüklemeye başladılar. Bahşiş olarak 10 TL verdim.
Çamın bedeli 80 TL
Minibüse işaret ettim, bunu ve beni alır mısınız dedim , gel abla dedi. genç bir çocuk ağacı çıkartmama yardım etti.
Ben yavaşça önüme doğru koydum çam ağacını. Bir yeri göremiyorum. Bir baktım bindiğim yerden oturduğum koltuğa kadar nasıl çamur akıyor .Aman Allah"ım! minibüs şimdiden battı. Şoförle göz göze geldik. Kusura bakmayın, altı akıyormuş , dedim. Minibüsten resmen bir çamur deryası akıyor.
Binen yolcuları her seferinde uyarıyorum. Burada çamur var, atlayarak geçin diye. Şoförle aynadan göz göze geliyoruz, utancımdan gebereceğim.
Adam cık cık yapıp duruyor, çamur aktıkça akıyor. Peçeteyle siliyorum, ama olacak gibi değil.
Aldım mı başıma belayı.
Adama 25 tl uzatıyorum, Kusura bakma, çok özür dilerim, bununla yıkatırsın arabayı diyorum. Abla istemez, diyor şoför ters bir suratla. Arabayı bok ettin, başıma iş açtın der gibi. Zar zor veriyorum parayı. Ama adamın aklı arabasında. Allah'ın cezası çocuk, yeni sulamış , altı da delik, aktıkça akıyor.
Çamın bedeli 105 TL
Şimdi bunu indirmesi var şimdi arabadan. Kardeşime telefon ettim. ben ve çam ağacı yoldayız, bizi karşıla diye. Çocuk da inmiş caddeye , beni bekliyor. Minibüs durdu, arkamdan çamurlarla beraber indik. (cam ağacım ve ben)
Kardeşim yüklendi , abla sen bunu niye aldın, nasıl getirdin, nasıl çıkaracağız şimdi. Dur dedim, apartmanın önüne kadar birinden yardım isteyelim. Ama etrafta kimse yoktu. Sürükleye sürükleye getirelim dedim. oradan asansöre bineriz . Çamı sürüklemeye başladık. Ben nefes nefese, belim kolum her yerim acıyor. Apartman kapısının önünden yeni yıkanmış taşların üzerine çamurları sere sere gittik.
Parça parça çamurlar arkamızdan geliyordu. Asansöre gittiğimiz nokta da çamurdan nasibini almıştı.
Asansöre bindik, asansörü de bok ettik.
Neyse asansörden çıkarttık. ancak bir üst kata asansör yok. Merdivenler dar. Buraya kadar geldik, taşırız evelallah , dedim. İki tane bez parçası bulduk, saksının kenarı ellerimi kesmişti çünkü. Kardeşim önden ben arkadan tutarak yetmiş kiloluk çamı beş basamak çıkardık. Tansiyonum çıktı, ya da düştü emin değilim; başım dönmeye başlamıştı.
Biraz soluklandıktan sonra, ha gayret sekiz basamak kaldı, dedim kardeşime. Tekrar kaldırmaya başladık, Ancak kardeşimden agghhh, diye bir ses geldi. Belini tutuyordu. Abla dur, belime bir şey oldu, dedi. Salak kafam, çocukta bel fıtığı vardı, nasıl da unutmuşum. Ah, dedim, gitti çocuk. Çam ağacını beşinci basamakta bırakıp aceleyle eve girdik. Çocuk iki büklüm, ağrıdan düz duramıyor, yamuldu.
Doktora gidelim dedim, yok geçer belki dedi. Uzandı ama kıvrılmaya devam ediyor. Umutlarım gitgide tükeniyordu , Ne halt etmiştim de almıştım ben bu ağacı,
Sen biraz dinlen, ben aşağılardan birini bulup, yukarı taşıtayım, dedim. Aşağıya indim. marketin önünde iki Suriye"li cocuk var .Çağırdım onları, durumu anlattım, hemen geldiler peşimden . Çocuklar apartmanın önünden, asansöre geçerken, abla buraları batmış, dedi .He, gördüm dedim.
Çocuklar hevesli hevesli çam ağacının bulunduğu olay yerine geldiler. tutular ağacı, abla bu nasıl ağır, buraya kim çıkardı bunu, dediler. Neyse çocuklar son basamakları geçip üst kapıyı ulaştılar ve ağacı terasa koymayı başardılar. Evin içi battı. çocuklara verdim 20 TL
Çamın bedeli 125 TL
Cam ağacının bedeli dakika dakika katlanarak artıyordu. Ama çok da güzel olmuştu, be!
Kardeşimin yanına döndüm. Ağrı kesici içmiş,.Nasıl, ağrın var mı hala, diyorum, biraz iyi, diyor ama durumun iyi olmadığı her halinden belli. Sakın annemlere bu durumdan bahsetme, beni mahvederler diyorum. Biraz sonra telefon çalıyor, arayan annem. Nasılsınız, birden sizi göresim geldi, çok özledim diyor. Herkes iyi mi, .İyi anneciğim, iyi diyorum Kardeşimi istiyor , sesini duyayım diye. Sakın belli etme diye işaret ediyorum. Çocuk kendini sıka sıka konuşup, hemen kapatıyor. Beş dakikaya kalmadan ablam arıyor, İyi misiniz, diyor. İyiyiz diyorum. Annem sizinle konuşmuş da Mehmet'in sesini beğenmemiş, bir sorunları mı var acaba diye beni aradı da. Ona da her şeyin yolunda olduğunu söylüyoruz. Kardeşime, istersen hastaneye gidelim, diyorum. Yok, sabaha geçer diyor. Sabahı heyecanla bekliyorum. kalkar kalkmaz kardeşimin yanına gidip, nasıl oldu belin, diyorum. İyi gibi diyor. Doğruluyor. Tekrar bir "ahh" sesi. Amanın, doğru hastaneye, bu böyle geçmeyecek. Bir taksiye atlayıp hastane gidiyoruz.Taksi parası 25 tl tutuyor.
Çamın bedeli 150 TL
Neyse ki doktor müsait, muayene kontroller ilaçlar röntgen filan derken 550 tl verip çıkıyoruz.
Camın bedeli 700 Tl.
Eve geliyoruz, dışarıdan koskoca çam ağacım çok heybetli gözüküyor. O iyi, ama bizde durum kötü. Kremleri jelleri sürüyoruz, ama hiçbir gelişme yok çocukta.
Bu arada teras da çamurlandı. Üst katı hala silemedim koşturmaktan. Durumu annemlere anlatalım diyor, kardeşim, yalan söylemeye gerek yok. Ben boş ver filan diyorum, başıma gelecekleri biliyorum çünkü. Annem telefon ediyor ve kardeşim durumu açıklıyor. Birazdan olaylar gelişecek. Telefon kapandıktan beş dakika sonra önce büyük ablam arıyor, ne yaptın sen, çam ağacı aklına nereden geldi. O çocuğun belinin sakat olduğunu bilmiyor musun, bu salgında senin çam ağacı sevdan nereden çıktı, diye söyleniyor da söyleniyor.
O kapatıyor , öbür kardeşim arıyor. N"aptın sen, senin pandemi zamanı ağaçla ne işin var, nasıl minibüse bindin, virüs taşıdın, o çocuğun günahı ne, diye o da fırçayı attıktan sonra kendimi son derece kötü hissederek koltuğuma yığılıyorum.
Birazdan yeğenimden." Betty, Mehmet'in belini kırmışsın, tebrik ederim" diye bir mesaj geliyor,
Yuh artık. Ablam telefonda fırça attığı yetmemiş olacak ki, tekrar bir mesaj atıp "sen etrafındakilere zarar veriyorsun. Yine kafana taktığın için sonunu düşünmeden istediğini yapmışsın, diye bir can yakıcı mesajla ben ağlamaya başlıyorum. Kardeşim , ağlama abla, sen bunu bilerek yapmadın ya diyor. Kardeşim bir hafta yataktan kalkmakta zorlanıyor.
Sık sık telefonlar geliyor bana, sık sık azarlanıyorum.
Terasa çıkıp çam ağacını suluyorum, ama altındaki kabı olmadığı için bütün balkon çamur oluyor. Evet, bunun altına büyükçe boy bir tabak almalı, deyip yola koyuluyorum. Korka korka bir milyonculara soruyorum, bir tane buluyorum. 25 TL
Çam ağacının bedeli 725 TL
Çam ağacını iki büklüm kaldırarak altına koyuyorum. O ne, uymadı. Küçük geldi. Dur bakayım, altına çöp poşeti koyayım bari deyip iki büklüm ucundan kaldırıp ,poşeti geç i rir keeennn, paat, kayıyorum, sağ ayağım küttt diye betona çarpıyor. Ben bir çığlık, kardeşim aşağıdan belini tuta tuta geliyor. Abla ne oldu, yok bir şey, düştüm, diyorum. Acıdan gözlerimden yaş geliyor. Ayağım anında şişiyor ve mosmor oluyor.
Buz filan koyuyorum, geçer şimdi diyerek. o ne? ayak gitgide büyük bir zevkle büyüyor, şişiyor. Aha, sıçtık, bir bu eksikti.
Kardeşim odasına çekilmişti, kapısı da kapalıydı. şimdi uyandırsam ne diyeceğim, çocuk kendini zor taşıyor. Ağrı dayanılacak gibi değil. Ah of diye diye üzerimde ev kıyafetiyle resmen emekleyerek asansöre biniyorum. Emekleyerek çıkıyorum, çünkü üzerine basacak durumda değil.
Neyse evin önünden taksi geçiyor ben tutuna tutuna taksiye binip, acil Yeditepe"ye diyorum. Arabada acıdan gözlerim kararıyor, inliyorum, bayılacağım herhalde acıdan diyorum.
Taksiye 25 TL ödüyorum.
Camın bedeli 750 TL
Acilin önünde iniyorum hemen sedyeyle götürüyorlar. Doktor muayene ediyor. Orada tansiyonum düşüyor, hemşire gelip yatırıyor, tansiyonumu ölçüyor. Normaldir, acıdan yükselmiş diyor. Ben düştü sanırım böyle durumlarda.
Neyse, hemen röntgen merkezine, ama ben bitip tükeniyorum acıdan. Eee, kırılmış ayağım tabii .Ağrı kesici iğne yapıyorlar, alçıya alıyorlar, elime de bir değnek verip gönderiyorlar. Göndermiyorlar tabii, 350 tl alıp, öyle gönderiyorlar.
Çamın bedeli 1100 TL
Eve giriyorum seke seke, kardeşim belini tutarak evde geziniyor. Bana bakıyor Aaaah diye bir ses çıkarıyor. bir saat önce iki ayağı da sağlam olan beni, tek ayak alçı içinde görünce korkuyor çocuk.
Ay, abla , yaaa diyor,
Annem o gün tekrar arıyor, ayağımı kırdığımı söylüyorum. Kadın yanıma da gelemiyor. Tekrar telefonlar kardeşlerimden, yeğenimden, kendime dikkat etmediğim için bir sürü azar...
Çam ağacı şu anda terasta. Kurudu, sarardı. Altına hala tabak bulamadığımız için naylon sarılı duruyor.
Her gelen" atın şu çamı, solmuş" diyor. Her gelen " niye atmıyorsunuz, böyle poşetle çok çirkin duruyor" diyor
Atacağım o baş belası çamı da, şimdi onu nasıl aşağıya indireceğimi düşünüyorum. Yok yok, kesin indirmeyeceğim, kendi kaderine bırakacağım.
Ucuz diye 70 TL ye aldığım sevgili çam ağacımın bedeli bana 1100 TL ye mal oluyor .Psikolojik boyutunu hiç eklemiyorum.
Aaaa, unuttum, ayrıca çam ağacındaki saksıdan sanıyorum, evin üst katını karıncalar bastı. Ama uğraşamayacağım artık.
NOT, Nasıl da özlemişim yazmayı.
VEE WHATSUPP'ÇILAR gelsin.
Whatsupp çı türlerini yazmadan önce başka bir şey;
Yediklerimizi paylaşmak için yemeğe gidiyoruz, mekanları göstermek için barlara, kulüplere gidiyoruz, Gezdiğimiz yerlerin ne kadar da hoş olduğunu göstermek
için seyahat ediyoruz. Ben ne kaaa çok kitap okuyorum demek için yanına bir kahve bir çiçek bir iki lokum serpiştirip azıcık da arka fondaki
kitaplığımızı göstererek , varsa bir iki tütsü, ilginç bir vazo ve masa örtüsünü değiştirip
en güzelini sererek bir ayine hazırlar gibi hazırlıyoruz o kitap fotosunu. E tabi fotoğrafı öyle yalnız başına bırakmak olmaz.Şiir ve roman sayfalarını saatlerce karıştırıp en cafcaflı en alıcı cümleyi bulmaya çalısıyoruz. Ben Ahmet Hamdi Tanpınar"ı, Orhan Pamuk"u, Tolstoy"u, Paula Cohelco"yu okuyorum; yaaaa..
En güzel benim yüzüm olsun diye profesyonel makyaj yaptırmaya gidiyor, fön
çektiriyor, takma kirpik taktırıp elaleme güzel gözükmeye çalışıyoruz. Gerçekten ciddi bir çaba sarf ediyoruz.
Konsere gittim , benim müzik anlayışım da
çok farklıdır ve benim hayatım müziktir aslında demek için konserlere gidiyoruz
belki adını sanını duymadığımız gruplara. Artık o aralar hangi grup popülerse.
Tiyatroyla hiçbir ilgisi olmayan sevmeyen insanlar olarak
Grupanya'lardan ucuz bilet bulup, gitmiş olmak için gidiyor, belki oyunun başında
uyuklamaya başlıyoruz. Ama oyun başlamadan önce kırmızı koltuklarda selfiler
çektirip hızlı hızlı instagram'a da yüklüyoruz. Oyunu gizli gizli çekiyor, aralarda
içtiğimiz kahveleri koyup, Ay, ikinci
perde daha da komikmiş, diyerek bir foto da orada çektirip, atıyoruz.
Deniz kenarında olduğumuzu belirtmek için ayakları pedikür
yaptırıp pahalı bir terlik alıyoruz pedikürün bozulmasına maazallah izin
vermeden, denizin tuzunu tatmadan instagram"a atıyoruz.
Şarabımızın fotosunu yükleyeceksek güzel yüzükler takıp en
afili renkli ojelerle yaptırdığımız manikürümüz bozulmadan instagrama yetişmeye
çalışıyoruz.
Evet , hep çok hoş çok gezen çok okuyan çok bileniz.
Ben de çok sinir
oluyorum pek çok kişi gibi, pöf öf yine herkes çok güzel çok mutlu deyip
kapatıyorum instagramı.
Ancak farklı bir taraftan bakınca, yaa boş ver kızım, bak
insanlar bu vesileyle kitap alıyor, hepsini okumasa da bir iki sayfasını
okuyor. Tiyatroda uyuklasa da az biraz sahne tozu üzerine fırlıyor, manikür
pedikürle kendini mutlu hissediyor, bakımsız kalmıyor. Saçlarına fön çektirip
mutlu oluyor. Bu vesiyle konsere gidip müzik zevkini tadıyor, tatile çıkıyor,
bir iki güneşlenip, bir iki kulaç atıp spor yapmış, D vitamini almış oluyor. Şeytan girmiş
odasını temizliyor, topluyor .Bunun nesi
kötü ki?
Öyle değil mi?
Şimdi bugünün asıl konusuna whatsupp'çılara gelelim.
1-
En son
online olduğu saati gizleyenler; Merak edersiniz, derin araştırmalara
girersiniz ama nafile. O kısımda büyük bir boşlukla karşılaşırsınız, Ne zaman
girdi ne zaman online oldu geberseniz de bilemezsiniz(en azından ben bilmiyorum
belki bunu da öğrenmenin bir yolu vardır )
Bu tipler genelde sevgilisi-eşi olup gizli
işler çeviren ama asla açık vermek istemeyen
tiplerdir. Sevgilisine 10da yattım canım, annem girmiş bir akrabaya mesaj
atmış, vallahi haberim yok.Ben o saatte götümdeki pireleri kovmakla meşguldüm.Hem kimle konuşabilirim ki ben o saatte" savunmasına gerek kalmadan işini sağlama alanlardır. Ohhh! her şey rahat, güzel güzel fingirdeyeyim diyen tiplerdir. Öğrenci-müzisyen-ya da
aradığı işi bulamayan, uzun süredir Cv yollayan tiplerdir.
2-
Her
türlü whatsupp grubuna itiraz etmeden girenler;
Sevilmeyen kuzenler, aralarında bir tanesini bile net olarak hatırlamadığı lise arkadaşları,İSMEK, Halk Eğitim kurslarında tanıştığı ev hanımlarıyla sosyalleşmek uğruna
açılan gruplardır. Bu insan türleri her türlü grup davetine "okey, ekle canım beni de" derler. Aman ağzımızın tadı kaçmasın,
ne olur eklesinler işte, mutlu olsunlar, çıkıntılık yapmayayım diyen politik tiplerdir. "Mutlu günler" "güzel bir haftanız olsun" diye pozitif gözükmeye çalışan grup
üyelerine kalp ya da gül göndererek ben de sizdenim diyencilerdir. Fazla
paylaşım yapmazlar, aksi bir yorumda bulunmazlar. He he derler her şeye. Bunlar
en çok korktuğum, sinsi bulduğum ve
gidip döveceğim tiplerdir. Zerre kadar güvenmem onlara. Neyi kaybetmekten korkuyorsun, ne bu uyumlu olayım sevdası.
3-
Olur
olmaz durumlarda mesaj atanlar; Bunlar reel hayatta lider olmak
isteyip, bir türlü becerememiş
kişilerdir. Parti yöneticisi olamadım bari burada grupta organizasyoncu olayım diye sürekli bir etkinlik habercisi
olmaya çalısan tiplerdir, Arkadaşşşllaaar, diye başlarlar cümlelerine.
Moda”da çok güzel bir kafe gördüm, güneşin batışını
seyreder , şarap içer, sohbet ederiz;bu akşam gidiyoruuuuzz” diye mesajlar gönderirler, Çoğu zaman bu
davetleri “ay canım, ne güzel olurdu, ama bu akşam kuaföre randevum var. Ayy,
ne güzel dedin kuşum ama bizim kız ateşlenmiş inşallah başka bir akşam,
Ayy, vallahi uzun zamandır da
görüşememiştik , çok da özlemiştim sizi ama benim kocamın doğum günü bugün, gidersem kıyamet kopar, Boşanma sebebim olmak istemezsiniz di miii diye üzgün yüz emojisi gönderenler karşısında derin bir hüzne boğulurlar ama yorulmaz, yılmaz pes etmez ve aklına gelen her konuda mesaj atmaya devam ederler. Genelde arkadaşlık kurma konusunda yeteneksiz plaza çalışanları, finansçı ve serbest meslek erbabları olurlar
4-
Her türlü
mesajı okuyan ama cevap yazmayan whatsupçılar; Gönderilen mesajı en
çabuk onlar okur. Gel gelelim okuduğu tarihle cevap verdiği tarih arasında uzun bir period vardır. Ve o cevap unutuluuurr, gider. Sonra da" ay, canım, hızlı
hızlı okudum ama tam cevap verecekken işe güce daldım, unuttum" derler. Oğlum,
okuyorsun bari yaz. Konu ilgini mi çekmedi, beni mi beğenmedin. Hayır, yani
sevmiyorsun sil, engelle beni ama yapma bana! Bu çift yeşil çizgiyi gösterme
bana.! Israrla okurlar, okurlar ama cevap verme sorunları vardır işte. İnsanın
içini içine yedirirler bunlar. Baktınız cevap gelmedi birkaç gün bekler, ya
dur, hakikaten unutmuştur hastadır vs.deyip canım ya yukarıdaki mesajı okudun
mu senden cevap bekliyordum müsaitsen" dersin ama yok, yok işte. O cevap gelmez
Allahın belası whatsup"çıdan. Bunlar genelde avukat, yayıncı, editör ya da
gazetecilerdir. Birileri bunlara yayınlanması için kitabını göndermiştir, kitap
beğenilmemiştir ancak bunu uygun bir
dille anlatmaya cesareti yoktur Ya da birilerinin o gazetede
çalışmak için torpiline ihtiyaç duyulan kişidir. Ya da avukatlık parasında
yüzde elli indirim isteyen müvekkilleridir. Yani onların çok da umurunda
değilsinizdir; fazla çabalamayın, o yeşil çift çizgi öyleee hatıra olarak
dursun orda. İşiniz umutsuzdur kısaca.
5-
Bir satırda tüm meseleyi anlatmak varken bunu
500 satıra yayan insanlar; Bunlara çok sık rastlanır. Toplu taşımadaysanız
bik bik bik devamlı ses gelir yan koltuktan. Bunlara ters ters bakarım,
tansiyonum yükselir. Bu mesajları okuyanların yüzünde pis bir sırıtma olur ve çevresine verdiği gürültü
kirliliğinden haberi olmaz, olsa da umursamaz. Bunlar ne yazık ki benim listemde de var. Allah"ın
cezaları! Canım,
Nas.sın?
Ben
Bugün
Kadıköye inicem
Sen müsaitmisin
Seni görmek istedim
Birşeyler
İçsek
Mi
Ne
Dersin
Canım
Kalp
Kalp
Gülümseme emojisi
Bu da yetmezmiş gibi bir de gül gönderirler. Bunlara cevap
yollamadan önce klasik uyarımı yaparım. Şunları tek satırda yaz, bip bipliyior,
okurken yoruluyor ve bazı yerleri kaçırıyorum. Aaa, şekerim benim telefon
tuşlarında bir problem var aynı satırda yazamıyorum derler. Ben yoruldum
uyarmaktan, onlar yorulmadı. Eğitim kültür düzeyi ne kadar düşükse satırlar o kadar uzun olur. Ev
kadınları, İSMEK kursundaki insanlar, köydeki akrabalar, usta, kalfa, çırak, tesisatçı grubu, tüyü yeni
çıkmaya başlamış ve ağzından "kanka" eksik olmayan ergenler bu gruba dahildir. Engellenmesi mubahtır.
6-
Sessizce gruba girip sessizce çıkanlar; Bunlar
aslında o grupla çok ilgili olmasalar dahi ayıp olmasın diye giren tiplerdir.
Ortam, seviye, konuşulanlar onlar için çok ilgi çekici değildir. Grup
etkinliklerine genelde olumsuz cevap verirler. Her şeyi okur ama cevap yazacak
bir yorum bulamazlar. Halk seviyesine inmek istemezler. Çünkü onların yapacak
faaliyetleri vardır. O gün sinemaya, kadın dayanışması toplantısına, sivil
toplum organizasyonlarına gideceklerdir, İnanın sizin pasta börek toplantınızda,
baby showerınızda, kına gecesi organizasyonunda hiç işleri yoktur. Baktı ki
toplantılar aynı düzeyde gidiyor, sessizce sakince çıkarlar gruptan.Sonra yazışmaların altında sinsice bir " ...gruptan ayrıldı" mesajı gelir .Hemen, kim, kim bu diye ararsın. " Gidersen böyle
gideceksin, büyük olacaksın; İnsan whatsupp grubundan çıkarken bile büyük olmalı
zihniyetiyle giderler. Bence bırakın, sormayın, neden çııkktııın, bir şeye mi
darıldın diye, Çünkü gelecek cevap bellidir. "Yok canım ya, neye darılayım" Emekli, yazar, siyasetle uğraşan tiplerdir bunlar.
Hayırlı Cuma'cılar; Ay, ay! Allah'ım! bıktım bunlardan. Bu yüzden Cuma fobisi başladı bende. Resmen perşembe gecesinden itibaren bir stres sarıyor beni. Perşembe akşam ezanından sonra mesajlar başlıyor. Grup yirmi kişilik." Hayırlı cumalar", altta bir gül fotosu. Sonra 19 kişi "amin, ecmain." Amin, hayırlı cumalar, Rab"bim hepimize hayırlı günler versin. Gidiyor da gidiyor. Hatta bir arkadaş hızını alamadı. Cuma sabah beşte mesaj atıyor. Yatağımdan zıplıyorum; kesin bizimkilerden birine bir şey oldu.Kaza yaptılar, annemi hastaneye kaldırdılar, kardeşim içti içti sarhoş oldu, bir yerlerde bayıldı, polis arıyor. Bir bakıyorum "hayırlı cumalar".Uyku sersemi, gözlüğüm yok, tir tir titreyen parmaklarla cevap yazıyorum. "Kardeşim, Cuma"nın acelesi mi var. Saat beş, uyuyorum, Cuma kaçmıyor" diye, Sonra derin bir sessizlik oluyor. Ertesi gün yüz yüze gelince " arkadaşım, sen kaçta yatıp kaçta kalkıyorsun. Mesajların ya birde geliyor ya beşte. Uyuyorum ve mesaj gelince paniğe kapılıyorum" desem de bir sonraki Cuma aynen devam...
Bu tipler genelde evlenmemiş, hasta annesiyle beraber yaşayan, emekli olmuş , hayattan umduğunu bulamayıp dine sarılmış insanlardır. Ya da malum parti sempatizanı olduklarını belli etmek için çabalayan, çevresinde sevilen bir insan olmak isteğiyle yanıp tutuşan tiplerdir.
Eminim bir sürü daha vardır ama benim aklıma gelenler bunlar.
Hava çok sisli olsa da güzel bir Pazar günü. Biraz film izleyip,
çince çalışacağım. Sonra da fıstıklı krokanlı pasta yapacağım. Meşgul etmeyin
lütfen.
ZİGOT TERK
24 Apr 2017 4:08 PM (7 years ago)
Yeterince geç kalmıştım, biliyorum. Ben zaten neyi vaktinde
yapmıştım ki ? Kafam neden on sene
geriden çalışıyordu ki…
Bu yüzden oturup ağlamak sızlamak anlamsız. Vakti zamanında
girişecektim bu işe. O zamanlar da ayakta durmaya çalışmakla meşguldüm. Ne
işimi ne kendimi ne geleceğimi düşünemeyecek kadar hastaydım.
Geçenlerde birinin çocuğunu sevmeye kalktım da, kadın “dokunmayın çocuğuma” dedi. Öylece
kalakaldım. Hanımefendi, benim de var, benimki bundan da güzel deyip, kocaman gözlerimde misket kadar yaşlarla
kaçtım oradan. Ağladım, ağladım, böğürdüm sonra. Gözlerim kurbağa gözü gibi
oldu. Sonra da kustum. Öyle utandım ki
kendimden…
Yoktu çocuğum; durumu kurtarmak için onu söylerken ağzım
nasıl da yamulmuştu, hiç inandırıcı değildim bence...
Doktor muayeneden sonra “ yerinizde olsam hiç uğraşmam”
dedi. Milyonda belki de milyarda bir ihtimal dedi. Ama diyelim hamile kaldınız,
üç ay sonra düşük yapma ihtimali yüksek. Diyelim üç ayı geçirdiniz, altıncı
ayda yapılan testlerde çocuğun mongol (burada tıp terimi kullandı tabiisi
mongol demedi) olma ihtimali çok yüksek. O zaman aldırmanız gerekecek. Diyelim
testlerde sağlıklı çıktı, doğumda sizin için risk çok yüksek, çocuğu canlı
olarak eve götürme ihtimaliniz çok çok çok (burada ne kadar çok dedi
hatırlamıyorum bile) düşük dedi. İleride otistik olma riski de çok yüksek dedi.
Dedi de dedi, dedi de dedi. Yüzüme öyle bir kızardı ki, dersin ateşlerde yanıyorum. Doktor çok
kocaman bir adamdı, sözleri daha da kocamandı;
sindiremedim. Zorla gülümseyerek, teşekkür edip çıkışa doğru sürünerek
gittim.
Her yer dönüyordu, her yer karanlıktı ve ben kimseyi seçemiyordum.
Kulaklarımda Çok zor, çok çok zor, milyarda bir, yerinizde olsam denemem,
boşuna ümitlenmem diyordu kocaman doktor kocaman cümleleriyle…
Bekleme salonu çiftlerle doluydu. Kimisi genç, kimisi daha
yaşlı, umut içinde bekliyorlardı. Sanki içerideki konuşmayı hepsi duymuş, bana
acıyarak bakıyorlardı. Yazık, diyorlardı. Kimsenin yüzüne bakamadım. Bir
taksiye bindim, nereye gideceğimi bile söyleyemedim. Kalbimde fil oturuyordu…
Ağlamayacaksın diye bağırıyordum içimden ,
ağlamayacaksın. Bir doktora daha gidersin; hem hayatta mucizeler de var, ve neden bu bir
milyon kişiden biri ben olmayayım ki…
İkinci doktor daha yumuşaktı. Şimdiye kadar benim yaşımda doğuran
hastası olmadığını ama her kadının bir kere de olsa denemeye hakkı olduğunu
söyledi. Yine yalnızdım, yine tek başınaydım…
Elime bir reçete tutuşturdu. Bu iğnelerden gün aşırı karnına
yapacaksın dedi. Ben mi, karnıma mı, iğne mi?, dedim.
Yumurtalar büyüyecek de, büyürse onları alıp dışarıda
dölleyecekler de, üç gün içinde döllenirse, çoğalacak da, tekrar bana o yumurtaları koyacaklar da, sonra
hamile oldum mu olmadım mı diye bekleyeceğim de, hamile kaldıktan sonra birkaç
ay daha bekleyip bebeğin kalp atışları var mı diye kontrole gideceğim de, yoksa
o bebek doğmadan alınacak da….Kadın olmak ne zor şeymiş be doktor, bir çocuk
yapmak ne kadar zormuş be doktor bey.
İşe gider gibi her
sabah gün doğmadan yollara düşüp, karıncığıma iğneleri saplayıp, ay hadi
hayırlısı diye diye doktora kontrole gidiyordum. Orada onlarca benim gibi bir umut bekleyen kadınlar vardı. Herkes birbirine “ hadi bakalım, inşallah”
diyordu. Orada en çok kullanılan cümle buydu.
İğneler birazcık yakıyordu, karnım delik deşik olmuştu, ama
olsundu, bir kere deneyeceğim demiştim. Böyle böyle benim yumurtalar büyüdü
ablası. Doktor dedi ki, iki gün sonra
gel, onları toplayacağız. Anestezi falan
istemem ben, dedim. Canlı canlı olsun. Peki,
benim cesaretli hastam, dedi.
Hay Allah, ayaklarım nasıl da titriyor, kalbimin atışı hasta
önlüğünün üstünden belli oluyor. Kulakl
ıklarımı takıp sandalyeyle gittim
operasyon mahalline. Ne dinliyorsun,
dedi doktor. Bolero dedim. Islık
çalarak eşlik etti. Dayan kızım, dedi.
Çok kısa sürdü. Evvet, ikisini de aldık ama bir tanesi olgunlaşmış, dedi.
Neyse, bitmişti artık işin en zor kısmı. Üç
gün bekleyecek laboratuvarda senin yumurtacık, spermle birleştirip döllenip
döllenmeyeceğini göreceğiz dedi. Biraz canım yanıyordu ama bitmişti, bunun üzerine boğaz manzaralı bir yerde kahve
içmek hakkımdı…
O üç gün nasıl geçecekti. İğneler bitmişti, sırada üç gün
bekleyiş vardı. Yumurtalar döllenirse döllenecek, döllenmezse ben bay bay çocuk, diyecektim,
Ertesi gün aradılar yumurta döllendi, dediler. Çığlık attım
telefonda. Şimdi bunların bölünmesini bekleyeceğiz iki gün dediler. Yani o
artık benim gibi 46 kromozomlu bir
canlıydı. Canlanmıştı benim parçam. Birleşebilmişti. Bunu becermişti. O sadece mikroskopla görülebilen varlığı o
kadar sevdim ki gidip sarılasım geldi.
Onu laboratuvarda bırakmıştım; tek başına . Soğuktur orası şimdi, gece yalnız
kalır. O bir canlıydı ablası, anlıyor
musun, senin benim gibi, Napolyon, Madam Curi, Frida gibi bir canlıydı. Laboratuvarda bıraktığım bir sıvı parçası
değildi. Benim orada çocuğum duruyordu. Ona bağlanmıştım. Gözlerimin önüne o hücrenin bölündüğünü, üçe beşe ayrıldığını getiriyordum. Adeta
mikroskobun altındakiyle bütünleşmiştim uzaktan uzağa…
Aklım oradaydı hep. Ne yedim ne içtim. Gözüm telefonda
sürekli. Arayacaklar mı ne diyecekler diye.
Anne dedim, onu çok merak ediyorum. Ne yapıyor orada, nasıl
canlanmaya çalışıyor acaba, yumurtam beni utandırmadı. Bir tane yumurtam
büyümeyi basardı, üstelik döllendi.
Nasıl akıllı, nasıl güçlü bir yumurta o. Onunla nasıl gururlandım…İçi boş
çıkabilirdi, döllenmeyebilir di ; ama o bunu becerdi, anlıyor musun anne, iki
aşamayı da geçti dedim. Annem kardeşim ve ben öyle ağladık ki, onlar bana ağladı,
ben yumurtamın azmine…
Onu nasıl seviyordum, nasıl. Gece yarısı kalkıyordum, ne
yapıyor acaba orada. Kim bilir hangi tüpte, kimin kontrolündeydi. Canlanmaya ,
bölünmeye çalışıyor muydu. Benim dualarımı hissediyor muydu?
İnşallah onu bir kenarda unutmazlar, ya ilgilenmezlerse
onunla, ya o ölürse orada. Bir ilaç filan verseler ona, vitamin filan, ne
bileyim güneş ışığı alabileceği bir yere götürseler, ferah, sıcak bir yere, belki hızla bölünür…
Aradan tam iki koskocamaaaaan gün geçti. Pazartesi sabah
arayan soran yok, dışarı bile çıkamıyorum telefon gelir diye. Dokuz, on, on bir,
arayan yok. Yoksa benim zigot bölünemedi mi, unuttular mı bir kenarda, yoksa
çok meşguller de beni mi arayamıyorlar…
Sokağa çıkıp dolaşmaya karar verdim. Ararlarsa yolda,
arabada, otobüste öğrenecektim her şeyi. Kardeşlerim, annem benden gelecek haberi bekliyorlarmış heyecanla
evde. Onlar benden daha heyecanlıymış, sonradan söylediler.
Kimse kımıldayamıyormuş yerinden. Eğer
demişler haber iyiyse annemlerde kutlarız, haber kötüyse o nereye
isterse oraya gideriz. On iki de çalan telefonumda hastanenin numarası. Evet, dedim. Telefondaki ses sakin sakin, iki gün içinde bölünmesi gerekiyordu, ama
olmadı dedi. Yaaaa dedim.
Öylece kalmış yani.
Bunu iptal ediyoruz o zaman, onaylıyor musunuz dedi. Tamam , teşekkürler dedim
sonra da şoföre buradan bir tane Erenköy
… Aklıma orası gelmişti, kardeşimin evinin oralar.
Gidecek bir yerim yoktu, koca dünya küçülmüş ben daha da
küçülüp bir hücreye kapatılmıştım. Dudaklarım titrer ağlamadan önce. İlk
sinyaller geldi. Pıtır pıtır kucağıma döküldüler zigotum için…
Yavrum bölünememişti, çok denemişti ama olmamıştı. Öyle çok
mücadele etmişti ki ilk günden beri, ama kaybetmişti.
Zigot”um beni terk etmişti. Üstelik onu çöpe atacaklardı şimdi. Yavrum
benim o yaa, yavrumu çöpe atacaklardı. Adam iptal ediyoruz dedi. İptal ettiler
yavrumu. Karnıma girmeden iptal ettiler. Kim bilir ne güzel bir bebek olacaktı
o. Olamadı. Denedi ama yapamadı. Benim hayatımın özeti gibiydi; Denedi ama
olmadı.
Bir süre rüyalarıma çeşit çeşit bebekler girmeye başladı.
Annneee diye ağlıyorlardı.Bir gece sarışın bir kız bir gece melez bir erkek,
bir gece Afrikalı çikolata gibi parlak yüzlü bir bebek. Uyanıyordum gecenin bir
yarısı, gökyüzüne bakıyordum…Olmadı işte , olmadı. Ne yapabilirim ki ben, Her
şeye geç başladığım, her şeyi geç fark ettiğim, her şeyi geç yaşadığım, her şeyi geç bulduğum içindi bu
ceza. Ben anne, anneanne olamayacaktım. Yarım kadındım; tamamlanamadım; tıpkı
zigot”um gibi…

Mahallede
sürekli bisikletinin kornasına basan bir çocuk var. Tam fırınlı aygazımın
kirlenmiş kapaklarını kulak çubuğuyla tek tek derin bir hassasiyetle
temizlerken dıt dıt çalıyor; delireceğim. Hayır, orada konsantre olmuşum, önemli
bir iş yapıyorum tüm dikkatimi vermişim; dıt dıt… Ayyy, çıktım balkona, üzerimde
sabahlığım, ayağımda benden büyük filli terliklerim, tam bir mahalledeki cadaloz kadın.
Bana bak, çalıp durma, burada hasta var, tamam mı, aşağıya
indirtme beni diye çığırtkan bir sesle bağırdım. O hasta ben oluyorum
üstelik(ruhsal).
Çocuk yukarı baktı baktı, tuhaf geldim ona belki de. Bu
mahallede böyle bir kadın hiç bağırmamış ona belli!
Sonra birkaç saat geçti annesini yanına almış aşağıdan
benim olduğum daireyi işaretle gösteriyor. Hanfendi, çocuğunuza söyleyin lütfen, kornasını çalmadan bisiklete binsin, burada hasta var ve çok kötü durumda dedim,
bir elimde sigaramla. Kadın da başını tamam, peki cadaloz hanfendi , anlamında salladı.
Bunların hiç saygısı kalmamış aygaz kapağı temizleyen kadınlara.
Neyse oradaki çok önemli işimi bitirdikten sonra elime
bir mala aldım(sanırım adı mala). Bizim beceriksiz boyacı duvarları boyarken
parkelerin içine sıçmış.
O lekeler parkelerin üzerinde durdukça canımı sıkıyor, gece uykum kaçıyor aklıma geliyor temizlesem mi diye.
Aldım malamı
elime kazımaya başladım, ama olmadı; kazıyamadım. Sanırım malayla olmayacak bu iş, tiner gibi bir şey lazım.
Alt kattaki komşu geldi sonra; Ben Almanya”dan geldim, kapımı kimse çalmıyor, yalnızım dedi. Ha, öyle mi? olsun, hepimiz yalnızız.Bak, ben bütün gün aygaz kapaklarını siliyorum, parkedeki boyaları temizlemeye çalışıyorum.
Bunu yalnız başıma yapıyorum, ne kadar
büyük bir yük altındayım, farkında
mısınız, diyerek, postalıyorum onu
kapıdan.
Aşırı stresli işlerimi yaparken aşağıdaki müziği dinliyorum, başka türlü nasıl konsantre olabilirim ki...
Parkeleri kazıma görevimden sıkılınca yarıda bıraktım
işimi ve kitaplığımdaki kitapları yazar adlarına göre alfabetik sıraya
dizdim. Biraz da tozunu aldıktan sonra kitaplığım temizlenmiş oldu.Bunlar gerçekten çok önemli işler, yoksa siz yapmıyor musunuz??Aaaa, hiç duymamış olayım
Zil çaldı, komşum havuç istedi. Neyse kendinden geçmiş
bir havuç buldum buzdolabında, verdim kendisine. Umarım seveceğim bir yemek
yapar da getirir bugün bana da.
Apartmanın bazı dairelerinin önüne ayakkabı koyduklarını
gördüm bir iki kez, Dur şunları yöneticiye
şikayet edeyim, dedim. Meğer o dairede oturan yöneticiymiş. Bir iki kere
söyledim koymayın ayakkabılarınızı kapının önüne, diye ama ayakkabılar hala kapının önünde duruyor. Ben de geçen sabah bir iki terliği ayakkabıyı aşağıya
fırlattım.
Hayatım çok değişik çok entelektüel ve çok bohem çizgiler arasında geçiyor anlayacağınız. Mesela dün karnım acıktı, o kadar meşguldüm ki aşağıya inemediğim için aç kaldım.
Dur bir sigara yakayım, bunca sorun arasında dertlendim vallahi. Hem insan ara vermezse sürmenaj olur, maazallah. Kafayı da arada bir boşaltmak lazım. Ohh, iyi geldi vallahi.
Birazdan enginar yapacağım. Haftada bir enginar yapıyorum ve kocamın
dediğine göre öyle güzel yapıyormuşum ki
annesigil bile hiç öyle yapmamış.
Tanesi 3TL. 4 tane alınca 12 tl oluyor, cık cık,,, işsiz
insan için fazla pahalı geldi nedense.
Bu arada sporumu
aksatmamam, vücudumu diri tutmam lazım . Şu İsbike'a üye olayım dedim. Kartı
çıkartırken 10 TL veriyorsun. Ben ondan sonra bedava biniyorsun zannetmiştim. Bir saati 2.5 TL dedi görevli
çocuk. Aaa, ne kadar pahalı dedim.
Görevlinin yanında sevgilisine mesaj gönderen çocuk başını kaldırdı ve 2,5 TL? dedi, Soru sorar şekilde. Evet, pahalı dedim. Ailecek üç kişinin bindiğini düşün 7.5 TL. Caddede bir
kahve parası. Oysa ben bir sene önce bekârken beğendiğim kıyafetin etiketine
bile bakmadan alırdım. Eve gelen doğal gaz elektrik su faturalarına bakmazdım, otomatik talimatımdan tıkır tıkır ödenirdi. Oysa simdi, elektrik saatinin
sayacını bile kontrol ediyorum.Ah, ahhh…
Evde sürekli kendi kendime beddua okuyorum. Sürekli bir yerlere çarpıyor, sürekli bir
şeyleri kırıyorum. Geçen hafta kırk yıllık aile yadigârı porseleni kırdım. Arkasından Allah senin gibi
beceriksizi kahretsin, emi, insanım diye yaşıyorsun, heee? Senden bir bok
olmaz, diye söylenirken sesim kendime geri çarptı. Sonra da elektrik
süpürgesine takılıp ütü masasının
üzerine düştüm. Ütü yere düştü. Kırıldı. Ütü masası yeni diktiğim saksıların
üzerine devrildi, yerler toprak oldu. Oysa
tam da tertemiz yapmıştım her yeri; elimde bezle kan ter içinde evde oda oda
geziyordum sabahtan beri. Bacaklarım ve kollarımda morluklar, ellerimde
yanıklar var. Yemek yaparken çoğu kez buhardan yanıyorum, eldiveni unutup
fırından yemeği çıkartmaya çalışıyorum; bunuyorum, bunuyorum…
Geçen gün kocam mutfakta kullandığım
el bezlerini eski bir tencere içinde kaynattığımı görüp, kızdı. Bunu ilk kez görüyorum, dedi.
Aaa, olur mu, bizim bütün sülale haftada bir kez yapar bunu, dedim. Vallahi
ilk kez görüyorum, midem bulandı dedi.(Annesi pasaklıymış bence) Yenisini
alsana bunlarla uğraşacağına dedi. Sorun yenisini almak değil ki, çöp atımını
engellemeye çalışıyorum dedim. Cık cıkladı.
Bir gün kardeşimin evine gittik beraber, mutfakta çay içerken eski tencereye ve
içindeki el bezlerine takıldı gözü
benimkinin. Aaaa, bu da yapıyor, dedi. Ben sana dedim kocacığım, bizde aile
geleneği bu diye. Cık cıkladı şekilsiz .
Sizin de eşiniz işten gelir gelmez mutfaktaki tencerenin kapağını
kaldırıp bakıyor mu, ne pişirdiniz diye. Bir gün yaptığım yemeği buzdolabına
koydum. Bu mutfağa gitti, mutfak boş. Ne var hayatım bu akşam yemekte, dedi.
Krem şantili Beti götü, dedim. Yüzü güldü; fantezili bir şeyler yaptığımı sandı canım benim. Buzdolabını aç dediğimde,
bir tencere kemikli kuru fasulyeyle karşılaştı.
Bu kadar yoğunluk içinde sırf beni özlediniz diye
alelacele bir şeyler yazdım. Okuyun, benden öğreneceğiniz çok şey var
ciciklerim. Öperim.Kirlenen el bezlerinizi kaynatır, lekelenmiş parkelerinizi itinayla
silerim. Siz yorulmayın anacığım.
Edit: kurtarın beni ya da bırakın böyle kalayım.
Tam altı aydır iş hayatından uzaktayım. Bir zamanlar çalıştığımı unutmuş gibiyim. Sabah erken kalkmalar, laptop çantamı kamburumu çıkartarak ayaklarımı sürüyerek servise mahalline gitmeler, pastanedeki kahvaltılar, iş arkadaslarımla bahçe sohbetlerimiz, genel müdüre takındığım tavırlar, finans servisine gidip iki üç cümleyle ortalığı dağıttığım anlar, kimin toplantısı olursa olsun hiç utanmadan kapıyı açıp "kusura bakmayın, böldüm ama bu çok aciil" diye hallettiğim işler, gece yarısına kadar kaldığım mesailer, yeni sisteme alışmaya çalışmak için verdiğim mücadele, hepsini unuttum sanki. Kafamın bir kenarında" aa, evet bir zamanlar böyle şeyler yapıyordum, bir işim vardı"diye sabitlenmiş bir kısım var; hepsi bu.
Ofis hayatından çıktıktan sonra neler yaptım, neleri fark ettim, neleri değiştirdim mesela.
Kahvesi ucuz diye Beltur"a takılmalar, ücretsiz seminerleri toplantıları takip etmeler, pazara gidip taze sebzelerle tanışmalar, çok ender kullandığım otobüs için kart çıkartmalar ve ev kadınlarının yaşantısı hakkında detaylı bilgiler. Apartmanla ilgili sorunlar, bahçe düzenlensin mi, alt kata kedi yavrulamış beslemek lazım vs.vs.
En güzeli de gömlekler ceketler etekler ve topuklu ayakkabılardan, her sabah makyaj yapmaktan kurtulmak oldu. Ya eşofman ya da kotla çıkıyorum ve öyle rahatım ki...
En çok özlediklerim arasında sabah uykusu vardı. Bacak kadar çocukken sokaklara düşmüş ve bir daha doğru dürüst uyumaya fırsat bulamamıştım. Vücudum artık isyan ediyordu; tertemiz nevresimler, yastıklar dünyadaki en çekici objelerden biriydi benim için, Ortama uyum sağlamak, ev kadını havasına girmek için bir de pufudak bir sabahlık edindim. Evet, ne diyordum, sabah uykusu ne güzel şeymiş diyordum. Artık erken kalkmak zorunda değilim. (Külliyen yalan. Kocam için saat yedide kalkıp süper kahvaltılar hazırlıyorum. Ara sıcaklar her gün değişiyor. Kimi zaman fırında yalancı pizza, kimi zaman hiç yumurta yemediğim halde omletin farklı çeşitleri, sigara börekleri) Ben önceden yemek yapmazdım, sadece canım isterse orjinal yemekler yapardım. İlk defa düzenli olarak yemek yapıyorum.
Bazı sabahlar canım hiç istemiyor kalkmak; o zaman uyuma numarası yapıyorum, horluyorum filan. , Kocam da beni uyandırmaya kıyamayıp sessizce gidiyor. Ohh, ne güzel oluyor o zaman. Ceşit çeşit rüyalardan sonra (Tayyip"in korumalarının çıkardığı ses gibi) ses çıkartarak evin içinde geziniyorum. Yuh, saat on olmuş, Çok hafif bir kahvaltı ediyorum.Haberlere bakıyorum, gazete varsa onu okuyorum. Yarım saat sonra kahve saatim geliyor. Havalar güzel şimdi; Sigaramı alıp balkona çıkıyor ve kelimenin tam manasıyla hiç bir şey düsünmeden adalar manzarasına bakıp kahvemi içiyorum. Birkaç saat süren bugün ne pişirsem stresinden sonra evdeki malzemelerden bir şeyler çıkartmaya çalısıyorum, yok olmazsa, altı katlı asansörsüz evimden üşene üşene markete gidiyorum. Eski oturduğum evde alt katta market vardı ve ben bakkala gitme konusunda hiç problem yasamıyordum. Sepeti salıyordum,, hooop her şey iki dakikada elimde, Bu açıdan büyük sorun yaşıyorum. 84 basamaklı merdiveni in, sonra tekrar çık, yarım kilo eriyorum. Sonra yemek pişirmeye başlıyorum. Saat oldu mu üç. Eyvah! gün bitti diye panikliyorum. Boşum, yararlı işlerle uğrasmam lazım ya...
Sonra sahile doğru yürüyorum, açlıktan gebersem de tek başıma olduğum için öğle yemeğini yemek istemiyorum. Sahilde kitabımı okurken tekrar bir Türk kahvesi içiyorum. İyice yürüdükten sonra tekrar eve geliyorum. Yabancı dizilerden birini bulup, izliyorum. Bir de kaktüs yetiştirmeye merak saldım bu aralar belki tasarım kaktüsler yapıp, satarım, zevk için tamamen.
Hayatımda ilk defa, hiç bir hedefim yok, Streslendiğim, olacak mı olmayacak mı diye kendimi yediğim bir konu yok. İnanamıyorum ama durum böyle. Mevsimlerin geçişini izlemek isterdim hep çalısırken. Ağaçtan son yaprak ne zaman düşecek, çiçekler ne zaman açıp meyveye dönecek, kiraz, arkasından dut, ayva, bunlar nasıl olacak, tek tek gözlemlemek isterdim. Diktiğim bir fidenin sebze vermesini, günbegün gözlemlemek isterdim. Bunu çok istiyordum; evet, oldu. Hiçbir acelem olmadan günün, anın tadını çıkartmaya çalısıyorum. Korkusundan, komedisine, savaşlısından, dramına kadar vakti zamanında izleyemediğim ne kadar film varsa izliyorum. Her güne bir film, her haftaya bir kitap kuralı koydum. İndirimlerden ilk haberi ben alıyorum; işime yarar bir şey varsa üşenmeden gidip sakin sakin alışveriş yapıyorum.
İnsan neler neler öğreniyor yaaa, Mesela dünyanın parasını vererek çatlak topuklarım için aldığım krem yerine, bildiğiniz 3 TL lik sirkeli suya ayaklarını koyunca bebek poposu gibi olduğunu, lavaboları çamaşır suyu yerine sirkeli suyla temizlersen çok daha hijyenik olacağını, kemik çorbasının bir sürü hastalığa iyi geldiğini, evlenmek isteyen kadınların koca adayından üzerine bir ev yapmak şartıyla evleneceklerini....Boya yapmayı bile öğrendim. Mutfağı boyadım, çok şahane oldu..
Komşularıma gelince, süper insanlar. Bir tanesi her cümlesinden sonra " anladıııınnnn?" diye sorup, memelerime vurmasa daha iyi olacak ama... "Teyze, çürüttün benim memeleri üç ayda sen" dedim de sonra toplarladı hatun.
Tam ne pişireceğim bugün yaaaa diye düşünürken zil çalıyor, bir tabak zeytinyağlı, börek, mantı Allah ne verdiyse çıkıyorlar karşıma, mutluluktan havalarda ben. Karşı komşum sağır, iletisim kurmakta zorlanıyorum. Avazım çıktığı kadar konuşuyoruz kapıda, alt kattakiler dışarı çıkıyor, kavga mı var diye. Kahve sevdiğimi öğrenmiş, sürekli kahve içmeye çağırıyor beni. "Sevişmeyi çok sevemedim, sevsem kocam beni el üstünde tutar" diyor. Seviş be teyze, n'olcak" diyorum.
Bizim akrabalar çalışmadığımı öğrenmişler. Aaa, bak şu mağazada şunu unutmuşum, sen boşsun benim için alıp getirir misin. Sabah kahveye gel, nasılsa boşsun.Annemin kontrol zamanı geldi, sen boşsun bir götürüver. Arabanın bilmem ne taksidi var, sen boşsun yatırıver, demeseler iyi olacak. Aaaa, boşsam o kadar da boş değilim, düşünüyorum ben mesela.
Bizim bir köyümüz var bir aya kadar oraya gideceğim.Domates biber patlıcan ekeceğim. Belki koyun ve keçi de almak istiyor kocam. Bildiğin köy hayatı yaşayacağız dört beş ay. Belli olmaz. Harika bir iş teklifi alırsam (ki öyle bir şey olmaz, biliyorum) dönerim yine. Evimiz burada dursun diyorum, canımız sıkıldıkça geliriz İstanbul'a. Bir deneyeceğim, yeter yıllardır şehirde yaşadığım. Becerebilirsem buyrun ziyaretime gelin. Salça yaparım, turşu kurarım, pekmez yaparım. Orada ne ararsan var.
Siz bu yazıyı okurken ben film festivalindeki bir filmi seyrediyor olacağım.Çalısın siz, sakın bana özenmeyin. Çalışmak sizi kurtaracaktır dostlarım.
Görüldüğü gibi gerçekten çok meşgulüm, korkunç yararlı işlerle uğraşıyorum, sakın bana mail atmayın, okuyacak vaktım yok.
Nuri “nin
psikolojik sorunu yoktur; parası bitince çalışır, parası varken sürekli içer.
İçince tam bir deliye dönüşür. Sağa sola küfür eder. En çok da milletvekilleri
ve sistemle ilgili küfürler eder.
Sami; Sözcü
gazetesi okur, ağır şizofrendir; küfür bilmez (en azından bana etmedi) içki içmez. Sabah 6 gibi kalkar,
balkona oturur ve işe giden herkese “hanfendi/beyefendi hayırlı işler” der. Onu
tanımayanlar korkarlar.
Nuri; sokaklarda
yatar, içki içtiği geceler arabaların önünü kesip sigara ister, sigara yoksa
Allah belanı versin, der ve dayak yer.
Geceyi genelde karakolda geçirir.
Sami şizofren bir
erkek kardeşi ve babasıyla yaşar. Sabahları yürüyüş yapar, son derece
dikkatlidir. Kahkül kestirdiğimi annem
fark etmezken o kaç metre öteden “Saçların çok yakışmış, çocuksu yapmış seni “
der.
Nuri”yle Sami”nin ortak yanı ; ikisi de çok sigara içer.
Nuri içince Laz
türküleri söyler, caddenin ortasında horon teper, elinde taşıdığı bir radyosu
vardır, ondan ayrılmaz. İçmediği zamanlar inşaatta günlük işlerde ya da
apartmanların bahçelerinde çiçek ekme, toprak belleme gibi işlerde çalışır.
Gayet güzel sohbet eder. Halini hatrını sorar, dua eder, taaa ki içkiyi eline alana kadar. Bir yerlerden
bulduğu çay bardağına rakı koyar, bir de litrelik su şişesiyle kaldırımda mekan
kurar kendine. Bazen de arabamı park ederken sağ sol der, elini uzatıp eee her
işin bir bedeli var, at bakalım şuraya bir şeyler deyip avucunu uzatır.
Sami bir zamanlar
beyaz eşya fabrikasında depoda çalışmış ama hastalığı ortaya çıkınca bırakmak
zorunda kalmış .
Bavullarla
kapıdan çıkarken gördüğünde karşı apartmandan bağırır, Tatile mi, ne güzel. Sen de git Sami, derim. Yok benim ailem göndermiyor, boğulurum diye, hastayım ya, der. Sami 55
yasında. Nuri 60
Nuri”yi uzun
zaman görmediğimde; nerelerdeydin derim; abla polislerle basım dertte devamla
içeri alıyorlar der.
Sami”ye
sorduğumda annemin üstüne yürümüşüm ambulans çağırmışlar, hastaneye
yatırmışlar; çok üzülüyorum, anneme bunu nasıl yaptım, oysa o çok iyi bir kadın
der beni üzer.
Onlarsız mahalle
pek bir yavan gelir bana.
Offf of..
Ne çok olaylar oldu,ne çok
İnsan kaynakları odasına çağırdı ve "yeniden yapılanma sürecindeyiz, bu süreçte sizinle çalışmayı düşünmüyoruz" dedi. Yaaa , dedim, ağzımı hep yaptığım gibi yana çarpıtarak.Siz kimsiniz karar veriyorsunuz; düşünmüyorsanız ben de düşünmüyorum dedim içimden. Ama ellerim ve 38 numara ayaklarım tıttırı tıttırı titriyordu. Hafif göz karaltısı, İK müdürünün görüntüsünün giderek silikleşmesi. "Ama isterseniz yıl sonuna kadar kalın, yılbaşı ikramiyesini de verelim,(çocuk kandırıyor) " bıttırı bıttırı.
Eee, o zaman tazminat yok mu?
EEe..siz çıkmış oluyorsunuz ya.
Kardeşim, sen beni işten çıkartıyor musun, çıkartıyorsun. Eee o zaman ben nasıl bu moralle yıl sonuna kadar kurbanlık koyun gibi kalayım şirkette. Maksat tazminat vermemek ve dava açmamı engellemek mi? yok, o zaman siz beni paşa paşa işten çıkartın ben de biraz ağlayayım , sızlayayım, beyaz yakalı arkadaşlarım, aman betty'cik, üzülme, bunlar hep böyle zaten, konuyu kişiselleştirme filan deyip moral versin.
Ergenlikten beri o şirketteyim, düşünsene, sabah kalkmışım, aynı yerden servise binmişim, aynı insanlarla çalışmışım. Evimden çok orada kalmışım ve 18 yaşından beri hayatımda hiç boşluk olmamış, Neyse; olayları akışına bırakacaksın, vardır bunda da bir hayır diyerek.
Hemen çekmecelerimi topladım. (Zaten o çekmeceleri, eşyaları hemen ayrılacakmış gibi düzenleyeceksin, her an gitmeye hazır olacaksın.) Karton koliye doldurmam çok uzun sürmedi. Psikolojim bozuldu diyerek bir hafta rapor aldım.O esnada düşündüm, sakinleşmeye çalıştım, avukatımla görüştüm(evet benim bir avukatım var, zenginim)
Döndüğümde hemen bir kagıt imzalattırdılar, vedalaşarak(genel müdür hariç) evime döndüm....
Hoş geldin yeni, issiz, ıssız hayat.
İşten ayrıldım. Söyle bir köyümüz var

Oraya gidip şöyle işler yaptım bir süre. Telefon yok, internet yok.
İyi de geldi. Bakarsın belki oraya yerleşirim. Saçlarımın hepsi beyazlayana kadar orada kalırım, giyim kuşam derdi de olmaz, bol bol kitap okurum, hayvan bakarım filan dedim.
Haaa, bu arada ben nişanlıyım. Sürekli kavga ettiğim bir nişanlım var ve iş nereye varacak belli değil. Bir kavga ediyoruz, ben sinirlenip aldığım çeyizleri birilerine hediye ediyorum, nasılsa evlenmeyeceğim bu adamla diyerek. Böyle böyle aldığım bütün çeyizler suyunu çekti mi. Tam o sırada alelacele gün almaya karar verdi mi benimki, yoksa ayrılacağız yazık olacak ilişkimize diyerek.
Nikahıma iki hafta vardı ve benim halihazırda hiçbir eşyam, programım vs.yoktu. Hızlı hızlı gelinlik baktım. Hep karşı olduğum kına gecesini de arkadaşlarımın zoruyla yaptım. Her şey çok hızlı ilerliyordu, bu yaştan sonra gelin olacaktım.
İşe gitmiyordum, kafam allak bullaktı. Yıllardır evde üç kişiyle yaşıyordum, onlara alışmıştım, oturduğum semt değişecekti. Her şey her şey değişecekti hayatımda. En önemlisi yeni evimin altında bakkal yoktu ve ben yıllardır sırf bakkala sepet salarak her şeyimi alıyorum diye o evden taşınamamıştım. Sonra mahalledeki bütün esnaf beni tanıyordu, İki yüz metrelik yolda on kişiyle konuşuyordum. Şimdi git kendini yeni esnafa tanıt, hay Allah'ım ne zor işler bunlar.
İse gitmiyorum diye temizlik, yemek ütü işlerine de mi ben bakacaktım yoksa. Bunları hiç düşünmek istemiyordum.Önce şu gelinliği bir halledelim de, gerisini sonra..
Bir iki gün gelinlikçilerin sadece vitrinlerine baktım, içeriye girmeye utandım. Çünkü ben yaşlı bir gelindim. Gelinlik bakanların hepsi yirmili yaşlardaki kızlardı ve yanlarında genellikle kaynanaları vardı. .U- TA- NI- YOR- DUM. Benim yaşındaki kadınlar kızlarına gelinlik bakıyordu , bense kendime.
İlk kez gelinlik giyecektim üstelik. Bu zamana kadar bir kere bile gelinlik denememiştim evlenmek istemediğim için. Beyaz olursa çok mu genç işi olur, sade bir elbise yeter bence, yok yok, kırık beyaz olsun, ay kırık beyazı dullar giyer kızım, sen ilk kez evleniyorsun bıdı bıdıları içinde kafam karışmasın diye girdiğim üçüncü mağazada gelinliğimi seçtim. Buydu işte, tamamdır , dedim.
Ama iş öyle bitmiyor. Bunun duvağı var, ayakkabısı var, buketi var. ve zamanım çok az.
Davetiyeler, nikah şekerleri, kına gecesi kostümü, makyajdı, eldivendi derken 2 kilo vermişim.
Gelinlik provasına her gittiğimde gelinlik daraltılıyor. Bu arada nişanlım fazla dekolte olmasın diye sürekli beynimi yiyor. En edepli olarak bunu buldum.
Annem henüz gelinliği görmemişti, görse bayılabilirdi, Alıştıra alıştıra göstermek lazımdı.Önce eldivenleri gösterdim, kadın yıkıldı. Gelinlik için üç gün süre tanıdım, Sakinleştiricileri alıp gelinlikçiye öyle gel anneciğim, dedim. Yaaa... anneler böyle, en çirkin gelin olsan da seni o kadar beğenirler ki, kendini prenses gibi hissedersin o gelinliğin içinde,
Şımarabildiğim kadar şımarabilirdim şimdi. Kardeşim, ablam, arkadaşlarım, komşular elinden gelen her türlü desteği verdi. Eeee, kolay mı, Kırklık gelindim ben. Ağır toptum.Mahalle yıllardır beni bekliyordu.Ölmeden önce seni gelinlikle görmeliyim diyen en az on kişi vardı. Bu arada nikaha iki gün var ben ateşlendim, yatakta yatıyorum. Saç ve makyaj provası var yataktan çıkamıyorum. Hastaneye gidip serum aldım da nikaha öyle gittim.Burnumun kırmızılığını kapatmak için az uğraşmadık.
Nikah salonuna böyle girdik.

Bir salon dolusu insan bana bakıyor, ben bayıldı bayılacak. İnsan silüetleri gözümün önünde uçup gidiyor, sesleri duymuyorum. O sırada nikâh memuru" gelin hanım, adın ve soyadın" diye sormuş, ben salak salak etrafa bakıyorum. Yukarıdaki videoda var. Salonda sessizlik,. Benim nikah memuruna dönüp "Bana bir şey mi sordunuz, demem, salonda kahkahalar ve alkışlar.
Soru tekrar sorulduğunda mikrofondan çıkmayan bir adım soyadım .......sonra tekrar salonda kahkahalar, alkışlar...Neyse, bir tören de böyle bitti. Altıma işeyecektim. Her şeyi şaşırdım.Evlenme cüzdanını almadan gitmeye kalktım ama kocamı almayı unutmadım.
Bu kadar eğlenceli bir nikah görmedim diyen komşular vs.vs..Ama altınlar takılmaya başlayınca kendime geldim çok şükür.
Kara listeye aldıklarımla daha sonra hesaplaşacağım.
Evimdeyim, kahve ve sigara içiyorum. rapor yok, satış yok, genel müdürle toplantı yok, seyahat yok. erken kalkmak yok.
Ütü var, yemek ve tatlı yapmak var, bol kitap bol yürüyüş bolca düşünce var.
Hem işsiz, hem evli, hem karmakarışık ben.
Biraz önce hep
yaptığım gibi instagram ve twitter”da
gezindim. Fenomenlerin, ünlülerin, medyatik insanların, köşe yazarlarının twitlerine baktım. Zamanımı almasın diye yorumlara bakmak adetim değildir. Okurum, geçerim ana
başlıkları. Tesadüfen yorumları da
okumaya başladım bugün.
Annaaam, o ne?
Allah beni takipçilerin şerrinden korusun. Adamı çürütür onlar, nazardan
çatlatır, kör kuyularda merdivensiz bırakır, zona yapar, iki uçlu kişilik
bozukluğuna (bipolar) sokar, vücutta kistler çıkartır, ameliyat parası
verirsin. Sigaraya, içkiye başlatır, hastaneye yatırtır, intihara meylettirir.
Yapmayın yavrum,
yapmayın, etmeyin
böyle. İnsan evladı onlar. Ya bu insanların anneleri babaları, sevgilileri,
eşleri var. Bu yazılanlar nasıl bozuyor ilişkileri, yazık değil mi? Her gün
anana, babana sevgiline, kardeşine, kalçalarına, gözlerine bakışlarına
küfretseler n’aparsın?
Bir boş verirsin,
iki boş verirsin ama onlar her bir köşeden çıkıp sana bok atmaya, seni bir karafatma gibi görüp ezmeye çalışırlar.
Amaç ne? Hiç. Bok at, rahatla. Zavallılığını,
hastalıklı kişiliğini, öfkesini ve tüm ezilmişliklerinin acısını çıkartmak için
en uygun yer sosyal medya ve fenomenleridir.
Sevgilin seni terk mi etti, annen
yemek yapmamış mı bugün, yine kotun içine giremedin mi, hava çok mu sıcak? Gir internet'e , saldır fenomenlere. Çirkinsin
de, evde kaldın de, at suratlısın de, bu kızın nesini beğeniyorlar de, sen
edebiyatçı mısın de, senin neyini takip ediyorlar anlamadım de, rahatla. Bunu
sıçman için en uygun yer de burası; hem de besbedava. Sıç, batır, kirlet; yüzünde pis bir joker gülüşü kalsın. Yolda görseler
boynuna sarılacaklar, “sana bayılıyorum, canııımmmm" diyecek kişiler internete girince
vampirleşiyor, adamın kanını emiyorlar. Biz böyleyiz, biz sevdiğimizi siken milletiz.
Hiçbir şey
bulamadılar mı seni karalayacak? Yok canım, mümkün değil. Üşenmiyorlar, facebook
adresinizi buluyorlar. “Ay, bu bilmem kimmiş; ne çirkin, di miii? ” diye ortalara salıyorlar fotoğrafınızı.(tabi
en kötü çıkanını) Akşam kamerayı aç, diye ayaklarına kapanan takipçilerin, kamerayı
açıp yüzünü gösterdiğinde , ertesi gün sabah namazından önce kimliği belirsiz memeler
ve götlerin altına. ‘Bu, onun götü, akşam bana gösterdi sonra da verdi, diye
ifşa ediyorlar Ve o tanımadığın götü , memeleri sahipleniyor, onlarla yaşamaya başlıyorsun...Diyelim kamerayı açıp
kendini göstermedin tüm ısrarlara rağmen , illa ki bir yolunu bulup seni orospu, aşüfte, kıl, çirkin
karı diye yaftalıyorlar. Şeytani işlere kafaları çok hızlı çalışıyor bunların.
İtiraf etmeliyim, sosyal medyayla çok içli dışlı olmaya başladığında aynen onlar
gibi davranmaya, bu davranışları normal karşılamaya başlıyor ve bu iğrençliğin
bir parçası oluyorsun.
Ben iki kitap
yazdım, bin küsur takipçim var, bloğum da
eh işte ara ara okunuyor. Bu kadar kısıtlı elemanla bu kadarcık şöhretle bile(!) baş edemiyorsam, onlar ne yapsın? Ne imla bozukluklarım kaldı, ne
seviyesizliğim, ne karakterini kişiliğini bulamamışlığım kaldı, ne ezikliğim.
Birisi de “bu, kadın düşmanı” diye
beni hedef gösterdi. Elim ayağım titredi okurken. Yavrum, eski kuşağım ben, alışık
değilim böyle suçlamalara, ne denir, ne
cevap verilir bilmem. Küfrü bile burada öğrendim. Bilmediğim ne kadar kötü
yönlerim varmış, sağ olsun takipçilerim sayesinde biliyorum artık.
Aman, uzak durun
kuzucuklarım buralardan. Buralar tehlikeli.
Bir ara uyku
uyuyamıyordum laf sokmalar yüzünden. Özel mesajlarla” canımsın, çok şekersin” diyen erkekler, birkaç güne
kalmadan en sevmedikleri, en çok dedikodusunu
yaptıkları kızlarla sevgili oluyorlar, hatta evleniyorlar. Ne diyeyim şimdi
onlara? Ulan bu adam arkandan az atıp
tutmadı desem, “hadi, hoşt, sen kimsin, kıskanıyorsun, di miiiii” diyecekler.
Aman kızım, sen uzak dur bunlardan dedim
kendime. Evimde kahvemi, sigaramı içip
karşı apartmandaki emekli Hayrinussa ablayı çağırırım . Sağ olsun, her regl
olduğunda balkondan işaretlerle anlatır bu durumunu. ‘ Ölüyorumm, gidiyor,
akıyor” diye belinden aşağısını gösterir. Ben de “Allah vergisi n’apcan, hepimizin
başında bu sorun” der, geçiştiririm.
Hadi gel bir kahve içelim, rahatlarsın diye davet ederim. Kocasının tuvalete
işedikten sonra temizlemediğinden, ıslak bornozu yatağının üstüne attığından
filan bahseder. En azından onları dinlerim. Ya da tanesi 1 tl olan limonu Bim'de
50 kuruşa bulduğundan bahseden Nezahat hanımla sohbet ederim.
Her geldiğinde “ay, benimkiler tutmuyor bir türlü, diye sardunyalarımdan çıt çıt dal kopartan
Hanife hanım'ı çağırırım. Kimseyi bulamazsam balkonları filan yıkarım, vadesi
dolmuş ilaçları, ketçapları mayonezleri
atarım. Bir işe yararım. Liseli arkadaşlarla buluşur ;elle tutulur, gözle
görülür hatıralardan bahseder, uzak dururum bu sanal dünyadan.
Ay, uğraşamam ben, hastanelik olurum. “Saçını
atkuyruğu yapmış 40 yaşında kadın, seni kim incitti” diye tweet atmışlar. Elimi
saçıma attım, at kuyruğuydu. Altımda da
beli düşük şalvar pantolon vardı, üzerimde I’M SO YOUNG yazılı t-shirt. Ben
şimdi bu kıyafetle selfie çekip koysam instagrama , beni gazeteye çıkartır bunlar, linç ederler.
Yırtık kotumu korkudan giyemez oldum. Mango’ya, Zara’ya, Berchka ‘ya zaten yaklaşamıyorum; çık bu
mağazadan, burası gençlerin diye
kovarlar beni bunlar mazaalah.
Ne yapsan etsen
ezmeye çalışıyorlar seni. Dünya güzeli olsan, amaan, kaprislinin teki, olursun. Burnun kalkık, dudakların dolgunsa
estetikli olursun. Yaşından genç gösteriyorsan , botokslusundur. Hayvanlara yardım etmekten bahsetsen, dikkat çekmeye çalışıyorsundur.
Öldürülen PKK’ li
kadınla ilgili haberin altına “Bu insanlık
değil” yazsan , vay terörist!, alın şunun adresini, yayın, imansız,
Şehit olan askerlerle ilgili haberin altına “yine terör yine terör, analar artık ağlamasın" desen, pis ulusalcı, , bizimkiler ölürken neredeydin”
Gündemden uzak tweetler attığında " insanlar ölüyor, senin umurunda mı ?"
Sevgilini yazarsan
, görmemişin sevgilisi olmuş ondan
bahsediyor, başka hiç sorun yokmuş gibi,
Siyaset yazarsan , “sen
bir boktan anlamıyorsun, yazma komik
oluyorsun”
Kitaptan bir cümle
paylaşırsan , “ay, sen edebiyattan ne
anlarsın?” diyorlar. Dİyorlar, diyorlar, ağızlar hep konuşuyor...
Geçen gün sosyal medyanın ilk fenomeni olan kız bir fotoğraf koymuş instagrama, altına döşemiş de döşemişler. ‘Ne kadar sığsın, ne kadar
basitsin’ diye. Ya, kız ne yapsın, kendi kendine blog
yazıyordu. Ünlü olmak gibi niyeti yoktu. İnsanlar sevdi, beğendi, o da yazdı.
Kimse beğenmese kendi kendine ünlü olacak hali yoktu. O sessiz sessiz
yazıyordu, içini döküyordu. Keşfedildiyse suçlu mu? Bırakın da insanları belki
hayatı boyunca bir kez gelen şansı değerlendirsin, mutlu olsun. Açıkçası ben bile özenmiştim başta ona. Ay, ne güzel, insanlar bir tweeti için benim bir
aylık maaşımı ödüyorlar, ofise gitmesine de gerek yok. İmza günü için otobüsler
kalkıyor, ne hoş, herkes kızı gördüğünde
üstüne atlıyor. Tam istediğim iş diyordum ama şimdi hangi fotoğrafı koysa,
yemediği küfür, duymadığı hakaret kalmıyor. Allah yardımcısı olsun, bunlara cevap versen de bitmez.
Boş ver diyorum kendime, otur oturduğun yerde; ne fenomeni, ne ünlüsü. 1600
küsur takipçin neyine yetmiyor. Normal
ve sıkıcı hayatına devam et sen. Bu
çekirge sürüsüne cevap yazacağım diye yemeden içmeden kesilirim, uyku uyuyamam,
dağlara kaçarım, izimi kaybettiririm. Ay, Allah korusun sizi bunların şerrinden
.Ya hiç girmeyeceksin sosyal medya işine ya da kimliğini yüzünü gözünü koymadan
yazacaksın. En azından tipinle ilgili yorumları okumak zorunda kalmazsın.
Benim
kitabın haber yapıldığı gazetede yorum olarak “ ay, çok klişe, bir de ben yazayım da
görsünler” diyen gazeteci hanım kızımızı da çok ayıpladım valla. Sen koskoca
(!) gazeteci olmuşsun, oturduğun yerden ona buna laf sokuyorsun. Minyon(!)
yüzüne hiç yakışmamış canım o tarzın. Eleştirileceksin tabii ki, ama onu da
mahalle kadınları kavgasına benzetmeden yapacaksın . İşte tam da bu durumda yapılan “eleştiri” değil, küçümseme, ezikleme,
başkasını mutsuz edip bundan mutlu olma isteğine dönüyor.
Yapmayın evlatlarım!
Evinizde reçel yapın, seyahate çıkın,
kitap boyayın ama şiddet nefret hakaret sözleriyle doldurmayın sayfanızı. Sevmediğiniz
yazarları da okumayın. Nasıl gidip Jose Saromago’
ya, ulan sen de sübyancıymışsın he,
karını da aldatmışsın, kitapların da çalıntıymış(tamamen örnek) deyip, sosyal medyada hakaret edemiyorsan, onlara
da atma. Elim varmışken deyip geçmeyin o klavyenin başına. En azından eleştirileriniz
de tutarlı, seviyeli olsun. Pis kusmuklarınızı bulaştırmayın buralara. Temizlemesi
zor oluyor; rica ediyorum.
Ben gidip mercimek çorbası pişireyim. Aşağıdaki kız
yeni evlenmişti. Bebeği yirmi beş günlük daha.Kocası kırkının çıkmasını bekleyemeden aldatmış onu. o da kızını alıp annesinin evine gelmiş; ilgileneyim biraz.
EKSİK OLMAYIN Bİ DE ŞUNU DEMİŞSİNİZ. Çakma Pucca’ymışım, onu taklit
ediyormuşum. Varsın, öyle bilinsin, belki onu çok okuduğumdan, okurken
eğlendiğimdendir. Siz öyle bilin.

Herhangi bir
şeyden kombin yapmak istemiyorum.
Kimseyle kaliteli
zaman geçirmek istemiyorum.
Organikle gezen
tavukla kafayı bozmayın.
“Ama çok hesaplı
oluyor, bence bu elbiseyi kaçırmayın” (kaçırın bence)
“Ama o ithaaaalll”
(beni ilgilendirmiyor, yerli de olabilir)
Mağazada gezerken
pesimde gölge gibi yürümeyin
Çözünürlüğü
yüksek kamera yapmayın, telefonun 15.modelini çıkartmayın,
Saçıma gölge
yapmak konusunda ısrar etmeyin
Cumartesi Pazar hala
ve hala iki adımlık yere özel otonuzla gitmeyin.
Serpme kahvaltı
reklamı yapmayın(evimde yeterince serpilecek kahvaltılık var benim)
Bağıra bağıra
konuşup dalgaların sesini bastırmayın(sizi herkes görüyor; çok akıllısınız, çok
güzelsiniz, çok kültürlüsünüz, biliyoruz; biz sizi keşfederiz zaten)
O tencere
tıngırtısı gibi müzikleri mağazanızda çalmayın! çalmayın, çalmayın! Bıktııımmm,
En romantık en
güzel ortamlarınızı selfie çekerek mahvetmeyin.
“Bugün böyleyim”,
“düğün çok güzeldi”, “hava çok güzel” metni altında kendinizi gösterdiğiniz
fotoğrafları koymayın; çok avam!
Çok güzel
görünmek için bu kadar çaba harcamayın; güzelsiniz zaten; ya da güzel olmak
zorunda değilsiniz; cahil olmayın yeter.
Bir gün arayan,
ikinci aramayı bir hafta sonra Cuma gecesi saat on birde gerçekleştiren erkeğe
zaman harcamayın; bunların kimseyi mutlu ettiği görülmemiştir; etse ben mutlu
olurdum.
Birinin sevgilisi
olmak istiyorsanız; önce sizi arkadaşlarıyla tanışıp tanıştırmadığına, yolda
elinizi tutup tutmadığına bakın; sevgilimsi şahıslarla tali yola dahi çıkmayın.
Paranızı 300 TL' lik parfüme değil kitaplara yatırın; sizin doğal kokunuz daha güzel.
Arabanızın önünde
fotograf çektirmeyin; zira artık herkesin arabası var.
Kulaklık
takıyorsanız amacınız müziğinizi kendi duyacağınız kadar açmak olsun; çevreye
yayın yapmayalım.
Caddenin
ortasından değil, kaldırımdan yürüyün(varsa eğer), hele kulağınızda kulaklık
varsa mutlaka kaldırımdan. Yoksa arkadan güzel popolarınıza tampon değdirmek
zorunda kalıyoruz.
Spor salonuna takma
saçla gitmeyin; spor yapmak için gidin. Takma saçla makyajla gidip, fit olan kimseye
rastlanmamıştır.
Form tutmayın;
fit olun.
“…adına” yapmayın,” “….
İçin” yapın.
Taytın altına ip
külot/string/tanga giymek zorunluluğu
henüz anayasada belirtilmedi; Rahat olun
Gaz yemeyin;
gazlanın.
Birisi size çok
canım sıkkın dediğinde “ hayırdır” demeyin; hayır olsa canı sıkılmaz.
Gaz/cop gibi
şiddet araçlarına maruz kaldıktan sonra selfie yapıp instagrama koymayın; Show yapmayın.
“Sakın yanlış
anlama”lı cümle kurmayın; genelde yanlış anlamayı severiz
Tartıldığınızda 55'i görmeyin, 55 kilo olun.
.
Birisi sizi
rahatsız ederse beni arayın
Hadi çüüüüs
bıcırlarım.
Kimi zaman dedikodu merkezi, kimi zaman kütüphane kimi zaman kahve kimi zaman izdivaç programı kimi zaman siyaset meydanı. Bu kadar farklı insanı bu kadar küçük alanda bir daha da zor görürsün anacağım. Bak bakalım kimler var orada...
DAİMA UYUYANLAR;
Bunlar servisin en kıdemli personelidir. Genelde en uzak mesafeden gelen
tiplerdir. Uykusunu alamadıkları için hem işe gelirken, hem eve giderken daima
uyuklar pozisyondadırlar. Serviste kimler var, yol üstünde hangi binalar,
duraklar, köprüler var, servis nerelerden geçer, kimleri alır, bilmezler.
Genelde kendiliğinden,
bazen yakın arkadaşları
tarafından omuzuna şefkatle dokunulmak suretiyle uyandırılırlar.
Horlayanlarına sıkça rastlanır. Genel görüntüleri hafif toplu ve /veya
şişmandır, zayıflarına pek rastlanmamıştır
DAİMA GEÇ KALANLAR;
(Ben)
Ay, dur, makyajımı da yapayım,
parfümümü de sıkayım, biraz çay içeyim, ayakkabımı sileyim, ay osurup da öyle
çıkayım derken bir türlü evden çıkamayan tiplerdir.
Hep servisin erken geldiğinden, onu görmediğinden,
beklemediğinden dert yanarlar.
Her zamanki durağına gelmiştir bugün, ama ortada ne
servis ne bir canlı vardır. Belli ki gitmiştir servis kalabalığı yara yara.
Arkadaşları şimdi fosur fosur uyuyorlardır. Hemen bir taksiye atlayıp şoförü
arar, "neredesiniz? heh, E5 de mi, benzincinin orada mı? tamam, üç dakikaya
geliyorum” der, kan ter içinde, atkı bir
tarafta, lap top bir tarafta, cüzdandan tek elle para çıkartmaya çalışırken
çantanın içindekileri döke saça taksiyi tam servisin önünde durdurur "Günaydın arkadaşlar, beni görmediniz herhalde " deyip suçunu kamufle etmek isterler. Kimsenin
cevap vermesini beklemeden devam ederler. "Saatim çalmış ama duymamışım,
başım çok ağrıyordu uyanamadım, tam
çıkmıştım bi baktım telefonum yok , geri dönmek zorunda kaldım. Karşıdan karşıya geçerken de vakit kaybettim, o yüzden de geç kaldım" gibi onlarca
defa uydurdukları bahaneleri sıralarlar. On dakika sonra nefesleri normale
döner. Tam sakinleşmeye başlar, servis
şirketin kapısının önüne varır. Ama zararsız tiplerdir onlar, endişelenmeyin.
Tüm zararları taksiciye para vermekten dolayı kendilerinedir.
MESAJLAŞANLAR;
Defalarca söylenmesine rağmen bip bibe bip
bip dik dike dik dik. mesaj sesiyle yazdıkça yazarlar, güldükçe gülerler, yüzleri
asılır kimi zaman ama bir gram da rahatsız olmazlar dıt dıt öttü diye
telefonları. Taa ki benim gibi biri çıkıp da”kısar mısın o sesi “diyene kadar. Gençtirler; hayattan beklentileri çoktur, yeni flört edinmişlerdir, akşamları yeme içme eğlence organizasyonunda lider onlardır.
AĞIZ İSHALİ OLANLAR;
Bunlar genelde şoförün arkasına otururlar
ki, konuşacak kimse bulamazlarsa en azından şoförle konuşsunlar diye en ön koltuğa
yapışıktırlar, Arka koltuğa oturanına rastlanmamıştır. Yol boyunca hatalı giden
şoförlerle ilgili yorumlar yapmak, trafik sıkışıklığından bahsetmek, şoföre
“valla, işiniz zor bu trafikte” demek onların görevidir. Bunlar sabah
insanıdır. Kafalarında filler tepişmemiş
gibi rahat ve huzurla uyanır, servise vaktinde gelir ve hep normal ruh halinde
olurlar; sinirli ya da aşırı neşelilerine rastlanmaz; stabil insanlardır. “Eee
, Hülya hanım, n'aptı sizin kız , sınavı nasıl geçmiş?”,
“Eee , Arzu hanım,
buldun mu giyecek bir şey nişanda. Bak, sana bir adres vereyim Nişantaşı’nda, oraya git mutlaka, hem ucuz hem de çok güzel
elbiseler var, benim selamımı söyle” cümleleri hep onlara aittir. Durmadan
konuşurlar. Benim migrenim tutar, onlara bir bok olmaz.
KLİMAYI AÇ/KAPACILAR:
Kışın "ısıtıcıyı açar mısın, kaptan" ,
biraz ısındım mı da "kapatır mısın kaptan"cılardır. Genelde şirketin
en yaşlı personelidir bunlar. "Şoför bey çok soğuk, neden ısıtıcıyı
açmıyorsun" diye seslenir arkalardan yaşlı bir ses. "Ya, yanıyorum ben, ne ısıtıcısı" der arkalardan iri kıyım genç bir erkek. Ama
kadın kıdemlidir, yaşlıdır, mecburen ısıtıcının açılmasına ses çıkartamazlar.
Yazın klima açıksa hemen kapattırırlar. "Ay, dışarısı 32 derece, gerek yok
ki klimaya, camları açsak yeter" diye. Yazın sıcağında olsa bile mutlaka
yanlarında şalları olur ve güzel güzel sarılırlar onlara. Şal genelde boyun bölgesi ve kürek kemikleri arasına
konuşlanır.
SERVİSE HER GÜN BAŞKA YERDEN BİNENLER;
Yine bu gruba giriyorum. Akşam Topkapı servisine biner, sabah Kadıköy'deki servisi arayıp, nerede kaldınız, der. Haftanın hemen her günü sabah başka akşam başka servise binerler. Bazen de hangi servisin kaçta, hangi, durakta beklediğini karıştırırlar.
Ee, şimdi hatunun her semtte bir arkadaşı var, ne yapsın, sosyal hayattan mı kopsun.
Genelde bavuldan az hallice çantalarla gezerler. O çantanın içinde, atlet, külot, ince çorap, yedek body ne ararsanız vardır.
SADECE KAR YAĞDIĞINDA GELENLER;
İşte en gıcık
olduğum tipler. Bacaklarını yaya yaya arka koltuk cam kenarına otururlar. Hiç utanmazlar
bunlar." Eeee, Murat, sen hiç gelmezdin servise ne oldu, senin araban yok
muydu" derim. "Kar var bugün". "Doğru, var; ne olmuş?"
"Eee, çıkartamadım arabayı".
Ulan, deyyus,ulan mal! Hafta sonları götünü gezdiriyon o
arabada ama. Millet tır çıkartıyor karda , sen göt kadar arabayı nasıl çıkartamadın.
Ezik! Korkak!
Hem ayrıca sen bizim eve çok yakın oturuyorsun. Bir kere
de ne eve bıraktın, ne işe. Beni niye almıyorsun şirketin sana verdiği, beş
kuruş benzin parası ödemediğin o arabaya.
Şimdi ben de seni şu servisten götüne bir tekme atıp o çıkamadığın
karlara atsam nasıl olur?
(Neyse, yeter bu kadar eziyet hadi, adam binmiş bir kere)
SERVİSİN GÜZERGAHINI DEĞİŞTİRMEK İSTEYENLER,
Bunlar aynı yoldan gitmekten aşırı sıkıntı duyan
insanlardır. Mesela E5 yönünde trafik sıkıştı hemen alternatif önerirler.
"Kaptan, hemen sahile doğru kır, denize bakarak gideriz. Buradan girmeye
kalkarsak ancak gece 10' da evde oluruz". Ne yazık
ki önerdikleri alternatif yollar
hep daha da sıkışık olur bu
talihsizlerin. Böyle durumlarda servisteki
personel tarafından linç edilmeye çalışılırlar.
Erkektirler, orta yaş ve üzeri olurlar; serviste tek
gazete okuyan kişi onlardır.
SERVİS ARACININ DEĞİŞTİRİLMESİNİ İSTEYENLER;
Bunlar gizli gizli çalışırlar. Çalışmaktan kastım kimseye
çaktırmadan şoför ve servis aracı hakkında derin araştırmalar yaparlar. Acaba
bu seferki servisin sorunu nedir, İlk başta büyük bir araç gelmişti ancak çoğu
kimse onun çok sarstığını, sert manevralar yaptığını ve midelerinin bulandığını
söylemişti. Sonra gelen serviste de koltuklar çok küçüktü ve havalandırması
kötüydü. Bir sonrakinde şoför çok laubaliydi. Onun bulunduğu servis en
kalabalık ve en çok personel alan servisti. Başka servislere bölselerdi ya
onları, cık cık cık. Bunlar işten daha çok servisle uğraşırlar. Apartmanda
yönetici, iş yerinde de servis sorumlusu olurlar. Ömürleri servis değiştirmekle
geçmiştir. En kısa zamanda emekli olup, kendi iş yerini açacak olan, kır saçlı,
gözlüklü, devlet dairesi grisi takım elbisesi giyen tiplerdir.Genellikle siyah küçük kol çantası ayarında ne üdüğü belirsiz deri çantaları olur.
SERVİSİN TEK ERKEĞİ; Allah kimsenin başına vermesin .
Yazık, günah lan buna. Yayılsa laf olur, sıkışıp otursa laf olur, konuşmaya
kalksa kadınlara asılıyor olur. Genelde varlıklarıyla suç olur bunlar. Şirketin
araba vereceği hedef kitlesinde değildir. Eee, muhasebedeki kadınlar
topluluğuna da dahil değildir, kalabalık ofis katında çalışmadıkları için
serviste konuşulan gündeme yabancıdır. Öyle orta bir yerde orta bir iş
yaparlar. Bina- tesis işinde, teknik arıza bölümünde filan.

http://youtu.be/5yCx_YR791Q
Masalarının üzerine kara sinekler konmuş, küçük bir lokantanın önünden geçerken bu şarkı çağırdı beni. Hızlı adımlarım birden yavaşladı; bir iki saniye lokantanın önünde durdum, ayrılmak istemedim. Aklıma o kız gelmişti işte...
İbrahim Tatlıses de Sevilay da çok genç, her yerinden buram buram yaşam sevinci salıyorlardı o zaman.
“Gülümse biraazzz “ diye mahalleyi çın çın çınlatıyordu İbrahim Tatlıses yaz sıcağı sesiyle.
"Dinle bak, dinle, çok seveceksin" diyordu, kendisine bir yandaş ararmışcasına.
Ağustos”un onunda gelen ve üç haftalık iznini minicik bir balkonda geçiren, genç sarısı saçları mavi
gözleriyle çok şahane bir kızdı o.
Arabeskti.
80"lerin en sıcak hatırasıydı
Almanya’dan sarı Mercedes"in arkasındaki karavanla gelen
kızdı o !
Bir sürü bebekleri olan, gözlerinin mavisini çalmaya niyetlendiğim
güzel bir kız.
Hayatını ölesiye merak ettiğim , sırlarla dolu kız!
Aynı bu fotoğraftaki gibiydi.
Yıllar sonra Türkiye'ye yerleşti.
O Almanya'da yaşarken güzeldi gözümde, farklıydı. Buraya yerleştiğinde kokusunu da saçlarındaki
yıldızları da kaybetti.
Kokusu değişti ilk önce.
Sonra gözlerinin mavisi.
İstanbul'da yaşayan mutsuz , ne yöne dönse boşluğa
çarpan kadınlar gibi oldu; soldu, pustu, sindi, kahverengiye karıştı.
Ama en çabuk
değişen de benim kocaman yüreğimdeki sevgisi oldu; uçup gitti yeni yetme yüreğimden, beni boşluğa bıraktı.
Ergenlik çağımda kalbime konan bu minik, rengarenk kelebek,
kanatlarını toprağa verdi bir gece aniden. Saman sarısı da deniz mavisi de bahar kokusu da kara bir toprağa karıştı;
Öldü mü, öldürüldü mü, ölmeyi mi seçti, bilemedim. Bilemedik.
Zaten onu kimse de merak etmedi...
Sık sık rüyamda görüyorum; bembeyaz elbiseler giymiş yaz kumaşlarından, saçları güneş vurdukça parlıyor,
ayakları çıplak, ayakları hep çıplak. Ayakları hep toprağa yakın.
Fonda Tanju Okan var. Sever misin? Ben çok severim.
"Benim en iyi dostum içkim sigaram
Onlar da terk eder, olmasa paraaaaammm..."
Bir hiç uğruna zaman harcıyorum, biliyor musun
Aşk hiçtir çünkü; elinde hiçbir şey kalmıyor.
Bomboş kalıyorsun, bomboş, sonra da seni bombok
hissettiriyor, bombok!
Aşk hiçbir şeydir; ömrünü böyle bir duygunun varlığına
inandırarak bütün zamanını harcıyorsun.
Önce şair oluyorsun, sonra yazar; olmuyor; oyuncu oluyorsun
aşkı iliklerinde hissetmek, hissettirebilmek için,
Ama sonra şiir de kitap da oyun da bitiyor.
Aynada kendini hep tek başına görüyorsun; hep tek.
Oysa beş yasından beri kandırılmışsın bu duyguyla, elinden
tutmayınca kimse, eksik oluyorsun. Yürürken hafif kambur, ayaklarını sürüyorsun. (aşıkken nasıl
yürüyordun, hatırlasana)
Kahve pişirecek biri olsun diyorsun; iki kişilik fincan takımı alıyorsun. Birini kırıyorsun bir gün, ikincisiyle yine kendin içiyorsun.
Onun için kek tarifleri kurabiye tarifleri alıyorsun birilerinden , süslü
sofralarda sunuyorsun O'na. Hep veriyorsun, hep veriyorsun; nasıl bir kaynaksa bu,
tükenmiyor.
Kadın bu! Isıtılmak istiyor işte. Kendi kollarıyla kendi gövdesine
sarılmaktan bıkıyor.Kadın bu! Sık sık gözlerinin içine bakılsın istiyor. Kadın
bu! Kucaklanıp döndürülmek istiyor yaşı ne olursa olsun, kilosu kaç olursa olsun.
Ayrılığın acısını sigaradan , içkiden çıkarmaya çalışıyorsun; olmuyor. Çare olacağını düşündüğün dayanakların hepsi çaresizliğin oluyor.
Aşk bu canım, aşk! Senden başka kimseye zararı olmuyor.
Geçtiği yollardan geçerken buruluyor buruluyor göğsün; tıkanıyorsun, konuşamıyorsun değil mi?
Bilirim, bilmem mi.
Onu görürsün belki diye saçını başını topluyor, onun en
sevdiği renkteki elbiseni giyiyorsun, değil mi?
Bilirim, bilmem mi...
Bir sigaranın dumanı bir rakının beyazı bile sadece onun
gülen güzel dudaklarını hatırlatıyor, değil mi?
Bilirim, bilmem mi.
Kopsun artık diyorsun değil mi, kopsun bitsin, yaşam nereye kadarsa.
Daha fazlasını yaşamak daha çok parçalanmak, daha çok
bölünmek, daha çok çatlamak değil mi?
Yaşıyorsun işte,
Yaşıyorsun be gülüm.
Yarım, kırık, topal, flu ama yaşıyorsun işte. Zaten en acımasız
olan da bu değil mi, zorla yaşatıyor seni Tanrı, zorla!
Bakalım nereye kadar diyorsun,
Ciğerin bir yanda, ellerin ayakların bir yanda, göğsün bir
yanda...
Ha, göğüs dedin de
aklıma geldi,
Fındık kadar bir şey fark ettim göğsümde, oha! Bu ne lan, diye
yüksek sesle konuştum, kendim duydum o sesi yani.
Bastırdım elimle, evet, orada bir "şey" vardı. Ruh gibi gezdim evde
sabaha kadar. Bakalım daha neler olacak dedim. Ertesi gün doktora gittim; filmler filan çekildi, amaaan, dedim, memen mi var derdin var. Doktor gülümsedi. Sıkıp
sıkıştırıp makinenin içine koydular zavallıcıkları, şekilden şekile girdim. Canım
yandı. Kapalı yer fobisi olduğu için kadına yalvardım yakardım kapı aralık kalsın diye. Odanın kapısını aralık gören yakışıklı bir doktor girdi içeri, ama göreceği bir şey de yoktu zaten. Abuk subuk bir poz vermiş, yarı çıplak bir kadın işte.
Bir de ultrason filan çekildi işte. Doktor, "çok mutlu oldum, kötü bir şey değilmiş" dedi.
Zamanı geldiyse ve gerekliyse mamografiyi sakın ihmal etmeyin hatunlar.
Ne
zaman üzülsem vücudumun bir kenarından bir şeyler fırtlar. En çok da
göğsüm acımıştı terk edilince.
Orda çıktı acısı.
Tüm bunlar olup biterken, bugün yayıncım mesaj atmış. "Akşama baskıya giriyor kitap" diye. Ne güzel gülümsedim bir bilseniz.
Bazen oluyor işte, güzel şeyler de oluyor.
Kitabımı raflarda görünce ilkinde yaptığım
gibi yapacağım; ona sarılıp uyuyacağım.
Dünyanın en kötü
kitabı olsa da umurumda değil; o benim, ben yazdım, benim sevgilim o.
Hadi eyvallah , kalın sağlıcakla.

Her başarılı
erkeğin arkasında...
Onun tüm stresini
çekmiş, cevapsız çağrıları 300 ü bulmuş,
Beklerken
tırnaklarını yemiş, bitirmiş
Saçları dökülmüş
Paket paket
sigara içmiş
Kadeh kadeh rakı
tüketmiş
Beklemiş
Üşümüş,
Sağ elini sol
eline destek yapmış,
Cenin pozisyonunda
yatıp kendine sarılmış,
Her gece uyanıp, mesaj atmış mı diye uykusunu bölmüş
Onun işi iyi
gitsin, hedefine ulaşsın diye ağrılarından bahsetmemiş,
Ateşi çıktığında
kendi kendine geçirmiş
Ağladığında yorganın
altına girmiş,
Özlediğinde
gömleklerini koklamış,
Buluşacağı
günleri takvimde koskocaman işaretlemiş
Beraber gezdiği
yerlerdeki fotoğraflara bakmaktan eskitmiş,
Çorbayı, çayı, kahveyi tek başına içmiş
Bir saat
görebilmek gözlerine bakabilmek ve o gözleri bir dahaki buluşmaya kadar hatırlamak için kilometrelerini ve saatlerini
harcamış,
Toplantıda keyfi
kaçmasın diye özlemi yüreğini delmişken bile gülümsemeli mesajlar atmış
Hep onu mutlu
etmeye çalışmış,
Ve bu çabalarının
hiçbiri görülmemiş
Ve yalnız kalmış
Bir kadın vardır.
Ne kadını?
Kadın filan
yoktur. Adam onu başarısı için ezmiş, yok etmiştir.
Başarılı bir
erkek profilini oluşturup arkasında bir enkaz bırakmıştır.
Yılmaz Özdil yazısı gibi oldu sanki.

İştahım kesildi.Sürekli uyumak istiyorum. Hiç çalışamıyorum. İşleri hep erteleyerek yapıyorum bu aralar. Sadece sigara içmek istiyorum. İki kilo
vermişim üç haftada. Şiddetle
tavsiye ederim, kilo vermek istiyorsanız; ÜZÜLÜN!
Kendimden uzaklaşmam lazım, kendimi oyalamam lazım, yoksa minör depresyonum majör”e dönecek. Aklıma geldi
durup dururken benim SARI KIZ, Kim mi o? Enteresan bir arkadaş işte. Arkadaşımın arkadaşı kontenjanından. Bu eşsiz kişiliği sizlerle tanıştırmaktan onur duyarım.
1.75 boylarında, ince, bir dönem çok ünlü mankenlik ajansında mankenlik yapmış, playboy kızlarına benzeyen bir hatun. İçi seni dışı beni yakar.
Gece alemlere aktığımız zamanlarda bu kız bizim masanın kenarında ayakta
durur, dans ederdi. Yakın arkadaşımın uzaktan arkadaşıyken birden samimi arkadaş kontenjanına geçti. Ancak, bize katıldığı gecelerin hiçbirinde içecek almaz, bizim nasıl olsa içeceğimizi bilir, beş kuruş
harcamadan evine dönerdi. Evi de zaten gittiğimiz mekâna yürüyerek beş dakika uzaklıktaydı. İlk başlarda
anlayamadım durumun vahametini. Kız alkol almıyor, tadını bile bilmez. Babası alkolikmiş o yüzden alkolden nefret edermiş. Garson
geliyor masaya “ne içersiniz?” diye soruyor. Biz votka, tekila neyse söylüyoruz. Sıra buna geliyor “Ben bir şey almıyorum” diyor. Bir iki defa böyle hallettik, ancak bir akşam kudurdum ben. Kızlara dedim ki “bakın, garson gelecek ve hiç birimiz bir şey içmeyeceğimizi söyleyeceğiz. Bakalım ne yapacak" dedim. "Tamam" dediler, anlaştık.
Garson geldi yanımıza. “Ne içiyoruuuuz?” dedi o kıvrak sesiyle. “Ben bir şey almayacağım tatlım” dedim kıza dönerek Benim yanımdaki de “ben de almayayım şimdi, sen
ne istiyorsan iç” dedi kıza. Sarı kız kızardı, bozardı ve
gecenin on ikisinde garsona “Ihlamur” siparişi verdi. Garson en aşağılayıcı ve en nefret dolu bakışlarını üzerimize atarak geri döndü. Çok utandığım anlardandır.
Kız şaşırdı biraz tabii, ben de “ bu akşam canım hiç içmek istemiyor canım, yaaa” dedim. Arkadaşlarım da “ben de yaaa” diyerek destek oldular. Garson bize küfür
etti, dudaklarını okudum,
dedim. “Ay, napiim , boğazım ağrıyor, ne içeyim başka, dedi. Gerçekten tıklım tıklım dolu, milletin kafalarının uçtuğu o barda "ıhlamur" muhteşem bir seçimdi.
O gece erken ayrıldım bardan, o da ıhlamuruyla
millete eğlence malzemesi olarak gecesine devam etti.
Taksiye binerdik dört kız, bu en önde oturmasına rağmen,
okuması yazması yokmuş gibi taksici frene basıp ineceğimiz yere geldiğinde arkasını döner” kaç lira, kaç lira tuttu, kaç lira veriyoruz? “ diye sorardı. Dört dakikalık yol
gitmişiz 10 TL tutmuş, kişi başı kaç lira düşecek ki.
Bu kızın cebinde daima bozuk paralar olurdu, hiç şaşmadı. Taksi kaç lira tuttuysa, kuruşu kuruşuna
verirdi. Hatta bizim arkadaşlardan bir çocuk onun barda bozuk paraları avucunun
içinde küçükten büyüğe doğru dizdiğini gördükten sonra “bozukçu” takmıştı adını.
Artık batmaya başlamıştı her yaptığı. Sonuçta benim değil arkadaşımın arkadaşıydı ama o her yere sokuluyordu. Erkek arkadaşları da en az onun kadar garipti. Nerde bir arıza ve mostra adam var, onu hiç aramadan hemen bulurdu.
Peki, ya giyimi?
Ara sıra ucuzluktan (ama kesinlikle ucuzluk zamanında)
pantolon, body, ayakkabı, çanta alırdı. Ama bunları hangi mağazalardan beğenip de alır, öğrenemedik.
Hatta yolda bizi gören bazı tanıdıklarım “ şey, o sarışın arkadaşınız nerden?, kim?" filan diye soruyorlardı. Yeni aldığı kıyafetleri en az üç ay bekletirdi. Bir gün " aaa, bunları ne zaman aldın, hiç görmedim üzerinde" demiştim, o da "iki üç sene oluyor, bir erkekle buluşursam o
zaman giyeceğim , şimdi gerek yok “ demişti.
Ne kadar daha modern giyinebileceğini üstelediysem de beni zevksizlikle suçladı. Kendisine
göre o çok zevkliydi.
Mesela kesinlikle kuaföre gitmezdi bu kız. Saçını kendisi
boyar(sahne sarısına) kendisi keser( akıl hastaları gibi) kaşlarını kendi alır, tırnaklarını kendi yapardı. Hayatında hiç manikür pedikür yaptırmadı, fön bile çektirmedi. Geceden bigudiyle sarardı saçlarını, eski
moda dergilerindeki kapak kızlarına benzerdi. Sonuçta o güzel
yüzü, o güzel vücudu komik ve rüküş tarzıyla rezil etti. Neden gitmiyorsun kuaföre dediğimde "başkasının saçlarımı ellemesine dayanamıyorum"
demişti.
Bir kere nişanlandı. Nişanlandığı kişiyle eşya almaya gittiklerinde tam bir komedi yaşanmış.Nişanlısı bundan daha arıza çıkmış. Üzerinde Ayşe (markası) yazdığı için yatağı, el halısı olmadığı için de aldığı halıları geri göndermiş, sonra da ” ben bunları beğendim” deyip, üç milyarlık halıları göstermiş. İstekleri arasında banyoda mutlaka sıvı sabun olacak, buzdolabı ultra derin
donduruculu olacak, nişan bohçasındaki gömlek "Beymen", pijamalar "Pierre Cardin", kol
saati "Bulgari" olacak varmış.
Sonra ne mi oldu? Babası nişan bohçası yerine iki adamını alıp, çocuğun evine gitmiş "
hayırlı olsun, bu ilişki bitmiştir"
demiş.
TATİL SEÇENEĞİNE GELELİM;
En komik kısmı bu. Bu kız asla kafasını denize sokmaz. Temmuz, Ağustos ne kadar sıcak olursa olsun başını suya sokmaz. Sebebi; üşütüyor-muş.(boneyle
girerdi denize çoğu zaman)
Tatil yeri bellidir ve asla değişmez. Annesiyle beraber Kıbrıs. Tanıdığım bunca yıl içinde başka birisiyle başka bir
tatil yerine gittiğine rastlamadım. Biz çağırırdık tatile bunu, "ay, canım, çok sağ ol, annemle gideceğiz biz bir
ay sonra zaten" derdi hep.
Bikinilerini aldığı yer belliydi; pazarlar. Ama bu bikinileri de
ancak sevgilisiyle havuza filan gider diye giymezdi. Eğer günübirlik denize gitmişsek (Şile, Riva, Kilyos gibi) en eski bikinisini ya
da bikini görünümlü sütyen- külotunu giyerdi. Asla dışarıda yemeğe para vermezdi kısmına bilmem değinmeye
gerek var mı? En fazla bir çay ya da sodayla günü geçiştirirdi.
O dönemlerde en büyük arzusu evlenmekti.” Bu sene içinde evleneceğim ben “ demişti en son görüştüğümüzde. Kim olduğu önemli değildi, önemli olan "evlilik" olayını gerçekleştirmek, "bir kere evlendim" demekti.
Görücü usulüyle, evden işe işten eve giden, anne kuzusu, hayatında hiç bara gitmemiş bir gençle tanıştırıldı ve evlendiler.
Gelin başı ve makyajı tabii ki kendisine aitti ve çok kötüydü. Onu son olarak o gün gördüm. O günden sonra sebebini bilmediğim bir şekilde
beni ne aradı ne sordu. Ancak ortak bir tanıdığımızın nikahında gördüm bir sene sonra. Hiç bir sorun yokmuş gibi “ aaa, canım nasılsın, gelin çok güzel olmuş, değil mi” deyip, eşinin elinden tuttu ve nikah salonunun en uzak köşesine oturdu.
Hayretle onu izliyordum . "Evlenince çalışamam ben, hem evliliği hem işi yürütemem" demişti bir keresinde. Öyle de yapmış, evlenir evlenmez çıkmış işten. Onun için ikisi de yeterince heyecan verici ve büyük bir sorumluluktu zaten. Aynı anda evli olup, işe
gidemezdi.
Onu tarihin karanlık sularına gömüp, unutmaya karar verdim. Geçen gün aklıma geldi. Yaa, bu kız ne yaptı, çocuğu filan oldu mu, evlililiği nasıl gidiyor diye düşündüm. Facebook hesabı yoktu o zamanlar
(evlendi ya hani...) ama şimdi var-mış. Gördüm onu.
Yine kendine ait muhteşem dizaynından iki ayrı kıyafetle fotoğrafını koyup, bu aleme kaydolmuştu. Rus
revü kızları gibi giyinmiş; biri otelde(muhtemelen annesiyle gittiği Kıbrıs
seyahatine ait) biri de otelin havuz kenarında,
straplez bir elbise, ayağında lame topuklu terlikler ve kendi
ellerinden çıkmış usta(!) makyajıyla "evli" yazmayan profiliyle
oradaydı. Eski günlerine dönmüştü.
Evliliği yürütemezdi zaten , ama amacına ulaşmış, bir kez evlenip boşanmıştı işte. Tahminen uçak biletlerini annesi almıştır iki ay önceden, mekan bellidir; Kıbrıs'ta bir otel! Gitmek için
gün sayıyordur şu aralar.
ÇİYAN
25 Apr 2014 6:11 AM (10 years ago)

Manikürcüleri
pedikürcüleri bilirsiniz, her çeşit kadını göreceğiniz yerlerden biridir.
Emekli öğretmen de gelir, ergen öğrenci de, bankacı da gelir, sanatçı da, oyuncu da
gelir, mimar da.
Bir de bu tip
dükkanların müdavimleri olur. Haftada minimum üç gün buraya gelirler, müşterilerle sohbet ederler, boş boş
konuşurlar, mutfağa girip kahvelerini yaparlar. Dükkânı istediği gibi kullanırlar anlayacağınız. Hani elinden gelse beğenmedikleri
müşterileri dükkâna sokmayacaklar.
Manikürcümle
kardeş gibiyiz neredeyse , yıllardır tanırız birbirimizi. Böyle bir gün, güpgüzel kırmızı ojelerim sürülmüş, kurumasını bekliyorum. Çiyan'ı daha önce bir kez görmüştüm. Bu ikinci görüşümdü. Devlet
dairesinde çalısıyor bildiğim kadarıyla,
bir de kızı var. Otuz beşlerinde, saçları kızıl ve kısacık ve daima jöleli. Altında bir eşofman , spor ayakkabılar.
Alıcı gözle bakınca hoş bir hatun ,
vücudu da güzel. Gözleerrrr!!!
Uzaktan
inceliyorum onu; hafif kısıyor gözlerini. Mavi mi yeşil mi anlaşılmıyor. Her ne
renkse de işte, kendini o kadar beğeniyor o kadar eşsiz bir güzellikte olduğunu
düşünüyor ki, hiç konuşmasanız da bunu anlıyorsunuz zaten. Gıcık oldum bu
hatuna. Bu kadar kibir bu kadar şımarıklık bünyemin kaldıracağı bir olay değil.
Bu yine daldı mutfağa ağzında sigara, kahve pişirmeye başladı. Manikürcümün minik bir buzdolabı var; oraya da dalıyor, meyve, bisküvi ne varsa sormadan
yiyor. Kıza laf sokmam lazım, yoksa eve gidip huzur içinde uyuyamayacağım. Ben onu incelerken müşterilerden biri “ay, ne kadar
güzel gözleriniz var,” diye iltifat etmez mi.
Hatun zaten kasım
kasım kasılıyor
"Heh, aferin , iyi bok yedin"diyesim geldi kadına.
Bu teşekkür etti ,
baygın baygın süzdü çipil yılan yeşili lensli gözlerini. Ben de "güzel lens" dedim.Yanına yaklaştım, “ ama çok kaliteli , hiç
belli olmuyor, gerçek gibi “ dedim.
“Yok, değil” dedi.
"Lens, lens. Aynısı var bende, ordan biliyorum”
dedim.(Geçen sefer de bir kadın iltifat etmişti, tesekkür edip susmuştu. Lens dememişti)
“Yok ya, herkes
öyle sanıyor “dedi.
Bir kere ne olursa olsun anlarsınız lensi, evet, bu
kadındakini anlamanız zor , göz bebeği gözüküyor sadece, cuk
oturtmuş şeytan karı.
Hafiften şaka yollu "Dur , ben anlarım şimdi lens olup olmadığını deyip, parmağımı gözüne daldırmak için bir hamle yaptım. " Aaaa, yapmayın” filan dedi. “Lens solüsyonu var benim yanımda,
yıkayayım o zaman ellerimi, mikrop
kapmasın gözleriniz , sonra da çekip çıkartayım" diyorum. “Ay , yok, alerjim filan var” diyor bir sapığa
bakar gibi bakıp.
Diğer kadınlar da
bana cephe almışlar gibi “ay, kendi gözü canıııımm, böyle lens olur mu , maasallah”
demezler mi. (Sen mi doğurdun, nereden biliyorsun? tövbe ya Rab bim)
Acayip
sinirlenmiştim hepimizi aptal yerine koymasına.
Bunu
unutmayacağım kadın! elbet senin de sonun gelecek iç sesiyle evimin yolunu
tuttum.
Bir hafta sonra tekrar bir uğrayayım dedim bakalım "Çiyan" orda
mı. Evet, oradaydı ve yine eşofmanı
spor ayakkabıları, kısacak saçları, kendisinin olduğunu iddia ettiği gözleriyle ortalıkta dolanıyordu.
“Merhaba” dedim manikürcüme ve sıramı beklemek için
koltuğa iliştim. Pis pis bakıp, izliyorum onu.
O gün Tanrı”nın
bana bahşettiği ender güzel günlerden biriydi. Akşam olmuş isten çıkmışım, yarasa ayaklarıma pedikür yaptırmak için bizim
kıza uğramışım ve Çiyan orda!
Dükkân epey
kalabalık. On dört yaşlarında kapkara bir kız oturuyor koltukta, başka
müşteriler de var. İşsiz güçsüz takımı da orda. Konuşurlarken baktım bizim Çiyan kara kiza " kızım, kızım” diyor. Tamam dedim, kısmet ayağıma geldi. Sonun geldi pis Çiyan! Elime öyle bir fırsat
verdin ki, istesem böyle denk gelmezdi. Çiyan tuvalete girdi o sırada. Yüzümdeki şeytani
ifadeye en masum halimi oturtmaya çalışarak, Çiyan'in duymayacağı bir sesle, “aa
ne güzel, demek sen basketbol oynuyorsun, hımm.. Ben de oynamıştım
lisedeyken ama sonradan bıraktım işte. Sen devam edecek misin, bak ne güzel upuzun bacakların var ” falandı filandı derken muhabbeti ilerlettim.Ve sonunda beni huzura kavuşturacak, uykularımı geri getirecek atılımımı gerçekleştirdim.
“Sen de lens
taksan annen gibi, ne güzel olursun, biliyor musun. Böyle esmer güzeline ne çok yakışır mavi lensler"
“Yok ya, takamam
ben öyle şey gözüme”
Dedi.
!!!
Olmuştu
işte! Birinci ağızdan duymak istediğimi duymuştum. Hay, çok yaşa çocuk sen!
Artık kızla işim
kalmamıştı. "Aslında o kadar da güzel değilsin leylek bacaklı" deyip, kalkasım
geldi koltuktan. Çiyan tuvaletten çıkmış, bana endişeli gözlerle bakıyordu.
Gözlerinin içine pis bir ifadeyle bakıp, azıcık da ağzımı Bruce Willes gibi çarpıtarak
gülümsedim.
Tonlarca demir kalkmıştı üzerimden, pamuk gibiydim. Manikürcü arkadaşım müşterisinin tırnaklarıyla ilgilenirken beni duymuş, saçlarını güldüğü belli olmasın diye yüzüne kapatmıştı. Kimselere belli etmeden, bilgiye ulaşmanın sonsuz sevinciyle ayrıldım dükkandan. Bakalım neler olacaktı bundan sonra.
Birkaç gün sonra
dükkânın önünden geçerken manikürcüm "çabuk gel, sana bir şey anlatacağım" dedi.
Çiyan olayın
ertesi günü dükkâna gelmiş, vermiş veriştirmiş bana. “Benim çocuğumun
psikolojisini bozdu o, çocuğu doktora götüreceğim” demiş
“N''oldu, yaa” filan demiş benim kız.
“Çocuğum kaç
gündür ağlıyor. Senin o arkadaşın sıkıştırmış çocuğumu, o da bana
nazar değmesin diye “annemin gözleri lens” demiş. Ben de onunla konuşunca ağlamaya başladı, çocuk kaç gündür okula bile gitmiyor üzüntüsünden" demiş. Baskı altında kalmış çocuğu!
Arkadaşım “yok
ya, öyle birisi değildir o , neden
yapsın, neden senin çocuğunun
psikolojisini bozmak istesin ki” dese de Çiyan “ben artık gelmem bu dükkâna, o
kadını görürsem saçlarını yolacağım” demiş.
Manikürcü ve ben duvarları yıkacak düzeyde kahkahalar attık; gülerken birbirimizi dövdük , çırpındık, ben birkaç kere kendi eksenimde döne döne zıpladım, sarsıldım, saçlarım havaya uçtu zıplarken.
"Senden korkuyorum
ben "dedi arkadaşım."Dediğini yaptın sonunda, sana inanamıyorum"
"Benim yüzümden
müşteri kaybettin, çok üzgünüm" dedim.
"Sen benim için daha
değerlisin"dedi.
"Kimse bizi aptal
yerine koyamaz, ama" dedim. "Koyamaz" dedi.
Çok üzgünken konuşamam, ağzımdan kelimeler çıkamaz; tıkanırım. Yemek yiyemem, dışarı bile çıkamam. Evdeysem odama, ofisteysem de sandalyeme yapışırım. Ayaklarım tutmaz, yürürken sağa sola sendelerim. Bir şeyler yazayım da içimdeki yangın sönsün isterim ama onu bile beceremem. Tuşlara basacak gücüm olmaz. Sadece sigara üstüne sigara yakarım. Sigaraya bu yaştan sonra başlanır mı bilmem ama Gezi olaylarından sonra düzenli olarak içmeye başladım. Bir tek bunu yapabiliyorum üzgünken. Dolayısıyla, yazıyı da bugüne ancak yazabildim.
O gün de sabah yedide kalkmış, haberleri izliyordum.Yorucu bir gün beni bekliyordu. Alt yazı geçti o anda. Aylardır uyansın diye beklediğim küçük can ölmüştü... Elimde çay bardağı vardı. Koltuğa çöktüm. Ayaklarım titremeye, güçsüzleşmeye başladı. Bir anda seksen yaşında olmuştum. Bütün kemiklerim ağrımaya başladı. Göz yaşlarım biraz önce yaptığım makyajı silip süpürmüştü. Gitmiş! dedim. Gitmiş işte.! Olmadı! Aylardır ümitle bekliyordum oysa ki.
Lap topumu alıp, evden çıktım. Acıdan ölsen de işe gitmek zorunda oluşuma bir kez daha isyan ederek hem ağladım hem yürüdüm. Sabahları uzun zamandır kademe kademe tomurcuklanışına, çiçek açışına tanıklık ettiğim bir erik ağacım var. Her sene zamanını geçirmeden patlatır minicik tomurcuklarını, sonra yavaş yavaş büyür, göze çarpmaya başlar, bembeyaz gelin gibi açar, sonra da çok lezzetli meyvesini sunar bana. Ondan anlarım ben baharın geldiğini.
Oysa baharda uyanır diye düşünmüştüm küçük çocuğum. Bu ağaçlar ne zaman eriğe dönecek, o da o zaman uyanacak diye hayal kuruyordum. Çünkü baharda büyür çocuklar; boyları uzar, yanakları al al olur. Ancak bu bahar güzel geçmeyecekti, anlamıştım.
Ne çaresiz anlardır ölüm haberlerini duyduğumuz anlar. Mutlaka kendimi suçlayacak bir şeyler bulurum. Yapamadım, beceremedim, onu yaşatamadım diye. Kendimi Berkin öldüğü için suçlu hissediyordum. Bir şey yapamamıştım.
O gün twitleri ve mesajları okumakla geçti. Hastane yatağında bir lokma kalmış çocuğun ağırlığıyla ezilmiştim. Yapabileceğim bir tek şey vardı şu anda, acımı hafifletecek tek bir şey ; Kadıköy'e gitmek!
Çağırdığım herkesin bir bahanesi vardı. Eski arkadaşlarım zaten burada değildi İş yerindeyse "hadi Kadıköy'e" diyeceğim bir insan yoktu. O halde tek başına olsa da gitmeliydim.
Bir panik ataklı için eyleme katılmak, yürüyüşün parçası olmak, kalabalığın içinde olmak biraz daha zordur. Ama imkansız değildir. Kendi çapımda bir karton hazırlayıp çıktım yola. Üzerimde klasik iş kıyafetlerim ve paltom vardı, sabah bunu hesaplamamıştım hiç. Meydanda bir arkadaşıma rastladım, biraz konuştuk, sonra ayrı yerlere dağıldık. Aynı amaç için gelmiş, çoğunluğu da gençlerden oluşan bir topluluk içindeydim, tek başıma slogan atıyordum, olaylar şiddetlenirse ne yapacağımı gerçekten bilmiyordum. Gelmiştim işte, orada olmak, sesimi duyurmak için gelmiştim.
KFC'ndan içine girip, fotoğraf çekmek istedim. Orası çok uygundu. Ancak polis o anda yapacağını yaptı ve Kadıköy"e gazı saldı. Gazdan kaçan büyük bir grup KFC'nin içine daldı. İçerisi bir anda yerlere düşen kızlar, bayılan insanlarla doldu. Görevli "içeriye gaz giriyor, kapıları kapatıyorum" deyince tam bir panik haline girdim. Bir yandan gözlerim yanıyor, bir yandan da boğulur gibi öksürüyordum. Bir panik ataklı için daha beter bir ortam olamazdı. Taksim'deyken bu kadar etkilenmemiştim; alan büyüktü, arkadaşlarım vardı, sığınacak bir sürü kafe vardı. Ama bu sefer kötüydüm; tek başımaydım. Kızlardan birisi yanan gözlerini elleriyle silmeye çalıştı, "yapma!" dedim, "daha kötü olur, ellerini sürme". “Tamam abla” dedi.
Kalabalıktan, gazdan, hem de burada bayılırsam beni kim kaldıracak , ailemin haberi de yok, gözlerimi nerede açarım korkusuyla elektriğe kapılmış gibi titriyordum. O anda Ali İsmail Korkmaz'ın neler hissettiğini çok iyi anladım.
"Dışarıya çıkmak istiyorum, açın kapıları" diye bağırdım.Dışarıda da gaz vardı, içerisi daha beter. Benimle beraber dışarı çıkan bir kaç kişiden birine ” ben tek başıma geldim, kimsem yok , ne yapacağımı bilmiyorum” dediğimi hatırlıyorum. Kız, elimi tuttu. "Gel, korkma" dedi. O an yalnız olmadığımı hissettim, tutacak eldivenli bir el ve onun da tuttuğu iki elle beraber koşmaya başladık. Sanırım komiktim. Lap topumla mantomla, topuklu botlarımla, komiktim. Onlara yetişemiyordum, hızlı koşuyorlardı.
Kalabalığa daldılar ama benim için korkunçtu o insan kalabalığı. Kızın elini bıraktım, ters yöne, gazın olduğu yere doğru gitmeye başladım. Gözlerim berbat durumdaydı, kendimi kötü hissediyordum, yarım yamalak gördüğüm bir binanın önündeki gençlerin yanına attım kendimi. Sanırım yere düşmüşüm, birileri kollarımdan tutup, talcid'li su sıktı ve içeriye aldı.
İçerisi bir stüdyoydu. Duvarlarda gitar fotoğrafları vardı. Koltuklarda benim gibi yüzü gözü şişmiş gençler oturuyor, kimisi ağlıyor kimisi de orada tesadüfen olduğunu ve ne olduğunu tam anlamadıklarını söyleyip birbirlerine sarılıyorlardı. Hepsi çok gençti ve benim yaşımda bir tek kişi yoktu. Onlar benden küçük olduğu için yardım etmem gerekiyordu, ama nasıl? Neyse ki uzun sürmedi , kapı açıldı ve iğrenç gaz kokusuyla beraber benim yaşlarımda iki adam girdi; yalnız değildim..
Güvenli bir yere sığınmanın, gazdan uzaklaşmanın huzuruyla az da olsa rahatlamıştım. İki kelimeyi bir araya getirip konuşamıyordum titremekten.
Birazdan iki baygın kız daha geldi stüdyoya. Onlara yardım etmeye çalıştım. "Ben de eskiden eylemlere katılırdım, ancak panik atak olduktan sonra biraz zorlanmaya başladım. Telaşlanmayın, birazdan geçer" diye onlara ablacılık, annecilik oynadım.
Annesinden babasından habersiz gelmiş gençler vakit ilerleyince korkmaya başladılar. Polisten korkmuyorlardı ailesinden korktukları kadar. Bir kızın babası sürekli arıyor ve kıza küfür ediyordu. Kız da babasının ettiği küfürleri aynen bize aktarıyordu. Kıza "sen dur bir, sakin ol" dedim. "Mesele nedir anlat.
Ver şu babanın telefonunu ben konuşayım" dedim. O kargaşadan anladığım kadarıyla kızın okulu Beşiktaş taraflarındaymış. Normal şartlarda her gün aynı otobüsle gittiğinden okuldan eve evden okula gidişlerinde herhangi bir aksama olmazmış. Polis dese, eylem dese babası hayatı zindan edecek ona.
Babasını aradım, küfür ederek açtı "Bakın beyefendi, ben kızınızın Emlak hocasıyım, polisler bizi eyleme gidiyoruz zannederek Beşiktaş iskelesinin orada topladı ve bir karakolu kapattı. Ben öğrencilerimi yalnız bırakmamak için onlarla kaldım" Dedim. Adam o sırada telefonu eşi olduğunu düşündüğüm kadına verdi. Babadan daha sert bir ses tonuyla konuşan anne" Peki, nasıl dönecek bu kız eve" dedi. "Ben hepsini tek tek otobüse bindireceğim" dedim.
Zoraki bir " iyi" lafından sonra kız rahatlamış ve boynuma sarılıp"size nasıl teşekkür etsem azdır" demişti. Neyse bir sorunu halletmiştik Ama sorunlar bitmiyordu.
Diğer tarafta yirmi yaşlarında bir kız sevgilisini Kadıköy"de polisten kaçıp bir stüdyoda olduğuna inandıramıyor, kendini ispat etmek için bağıra çağıra kavga ediyordu. Onu da sakinleştirmem lazımdı. Zira konu sevgili ilişkileri değildi. "Ne bağırıyorsun, herkes canıyla uğraşıyor burada " deyip, çektim telefonu elinden.
"Bak oğlum, sevgilin burada, yanımda oturuyor şu anda. Ben elli yaşında bir kadınım ve yalan söylemiyorum. Polisler peşimizden kovaladı ve gazladı. Biraz önce kız burada astım krizine girdi. Arzu edersen gel. Ya gaz yiyip bayılırsın, ya da polisler seni gözaltına alır, istersen adresi de vereyim" deyip o ilişkideki sorunu da hallettim.
Çocuk sakinleşti, kız boynuma sarıldı. O küçücük stüdyoda hepsinin farklı bir telaşı vardı. Bir ara dışarı çıksam başıma bir hal gelir mi diye düşünüyordum. Çocuklardan biri " abla ya, sen çık, seni kimse almaz bu kıyafetle" dedi. Aynada kendime baktım, çocuk haklıydı...
Gazın şiddeti artmaya, iyice içeriye sızmaya başladı. Her içeri giren gazla beraber geliyordu. Zaten alerjik olan bünyem iyice beter olmaya başlamıştı. Yine öksürük tuttu, yine içim sıkışmaya, nefes alamamaya başladım. "Benim gitmem lazım" dedim. Stüdyodaki çocuklardan birinin üst katta evi varmış. Tanrım binlerce defa razı olsun, beni evine götürdü. Buraya gaz dolmamıştı. Kendimi resmen bir savaşın içinde hissediyordum.Dışarıda polislere küfür eden bir grup, polisin ateş ederek verdiği karşılık, çığlık atan kızlar.Yüzümde kırmızı kırmızı lekeler oluşmuştu. “Burada dinlenin biraz, sonra gidersiniz “ dedi. Kardeşim facebook'taki fotoğraflarda beni görmüş, "senin ne işin bu yaştan sonra oralarda" diye mesaj atıyordu. Bir yalan uydurdum. "İyiyim" dedim.
Cesurca katıldığım eylemleri, gösterileri hatırladım. Yirmili yaşlarım, çılgın, korkusuz kimliğim gelip dikildi karşıma. Ben de onlar gibiydim şimdi.
Gaz maskesini takmış, dışarıda yardıma ihtiyacı olan birileri var mı diye kontrole giden ev sahibine, "ben de eski eylemcilerdenim" dedim. "Ama yıllar insanı acemileştiriyor, korku salıyor, gözü karalığını alıyor" dediğimde, elinde talcid sisesiyle bana gülümseyerek kapıdan çıkıyordu. Birazdan baygın birini bulup, evinde misafir edecekti.
Ne güzel şeydi bu Kadıköy'lüler. O gece evine almasalardı, biri üstüme basıp geçecekti. Polis "ne bok işin var be kadın, bu yaştan sonra" deyip tartaklayacaktı belki de. Ben " imdaatttt , kurtarın beni, kimsem yok" diye bağıracaktım.
Hiçbiri olmadı; yalnız değildim.
Hiç tanımadığım insanların elini tutmuştum.(bu arada elimi tutan kız, bunu okuyorsan binlerce kez teşekkürler, sen elimi tutmasaydın belki bir daha sokağa çıkamayacaktım)
Bu gece benim için çok fazla heyecanlı geçmişti. Dar alanda paslaşmalar yaşamıştım. Ortalık biraz yatıştıktan sonra ciddi iş kıyafetimle Boğa"nın orada duran çevik kuvvet ekibinin ortasından, gözlerine baka baka geçip, bir taksiye bindim ve evime gittim. Gece heyecandan uyuyamadım.
Benim hiç çocuğum olmadı. O yüzden bütün çocukları, gençleri benimmiş gibi sevmekten, ölümlerinde benim çocuğummuş gibi üzülmekten, onları yeniden doğurup, yeniden kaybetmekten çok yoruldum.
Ev sahiplerine haftaya mantı yapıp, getireceğimi söyledim ayrılırken. Öyle şeker, öyle güzellerdi ki, tekrar yirmi yaşlarıma dönmek mümkün olsaydı, onlara yirmi yaşımla misafir olmak isterdim.
Kalkıp mantı, mercimekli köfte ve kakaolu kek yapmam lazım, söz verdim ama ayıp olur.
Bir düğünlerde
bir de cenazelerde karşılaşılan olaylar vardır bizde. Arasan o kadar türde
insanı bir arada bulamazsın.
Evde yas vardır,
taziyeye gelenler sıradan bir görevi yerine getirmek için don paça gelmişlerdir.
Kapıdan girer girmez ev sahibinin yüzüne bir bakışları vardır ki onların,
ölmekten beter ederler seni, acını ikiye katlarlar. Hatta eğer gözlerin
ağlamaktan şişmemişse seni kınar gibi bakarlar.
“Gördün mü karısını/kızını, hiç ağlamadı vallahi. Gelenlere yemek dağıttı, sohbet etti, havadan sudan konuştu. Ne geniş insanlar var be, ben olsam
ortalığı yırtmıştım” derler.
Örtücü kişiler; Ev
sahibinin üzerinde kolsuz bir atlet, kısa kollu bir t-shirt, altında tayt ya da
şort varsa örtücü teyzeler iş başındadır. Başına örtü atar, içeriden birinden yardım istemek suretiyle uzun bol bir etek ve gömlek verip “Giy yavrum bunları, olmaz öyle, şimdi senin acın var. Gelen giden ne
der hem “ deyip, sizi kapattıkça kapatırlar.
Evi derleyip düzeltenler ; Bu insanlar eğer ani bir ölümle karşılaşmış bir
eve gitmişlerse dolapları, yatakları , mutfaktaki yemek masasını kontrol
ederler. “Allah sabır versin kızım. Ne yapacan, ölüm işte, hepimizin gideceği yer” deyip, bir yandan sanki gece gündüz
o evdeymiş yaşıyormuş gibi yatak odasına girip, eğer yataklar toplanmamışsa toplamaya, kıyafetleri
katlamaya başlarlar. Ya, dur! belki ben senin pijamalarımı, çoraplarımı
görmeni, ellemeni istemiyorum. Yok öyle bir şey. Bir yandan hesapta acısını dile getirirken mutfak masasını toplar, “şu peynirler de bozulmasın, masa üstünde kalmış, “ diyerek konuşa konuşa iş yaparlar. Dolapta içki bira gibi şeyler varsa "yavrum, at bunları çöpe, kimse görmesin. Ölü var bu evde, günah bunlar" diyerek içkileri de çöpe attırırlar. O anda en önemli şey gerçekten o peynirlerin bozulması ve dolaptaki içkilerdir.
Bu kadınlar her taziye evinde
bunu yapmayı görev bilerler. Kendilerini bu işe adamışlardır, evlerini bok götürse bile...
Bak bakalım kimler gelmiş; Bu tipler açık olan kapıdan başını
uzatırlar, elinde evinden getirdikleri terlikleri vardır. Paat diye atarlar
girişe. “Allah rahmet eylesiiinnn,” diye yüksek sesle yapılan girişin ardından
yarı içinden yarı dışından dualar okuya okuya kalabalığa dikkatlice göz
gezdirip, kimler gelmiş, kimler gelmemiş
diye araştırmalarını yaparlar. “Aaa, Aysel hanım
yok mu?” , derler mesela acılı ev sahibinin duyacağı şekilde. ( Hani senin kara gün dostundu, bak uğramamış bile Ama ben ama ben, bak hemen geldim, gelirken böreğimi de ayranımı da getirdim.) diye
varlıklarını belli etmek isterler.
Destekçiler; Bu tiplerin aslında taziye evindekilerle pek bir
samimiyeti yoktur. Sadece tanışıktırlar. Ama uzaktan bakan o ailenin çok yakın bir
akrabası olduğunu zanneder. Ağlayan insanlara manevi destek verir, burnunu silmesi için peçete verir. Kolonyayla ellerine, başına masaj yapar, tuvalete götürür, elini yüzünü yıkar.” Yavrum, ağlama , sen daha
çok gençsin, önünde uzun ömür var, sen
güçlü ol ki, annene kardeşlerine destek olasın” diye saçlarını sıvazlarlar çatlak elleriyle. Acılı kişi de kadına bakar bakar, bir türlü hatırlayamaz. Bir
yandan da mutfaktan ayranlı börekli
tatlılı bir tabak hazırlarlar. 'Ye yavrum, ye' diye ağzına tıkıştırırlar. Bir
lokma geçemez ki insanın boğazından acılıyken, ama olsun yemek lazımdır.
Neden geldiğinin farkında olmayanlar; Bunlar anneleri tarafından "hadi kalk
kızım, bak Mürüvvet teyzenin kocası ölmüş. Baş sağlığına gidiyoruz" diye zorla getirilen çocuklardır. “Anne
yaaa, off, . Ne giyeceğim şimdi?” diye mızıldandıkça, anneleri onları dürterek “hadi
kızım , hadi, geçir üstüne kotunu. Bak, Nermin teyzeler de geliyor hem” der. Nermin
teyzenin de kendi yaşlarında bir kızı vardır. Hiç değilse onunla oyalanır. Bunu
duyunca kabul eder ergen kız. Ama saçını başını toplamadan parfümünü sürmeden
çıkmayacağı için dakikalarca oyalanıp annelerini çatlatırlar resmen. Düğüne mi ölüme mi gittiklerini hiç
anlayamazsınız. Ev sahibi acıdan katım katım ağlarken bu ergen kızlar film izler gibi izler onları. "Öğleden sonra
denize gideceğiz, geç kalmayalım" diye konuşurlar arkadaşlarıyla. Ya da akşam
Tonguç”tan gelen bir mesajı birbirlerine göstererek kıkırdarlar. Hayat ne
güzeldir o ergenlere.
Her işi ben bilirim, çok zenginim, çok
yardımseverim”ciler;
Bunlar ölüm haberini alır almaz, hemen börekçilere giderler. Seri bir şekilde "abim oradan iki tepsi su böreği veriyorsun, iki kasa da ayran" der, cebinden nakit olarak çıkardıkları tomarın içinden bir iki tanesini uzatıp, üzerini vermeye çalışan tezgahtara "Kalsin hocam, ölmüşlerinin ruhuna gitsin" der. Heyecanla börekleri ayranları
arabalarına yükletirler. Olay yerine gittiklerinde de mutlaka bir iki yardımcı
bulurlar etraftan. "üçüncü kata çıkıyorsun hocam, böyle gelin, masanın üstüne koyun
ayranları, Yenge hanım buyrun, Allah rahmet eylesin" diye kendilerini bu işe acayip kaptırır, şovunu yaparlar.
Rahmetlinin tüm hayatını anlatanlar; Bu tiplerin de eşleri, akrabaları ölmüştür. Ölüm acısını tatmış insanlardır. Yüzünde -ben ne
çektim, ah ah, kimleri toprağa verdim- ifadesi vardır. Onlar ölüm konusunda
tecrübeli, deneyimli insanlardır. Acının ne kadar süreceğini ne zaman
geçeceğini net olarak size bildirirler. Bir de" Hiç unutmam, Enver bey bizim
bakkala gelmişti. Yağsız peynir istemişti. O gün parası çıkmamıştı da biz de ne
olacak olur mu, biz burada komşuyuz" demiştik. Sonra ertesi sabah koşa koşa
parayı getirmiş , defalarca özür dilemişti. Çok dürüst adamdı, çok. Etrafındakiler de destekler. " Çok dürüst insandı, çookk"
Eş arayanlar; Şaşırmayın, öyle şey olur mu demeyin. Benim kaç tane tanıdığım mevlutlerde, dualarda, taziye
evlerinde eş buldu. Böyle yerler tanışmak için bulunmaz fırsattır. Kafada
başörtüler, siyah gözlükler olsa da "bu kim, tanıyor musun?" diye soran birilerine
çoğu zaman tanık olmuşumdur. hemen ardından cevap gelir " Aaaa, o bildiğin koskoca banka müdürü,üstelik bekar, hiç evlenmemiş.". Hımm.. Bu insanın yedisi var kırkı var, senesi var, var da var. Yedisinde olmadı kırkında olur , o da olmadı evdeki mevlutte mutlaka yol kat edilir.
Yiyiciler; Bunlar taziye evinde ne çok yemek olduğunu bilirler. Dualar okunur, herkes "Allah sabır
versin " dileklerini ilettikten sonra “hadi buyurun, sofraya” derler. Bunlar
genelde ailenin birinci derecede erkek akrabalarındandır ya da dini bütün
adamlardan biridir. Sofrada etlisinden
sütlüsüne tatlısına kadar her şey var. Eşraftan hayli yoksul kişiler için bulunmaz nimettir ölü evleri. Bunların içinde durumu abartıp ev sahibinin kızlarına ”yavrum, bir kahve
yapar mısın, şekersiz olsun” diyenler
bile vardır ki söylenecek sözümün kalmadığı andır. Şaşırmayın şaşırmayın. Nerden mi
biliyorum. Kendimden tabii ki., kendimden.
Acıyı kahkaya çevirenler; Görev yerine getirilmiştir. Gelenler bir
bir dönmeye başlar. Evden gruplar halinde çıkanlar olur. Evi en yakında olan kişi "Gelin, bir kahve içelim bizde” diye arkadaşlarını evine davet eder. Evine girer girmez “Ohh be”
diyerek başörtüsünü atar. Bir iki
acı söz söylenir. “Yazık oldu ya”, “ gitti işte” diye. Sonra “yaaa, bir şey
soracağım” der birisi. “O kapının kenarında elinde tespihle oturan beyaz
başörtülü kadın kimdi? Ya o kadın ne kadar komik ağlıyordu. Baktıkça gülesim
geldi. Gülüyor sandım ilk önce”
Öbür kişi de “ay, sorma ya, başörtümü ağzıma soktum, gülmemek
için” der.
“Off o değil de, bize sımsıkı sarılan kadın köydeki teyzesiydi
galiba, acayip kokuyordu” der. Ötekiler de kıkır kıkır “pöfff, fark ettim ya.”
Bütün
akrabalarını gördük. Çok elitim, sosyeteyim diye gezerdi ortalarda. Bir tane
tipi düzgün adama rastlamadım ben “diyerek günü yarılarlar.
BİR KIZIM OLSAYDI
13 Jan 2014 4:41 AM (11 years ago)

Bir kızım
olsaydı. Adı önemli değil, ama en çok Melek adı yakışırdı ona.
Sabah uyandığında
ördekli pijamalarının bir paçası dizlerine kadar sıyrılmış olsaydı. Karnı da
uyurken açılmış olsaydı. Sıcacık
olsaydı, fırından taze çıkmış ekmekler gibi. Güzel koksaydı.
Saçları biraz
dalgalı olsaydı, sabah yüzüne gözüne dolaşmış olsaydı, bir de dudakları
çıksaydı ortaya; Dolgun, pembe dudakları. Yanakları pespembe olsaydı bir de
masumiyetinden. Ona sıcacık sarılsaydım; kimsenin sarılamayacağı, kimseye
sarılamayacağım kadar içten; sahiplenircesine.
Ben onu seyrederken annesinin yanına geldiğini hissetseydi. Kocaman
gözlerini açıp, yarım yamalak konuşmaya başlasaydı uyku mahmurluğu olmadan.
Tükürükleri dudaklarından yüzüme saçılsaydı. Rüyasını anlatsaydı sabahları
kalın ve kısık çıkan sesiyle. Anlatırken de beyaz tombul elleriyle yüzümü
gözümü okşasaydı dünyadaki en güzel kadın onun annesiymiş gibi.
Yüzümdeki makyajı
görüp, “Annee, yine mi işe gidiyorsun ?”
“Evet ama akşama
geleceğim”
Deseydim.
“Yaaaaa”, deyip, şımarıkça üzülseydi. “Ama gitmeee, her gün işe gidiyorsun, ben seni
özlüyorum “ deseydi.
Özlem lafını
duyunca gözlerim dolsaydı. Onun gözlerinde hiçbir aşkta kaybolmadığım kadar kaybolsaydım. Kendimi göremediğimde,
anlayamadığımda işte o gözlere bakıp, kime ve neye benzediğimi anlayabilseydim. Kendimi
izleseydim onun gözlerinde; kendi küçük kopyamı. Tam göremediğim bir türlü
çözemediğim kendimi sonunda onun
gözlerinde bulsaydım.
Ben evden çıkınca
pencereye koşup, dalgalı saçlarını savura savura bana el sallasaydı. Tombik parmaklarını dudaklarına götürüp öpücük verseydi.
Hafta sonları
sahilde tek başıma yürüyüş yapacağıma, onun ellerinden tutup, minik minik
taşları denize fırlatsaydık. Kedilere yemek verseydik,
O da
“Annneee , kediyi
tutabilir miyim?” deseydi. O çok istiyor diye sevmesine izin verseydim.
Yol boyunca
konuşsaydı saçma sapan, aklına geleni
her şeyi. (tıpkı benim gibi.) Kimi zaman onu dinlemeden “hı hıı” deseydim ben de.
Sonra karnı
acıksaydı. Masada sigara paketimin yerine onun için dilimlediğim elma ve muz olsaydı
küçük bir kapta. Minicik ağzında
dakikalarca yavaş yavaş yemesini izleseydim. Bir yandan sandalyenin üstünde neşeyle bacaklarını
sallasaydı, açık sarı bir külotlu çorabı olsaydı o gün üzerinde. Martı geçseydi üstümüzden, biraz güneş
açsaydı. Ve ben onunla olduğum için çok ama çok başka olsaydım.
İstediğim zaman
istediğim kadar öpseydim onu. Başkalarının çocuklarını öptüğüm gibi ürkek, utangaç olmadan. Isırsaydım baldırlarını, başkalarının çocuklarına
anneleri kızar diye yapamadığım zamanlara inat.
Koklasaydım
onu, hiç kimseye hesap verme duygusu
olmadan; bu benim , istediğim kadar
koklarım edasıyla.
Sonra küçük bir
parka gitseydik. Benim kitap okuduğum ve çocuklarını salıncakta sallayan
anneleri , kaydıraktan heyecanla kayan çocukları özlemle izlediğim parka. Kimi
zaman annelerin “Kızım! oraya oturma
üzerin çamurlanacak,
Oğluuuum! çıkma yükseğe, düşersin” diye söylendikleri ve benim
“ bunlar da anne olmuş, bir ben olamamışım işte” diyerek hayıflandığım parka.
Ben kızımı salıncakta istediğim kadar sallasaydım; istediği
kadar, hiç sıkılmadan. Çünkü o çok
benim. Çok sevdiğim.Çok taptığım minik varlık.
Eve gidelim mi
dediğimde, “ Anneee, n”olur biraz dahaaa” dediğinde, parmakları soğuktan kıpkırmızı olsa da sırf çok istiyor diye, oyunu yarım kalmasın
diye, -çünkü oyunları yarım kalan çocuklar
hiç büyüyemezler- “tamam, biraz daha” deseydim.
Sonra çocuk kıyafeti
satan mağazalara girseydim onunla.” Ne çok geçtim bu mağazanın önünden kızım , biliyor
musun” deseydim . Nasıl olsa bir çocuğum olacak, alayım bir kenarda dursun” deyip, rengarenk tulumlar aldığım
mağazaya bu sefer gururla ve mutlulukla o'nunla girseydim. Kimi
zaman hamile kimi zaman yeni doğum yapmış kadınlar yanlarında eşleriyle
beraber gelirlerdi bu mağazaya. Bense tek başıma gezerdim. İçerisi
bebek kokardı; saflık, temizlik kokardı. Kasaya giderdim bir iki parça alıp.
Kasiyer sorardı” hediye mi” diye. “Hayır, kızıma” derdim gururla.
Evde kimse görmesin diye bir kenarda saklardım onları ama bunları kızıma asla anlatmazdım. Sonra şımarık olur.
Bir gün kızımın memeleri
çıksaydı, benim sütyenlerimi giymeye
çalışsaydı. Sonra bana ilk aşkını anlatsaydı, anlatırken onda kendimi
görseydim. Tıpkı benim gibi heyecanlı, coşkulu, tutkulu bir kız olsaydı. Uzun ince parmaklarıyla kendi odasında kemanını çalsaydı ve ben onu içerideki odadan
ağlayarak dinleseydim. Sonra o benim gözlerimi kıpkırmızı görünce “anne, bir şey mi oldu?” deseydi . “ Yok canım, soğan doğradım, senin
en sevdiğin yemekten yaparken” deseydim.
Deseydim, keşke deseydim, diyebilseydim
Ah kızım, sen
olsaydın ben hiç böyle yarım, böyle melankolik ,böyle yalnız böyle sevgisiz
olmayacaktım.
Yanlış kişilere
hiç sarılmayacaktım. İçimdeki bu sevgi açlığını, sevilme tutkusunu hak etmeyen insanlara hiç vermeyecektim, Senin
kokunu çok farklı yerlerde
aramayacaktım. Seni öperken doğru mu yapıyorum acaba, demeyecektim.
Doğmadın ki kızım,
Doğa ma dın ki,
Benim kollarımı
hiç dolduramadın ki.
On yedi yaşında ne kadar romantik ne kadar aşk dolu ne kadar çılgın ne kadar başıboş- avare olunursa ben de işte o kadardım
Gece gündüz beraber olan dört kızız. Ben hariç hepsi model gibi hatunlar. Ben de arada kaynıyorum. Güzel değil ama sempatik ve komik kadrosundan takılıyorum. Anı yaşıyorum, yol beni bir yere götürür nasılsa. Hava güneşli, biz yüzmek istiyoruz. İstanbulda denize rahatça girildiği zamanlar. Rengarenk dört kız yoldayız; iki adımda bir kahkahalardan yerlere yığılıyoruz ve yol da uzuyor tabii. Hedefimiz şimdiki gibi varmak değil. Güzel erkekler bizi bekliyor plajda, biliyoruz. Ve aşağıdaki parçayı dinliyoruz sürekli.
Denizde hoplayıp zıplarken balıklama atlamaya çalışan arkadaşımın başına bir bakın neler geliyor.
http://youtu.be/frDiToCADS0
Güzel bir günün içine bir kaza karışıyor. İçimizdeki sarışın fıstığın (adı Arzu olsun) ayağı paslı merdivenlere takılıyor, ayak boydan boya yırtılıyor neredeyse. Günün ortasındayız, denize giremeyeceğiz diye üzülüyoruz. Etraftaki herkes yaralı güzel kıza yardıma koşuyor. Bir şeyler bağlıyorlar ayağına ne buldularsa , her yer kan oluyor; içimiz acıyor. Ama olsun, "geçecek bu , en fazla iz bırakır, ne olur ki" diyoruz. Yardıma gelen dört yakışıklı için fırsat doğmuş oluyor. Geldiğimizden beri cephe almışlardı karşımızda zaten. Tanışmak için bundan iyi fırsat mı olur. Uzun boylu , esmer olan hayatımda duyduğum en güzel erkek sesiyle “ ama yaranız derin, hastaneye gitmelisiniz “ diyor. Gözlerimi dikiyorum belki beş dakika hiç ayırmadan. Ne güzel bir ses bu, ne kadar yumuşak.Günümüz mahvolmasın diye ben iyiyim diyor, Arzu, denize girmesem de güneşlenirim. Canım, arkadaşım, kardeşim, her şeyim benim...
O gün uzun sürecek karmaşık bir arkadaşlığın temelini atıyoruz. Muhteşem bir grup oluyoruz. Biz ve onlar. O, yani esmer olan, adı Boran olsun mesela, üniversiteyi kazanmış, Ankara'da okuyacak, Ona her baktıkça karnım sancıyor, kalbim anlamsızca atıyor ve yerinden çıkmak istiyor. Onun sesini duymak yetiyor aşık olmam için. Evet, ben Boran”a aşık oluyorum. Hem de nasıl. On yedi yaşındayım, başka nasıl olabilirim ki...
.
Geceleri hiç uyuyamıyorum. Sayfalarca şiir yazıyorum ona. O, hepimizle çok ilgili, herkese eşit davranıyor. Beni sevip sevmediğini bilmiyorum. Ama seviyordur canım, neden sevmesin ki. Çok zayıf olduğum için bana sürekli "Afrika”lı ne haber, Afrikalı senin hiç etin yok" diyor ve yüreğime yüreğime bıçaklar giriyor o zamanlarda.
O Ankara”da kim bilir nasıl üşüyordur. Kaç kişi kalıyorlar yurtta, annesini babasını özlemiştir. Ne kadar zor durumda ne kadar da bana ihtiyacı var. Atlasam bir otobüse gitsem.
Her gün mektuplar yazıyorum ona yollamadığım, hala sakladığım mektuplarım.
Aradan bir yıl geçiyor, ben dershaneye başlıyorum. O çıkışlarda beni almaya geliyor. Aramızda özel bir konuşma yok. Sevgi var da söylenmiyor gibi. Ben öyle kabul ediyorum. Her gün arıyor. Yanıma geliyor, her şeyden konuşuyoruz. Görüşeceğimiz zaman beni en şişman gösteren kıyafetleri seçiyorum. Biz bir çiftiz bence, herhalde evleniriz çünkü çok güzel anlaşıyoruz. Allah beni çok sevmiş ki böyle sakin birini , acısız bir aşkı vermiş. Annesini de çok seviyorum o da beni seviyor bence, gelini gibi bakıyor bana
Bir gün arkadaşım "hadi artık aşkını açıkla şu kıza"diye baskı yapıyor ona.Bana da telefon kulübesinden haber veriyor ". Bu akşam buluşacağız ve her şeyi açıklamasını isteyeceğim. Söz yüzüğü filan takın artık aranızda" diyor. Gülümsüyorum.
Ben de gelecek güzel cevabı bekliyorum. Aradan bir iki üç dört gün geçiyor Boran konuşmuyor. "Açıklamak istemiyorum" demiş ve kaçmış Sonra grubun diğer elemanlarından benim kızlardan birine haber geliyor. Beni değil, sarışını seviyormuş ama açılmaya cesaret edemiyormuş ".Neee , Arzu'ya mı? "diyor arkadaşım.
"Ben ilk günden beri onu sevdim ona, aşığım" demiş.
Peki neden hep Betty'nin yanındasın, arıyorsun, görüşüyorsun" deyince, " ben onu kardeşim gibi seviyorum" demiş.
Apartmanın girişindeki kalorifere yaslanmış, gelecek haberi bekliyordum .Yüzü darmadağın arkadaşımın. "Arzu'yu seviyormuş" diyor. On yedi yaşındayım ve bundan sonra ben yaşayamayacağım.
Korkunç bir yıkım bu, her şey bitecek . Boran benim kardeşim gibi sevdiğim Arzu 'yu seviyor. Arzuya nasıl bakacağım ben, o ne kadar üzülmüştür bunu duyunca. Tam bir hafta ağlıyorum. Gözlerim şişiyor ağlamaktan, açılmıyor göz kapaklarım. Annem sürekli soruyor , derslerden diyorum. Yemek yiyemiyorum, iyice zayıflıyorum. Yürürken bacaklarım titriyor yere düşecek gibi oluyorum, göğsüm sürekli sıkışıyor. Teyp sabaha kadar açık, bildiğim ne kadar acıklı şarkı varsa dinliyorum. Sigara içiyorum, ağlıyorum. Artık içimi çekmekten karın kaslarım yırtılacak gibi oluyor.
Bu başıma gelecek en kötüsüydü diyorum. Daha kötü olamaz. Ama oluyormuş, kötünün de kötüsü varmış
Hahaha. Nedense bu zamana kadar bu konuda hiç konuşmayan canım kardeşim Arzu, Boran”la çıkmaya başlıyor.
İkinci bir kıyamet!Bu kadarı da üç gün içinde olmaz ki.
Nasıl ,neden, aaa , yok canım, olamaz peki ama niye? sorularından başka bir şey çıkmıyor benden.
On yedi yaşında bu kadar darbe çok geliyor be. Ama yine de ben arkadaşımı çok seviyorum. Bu beni etkilemez, her şey bitse de biz arkadaşız. Onu nasıl silerim ben, başka arkadaşım yok ki. Onu silmek, hayallerimi de silmek demek. Ben nasıl toparlanırım yeniden hem aşk acısı hem arkadaş acısıyla.
Telefon ediyorum Arzu'ya bir gün . Ablası; Onlar Boran'la Kadıköy'e gittiler" diyor. "Boran Ankara'dan geldi de"
Nasıl da normalleştiriyor insanlar bu kadar zor anları. Nasıl da sıradan bir şeymiş gibi söylüyor arkadaşım bana. Aşık olduğum çocuğun , kardeşim gibi sevdiğim kişiyle buluştuğunu, flört ettiğini. Normalleşiyor her şey...
Arkadaşlığımız bu yüzden değil ama birkaç yıl sonra bambaşka, osuruktan bir sebeple bitiyor. Biz dört arkadaş değiliz artık. Yürürken sokakları inleten, muhteşem dörtlü yok artık. Bitti.
Son birkaç yılda yaşadıklarım yüzünden zor toparlanıyorum. O zaman bu çocuktan ayrıldım unutmak için bununla çıkayım dönemi değil. Aşıksın ve bu acıyı çekeceksin kardeşim, bize yakışmaz hemen yeni manita yapmak.
Kalbim ikiye bölünüyor; bir tarafta Boran”ın diğer tarafta Arzu”nun bir türlü hazmedemediğim aşkları. Ağırlaşıyor kimi zaman o taraf.
neden diyorum uzun yıllar boyunca, neden?
Bu soruyu içimden defalarca soruyorum onlara. Küçüktük, diyorum, çok küçüktük, evet, ama onlar bana karşı çok profesyoneldi. Bense amatör aşkımla en çok hasar alan taraftım.
Her şeyin bittiği gibi bu aşk da bitti bir gün ...Arzu başka biriyle evlendi. Boran bekardı.(bunu da çook zaman sonra öğrendim) Bu arada ikisinden de bir haber alamadım yıllarca. Elimdeki fotoğraflara, mektuplara bakıyor, hem Arzu'yu hem Boran”ı her şeye rağmen çok özlüyordum.
Büyüdüm büyüdüm... başka bir sürü kötü aşk yaşadım. Aptal yerine kondum sonra da yavaş yavaş palazlandım.
Bir gün aynı yoldaydık ikimiz de...Kadıköy”de.Onunla. Yan yana. Büyümüştü o da, evet, duruşu bakışları değişmişti. O uzuuuunnn yıllar derinlere sakladığım o kesik, onun sesini duyunca tuz basılmış yaralara döndü. Resmen varlığını belli etti. Nereden çıkmıştı şimdi bu kalp sızısı.
Saatlerce konuştuk, eskiden, okuldan, iş hayatından. Gözlerine bakamıyordum hala konuşurken. Arzu boşanmış, haberini ortak arkadaşlardan almış. O ise evlenmemiş hiç. "Arzu”yla evlenmem için baskı yapıyorlar arkadaşları" dedi. "İyi, evlenin tabii" dedim. Madem yıllar sonra karşılaştınız, kaderin senin bu sarışın " dedim. Bir yandan da hayır, tekrar buluşmasınlar, bunu istemiyorum diyordum.
O gün onu gördükten sonra evime giderken "vay be," dİyorum. "Ne aşşkmış, ne sarışın sevdasıymış bu".
Bu görüşmeden bir yıl sonra yine ortak bir tanıdıktan evlendiklerini öğreniyorum. Nasıl olmam gerekiyorsa öyle oluyorum...
Kırıklıklar geçmiş ama şimdi daha farklı daha tuhaf bir duyguya kapılmıştım. İsmi yok...
Belki bir umut demiştim ona Kadıköy'de rastladığımda. Gözlerime çok güzel bakmıştı çünkü. Pişman gibiydi, beni yine sev, der gibiydi. Belki tekrar severdim onu.
Ama şimdi tekrar, ikinci kez kaybetmiştim onu.
İki kez de kaybedilir mi insan, be...
Bir gün telefonum çaldı. Bilmediğim bir numara.
Alo?
Sessizlik
Bu sesi unutmak mümkün olmadığı için "Aaaa. Boran, sen misin, nasılsın filan. Ses titremesi, dizlerin çözülmesi, nefessiz kalma olayı.
Ben ki çoktan vazgeçmiş, unutmuştum aşkı, aşık olmayı, birine inanmayı, birilerinin gözünün içine bakmayı.
“Akşama buluşalım, içelim, anlatacağım şeyler var” dedi. "Allah allah" ne alaka şimdi bu. Hem Arzu duysa bozulmaz mı benle buluştuğuna. "Boş ver sen, gel" dedi.
Karlı bir akşamdı. Kadıköy sokakları ıssızdı. Herkes soğuktan kaçıp, evlerine sığınmak istiyordu.
Aklımıza ilk gelen yerde buluştuk. Bunca yıldan sonra, saçlarımızda beyazlar, kaz ayaklarımız ve biraz kırgın biraz yorgun olarak karşıladık birbirimizi.
Çok değişmişti, donuktu. Gözler değişmiyor bir tek; bakışlar... ama onlar da donuktu. solgun, kırgın, mahcup bakıyorlardı bana . Bense hala gözlerinin içine bakamıyordum.
Evliliği berbat geçmiş, detaylarını yazamayacağım; bok gibi ortada bırakılmış aslında.
İkinci rakımdan bir yudum alırken gözlerimde yaşlarla taaa on yedi yaşından beri bastırdığım zavallı, yaralı, yıpranmış çocuk aşkımın sesiyle, çok zor ve kısık olarak , ona yaklaşarak ve gözlerinin içine bakmaya çalışarak “sana müstahaktır, beni çok üzmüştün" dedim. Durdu. Yutkundum. Tekrar yutkundum. Ellerimi tuttu , çekti kendine. "Çok üzgünüm, çok!"dedi. Ben yine titreyen dudaklarımla kesik kesik "ben, ben.. on yedi yaşından beri çok üzgünüm" dedim.
"Bu aşkınız dostluğumuzu da bitirdi; bu daha da kötüydü. Ben hem aşkımı hem kardeşimi kaybetmiştim...Ve bunu siz flört eder eğlenirken yataklara kapanıp tek başıma yaşamıştım, kimselere anlatamamıştım. Bu büyük utançtı benim için"
Pencereden dışarı baktım, ne güzel kar yağıyordu. Ona döndüm "kaç kış ben seni hayal ettim,, biliyor musun. Ellerimden tutup, karlı yollarda benimle gezeceğini kaç kış hayal ettim"
.
"Çıkalım mı?" dedi. "Hayır, artık çok üşüyorum" dedim. Durdu, gözlerini mahcup mahcup bana sonra yere çevirdi
Meyhanede bizden başka bir masa daha vardı ve fonda Zeki Müren “ Seni sordum yıldızlara, seni sordum yalnızlara” diyordu. Rakı bardağımın içine kısa bir sağanak başladı. Ağlamak, zayıf kadını oynamak istemiyordum. Arabeskleşmenin manası yok, diyordum ama beceremedim. O çok beğendiğim ellerini uzattı, benden başka herkese dokunan ellerini...Gözümdeki yaşları sildi. “Çok üzgünüm, çok pişmanım , büyük hata ettim ben, çok büyük” dedi. "Senin değerini bilemedim ben.
Siyah saçı yok denecek kadar azdı. Yanakları hafif çökmüştü.
“ yanlış kişiyi sevmişim ” dedi.
Sustum...Çünkü on yedi yaşındaki yerlerim ağrıyordu; çok ağrıyordu. O geceye döndüm tekrar. Beni değil, Arzu'yu sevdiğinin haberini aldığım geceye. Küçüktük. Küçüktüm. İncecikti ellerim , kocaman, saf ve ürkekti gözlerim. Amatördüm aşklara, hayata.
Sessizce kalktık sonra, evlerimize gittik.. İkimiz de gözden kaybolana dek sürekli başımızı çevirip arkamıza baktık.
Birkaç gün önce mesaj attı; "senden sadece sana sarılacağım bir kaç saatini istiyorum. Sadece sarılmak. Bu hata bana çok ağırlık veriyor, kendimi sürekli suçluyorum"
.
”Sürüüün” dedim, espriyle karışık. ”Çok süründüm zaten, seçimimin bedelini ödedim” Dedi.
“Sadece birkaç saatini istiyorum senden, hiç hakkım olmasa da; sarılmak, unutmak, affettirebilmek için”...
"Ben esmer bir kadını sevdim
ve ona benzemek, onun gibi olmak istedim" diye bir şiir yazmış
Siz olsanız affeder miydiniz. Hem affetmek nasıl bir şey ki? Her şey bitecek mi? Üzüldüğüm günler silinecek mi? Her şey bu kadar kolay mı? Birini öldürüyorsun mesela, sonra ailesine gidip "beni affedin, ben çocuğunuzu öldürdüm" diyorsun . Mümkün mü?
Siz affeder misiniz benim yerimde olsanız?
Affetmek nasıl da küçücük, kısacık, söylemesi çok kolay bir kelime, değil mi?
Keşke gerçekte de böyle olsaydı...
"Bana on yedi yaşımı verebilirsen, affederim" dedim...

Tam bir sene önce
Makedonya seyahatinde tanıştiğim bir grupla tekrar görüşmeye karar verdik. Karı
koca evlerinde bir parti veriyorlar. Kesinlikle katılıyorum dedim. Ben ne zaman
birine söz versem strese girerim. Ya o gün geldiğinde görüşemezsek,
başıma bir iş gelir, hastalanırım da ya gidemezsem, ya da trafik tıkanır ben
yollarda sabaha kadar kalırsam diye mideme ayrı başıma ayrı ağrılar girer. En
stresli iştir birilerine söz vermek, plan yapmak. Ben tatile giderken bile bir gün önceden plan yapan biriyim. Hatta iş yerine söylemeye mecbur olmasam, gittikten
sonra arayıp "ben bu hafta yokum" demek gelir içimden. Zaten en erken Cuma sabahı
söylerim izne çıkacağımı. Hatta bazen gidecegim yere karar veremediğim ya da
yer bulamadığım için Pazartesi işe geri
döndüğüm çok olmuştur.
Neyse, gelelim home partiye. Nişantaşı”na yakın bir yerde. Öğleden sonra ailevi bir olayla ilgili sıkıcı bir haber geldi. Evdekilerin yanında oturup onlarla olmam
lazım. Kesinlikle parti ortamına gidecek durum değil yani. Onlar orada üzülsün, ben "hadi siz üzülün ama verilmiş bir parti sözüm var" demek olmaz. İnsanlar saat sekizde buluşacaklardı parti evinde.
Saat 8.30 da
telefonum çalmaya ,mesajlar gelmeye basladı. “Hadi gel, bak bu saatte köprü rahattır, hiç gelemezsin sonra”
filan falan diye beni kandırmaya çalışıyorlar . Ben ne telefonlara ne mesajlara cevap veriyorum. Saat dokuz oldu, yirmi tane mesaj ve çağrı. Onlara ailevi bir durum olduğunu, gelemeyeceğimi söylemenin nasıl stres verdiğini biliyor musunuz. Yüzüm kızarmaya, ateş basmaya başlıyor. La havle çekip duruyorum. En sonunda toplu mesajlarla beni taciz eden arkadaşlara, “ailevi bir durum var, evden çıkacak gibi
değilim, utancımdan telefonlarınıza çıkamıyorum; ne olur beni affedin, bir
dahaki hafta bana gelirsiniz, güzel bir parti yaparız” diyorum. Aman efendim, sen misin bunu diyen. Çekirge sürüsü gibi hepsi bir yerden saldırıyor. Biri iş telefonumdan biri kendi cebimden biri mesajlarla lafları geçirdikçe geçiriyor. “Yuuh sana, insan
sözünde durur be, kaç haftadır herkese uysun diye uğraşıyoruz, saat dokuz olmuş ve sen bize bunu şimdi söylüyorsun” .” Ben
siliyorum seni” dedi diğer çocuk,” ya , ne olur yeterince eziliyorum zaten
utancımdan, yapmayın , etmeyin” dedim.. Ailem üzgünken nasıl partiye gidiyorum derim. Çözüm anında hazır,” bir arkadaşıma acil kan vermeye gidiyorum de, çık gel” dedi
biri. Öbürü de “açık açık söyle” dedi.” Söz vermiştin ama, söz “ dedi biri .
Tahminen yirmi dakika boyunca tüm hakaretlere maruz kaldıktan sonra,” geliyorum
a.k.” yazdım. Kızın biri de adımın soyadımın baş harflerini yazdığımı sanmış; kibarcığım...
Neyse bin bir
yalanla büyük kurtarıcı kombinasyonum olan kot pantolonum ve siyah kazağımı giyerek, fırlıyorum evden. Bir taksi bir dolmuş tekrar bir taksiyle
parti evine varıyorum.. Ellerim bomboş, içki alacak vaktim bile olmadı; rezil durum
yani. Kapıyı çalıyorum. Salon dolu, ama kapıyı açanı tanımıyorum. ”Merhaba” diyorum. “ Hoş geldiniz efendim,çantanızı alayım” diyor beyaz gömlekli, siyah pantolonlu, siyah papyonlu çocuk. Hoppala!.. Ne efendisi, ne çantayı alması, nereye
geldim ben. “Yok canım,
zahmet olur, ne gerek var” diyorum. İçeriden “Ooo, hoş geldin, hayırsız arkadaş! Saat on! Yuh beee” sesleriyle tam tahmin ettiğim gibi kibarca! karşılanıyorum. Ayakkabılarımı çıkarmaya yelteniyorum.. “Çıkarma .çıkarma” diyorlar ki en gıcık olduğum
olaylardan biridir. Görgüsüzler dedim, bir de garson tutmuşlar, oturduğu yerden
hoş geldin diyorlar. Kızların altında 5 punto ayakkabılar, üstünde bol bluzlar, gayet ciks kıyafetlerle
ellerinde içki bardakları salım salım salınarak huzuruma çıktılar. Saçlar
yapılmış, makyajlar okey, gözler de hafif şaşılaşmış içkiden. “Çok şükür
gelebildin” fırçalarının ardından , ev sahibi arkadaş çocuğa “ıslak mendil ver hanfendiye
ayakkabıları için” diyor. “Yok canım” diyorum,” ne münasebet, ben köpek bokuna bastığım ayakkabıyla eve
girmem”. deyince "Sen bilirsin" deyip, bana banyo terliğine benzeyen mavi bir terlik
veriyorlar. Ben tam bir kromançe oluyorum. Gözüm ayakta el pençe divan
duran garson çocukta. Dört oda bir salon ev; salon bizim salonun abartısız üç
misli. Değişik objeler, ışıklar, içkiler, müzik ve ayakta dikilip gözlerime
bakan garson! “Ne içersiniz efendim”. Bu "efendim" lafından da hiç haz etmem. “Estağfurullah,
ben alırım,” deyince ev sahibi olacak adam “Aaa , olur mu, biz onu bu iş için
tuttuk; onun işi o, bırak doldursun” deyince
nasıl utanıyorum, nasıl eziliyorum. Bir şey anlatmaya başlıyorum arkadaşlara ancak garsonu tanımadığım için haliyle rahat konuşamıyorum. Kaş göz işaretiyle
kızlardan birine “ya, kızım, çocuk gözlerime bakıyor, lokmalarımı sayıyor
sanki ben rahat edemiyorum" der demez, daha lafımı bitirmeden ukala bir ses
tonuyla, “Garsooonn, içeride dur sen , bir süre mutfakta bekle, kadın senden rahatsız
olmuş, biz çağırınca gelirsin” demez mi.” " Hay Allah cezanı vermesin, sarı kafa! Sus, ayıp!” falan derken,
o, garsonun duyacağı şekilde “Aman kızım, ne olacak, parasını veriyoruz, yapsın görevini” demez mi. Ben utancımdan nereye saklanacağımı bilemiyorum" Ayıp ya, günah çocuğa, neden böyle eziyorsunuz" dememe
rağmen o sanki inatla, “Garsooon, dur gitme, hanımefendiye bir tekila ver, öyle
git” diyor.
“Tabii efendim”,
deyip, tekila sut servisimi yapıyor çocuk.
Huzursuzluğum geçsin diye üç tane tekilayı içtikten sonra partidekilere "ee, sen nasılsın, ise devam mı ?" gibi gayet sıradan sorular sorup, gerginliği dağıtmaya çalışıyorum. Ama aklım hala garsonda; acıyorum,
içim sızlıyor. Kim bilir hangi köyden geldi, ailesine para gönderiyordur böyle
zengin, şımarık insanların evinde çalışarak diye düşünüyorum. Ev sahibi eline
eşşek zki. kadar bir puro almış, bacak bacak üstüne atmış, kalkılarak oturuyor karşımda. “Garsooonn” diyor. Eyvah diyorum, yine bir
bomba patlatacak bu adam, çocuk yine rencide olacak
“Gel gel, bak hanfendi seni çok beğenmiş" . Ben "yuh artık, şımarıklığın böylesi" derken,
çocuk bozulmasın diye ağzımı zoraki gere gere gülümsüyorum. (Böylece daha da çirkin
oluyorum. “Çok yakışıklısın sen, neresi memleket?“ filan diyerek, ortamı yumuşatmaya çalışıyorum ama hala partiye
konsantre olamadım. Çocuk onun halinden anlayan birine rastlamanın mutluluğuyla”
Ağrı” diyor.

İki tane zibidi
kız “Ağrı nerdeydi lan, Güneydoğu da mı, Doğuda mı?” diye şuh kahkahalar atarak, elindeki şarap kadehini dökmemek için bir de ellerini
yukarı kaldırıyorlar; gözümde daha da gıcık oluyorlar. Çocuk alı al moru mor, elleri öyle ortada
kalıyor ne yapacağını bilmez bir şekilde.”Sen coğrafya okumadın mı, kaç yaşına
gelmişsin bilmiyor musun Ağrı'nın nerede olduğunu, Nişantaşı'ndaki barları
sorsam hepsini bilirsin ama” diyerek kızı terslediğimi düşünüyorum. Kız hiç bozulmuyor bile, aksine bir de çocuğa “Senin pasaportun var mı
garsoooon” dıye şımarkça soruyor . Çocuk da utana sıkıla “yok” diyor. Arkadaki
züppe de “ahahaha, hadi lan, yoksa hiç
yurt dışına çıkmadın mı sen?" diyor, kazma dişlerini göstere göstere. Ben de “Ee
benim var da ne oldu, yıllarca uçak
korkusundan her yere otobüsle gittim” diyorum garsondan tarafta olduğumu belirtmeye çalışarak.
“Ahah aha aha.. bir tek İstanbul' la Ağrı'yı mı
gördün yoksa sen ” diye devam ediyor kazma dişli. Çocuğun ayağına basıyorum mavi tuvalet
terliklerimle. “Kendine gel, terbiyesiz” diyorum.. O da yüksek sesle, “Bak A. Hanım
çok rahatsız oldu, sen içeri git istersen” diyor.
“Lütfen, gel yanıma otur, ben onun
ayakta durmasını istemiyorum” diyorum.
Garson bir ev sahibine bir bana bakarak ortada kalmışlığın huzursuzluğuyla iyice geriliyor.
“ Yuh artık ,
kadeh tokuştur bari garson bey” diyor züppe ev sahibi ağzındaki purodan derin bir nefes
alarak. (İnşallah boğazına kaçar o puro da geberir diye dua ediyorum, tutmuyor) “Tokuştururum
“diyorum ben de. “Lütfen kendine bir içki
koy, bir tane da bana”. “Olur mu hanfendi, ben çalışıyorum “diyor ev sahibine bakarak. Ev
sahibi adam “İyice yüz veriyorsun şu alt tabakaya “ deyince, yuh artık terbiyesizleşti diye geçiriyorum içimden. Elim ayağım titremeye , yüzüm iyice kızarmaya başlıyor. Çocukla dalga
geçtikleri her cümlede ben ondan beter oluyorum. Garson çocuk mutfağa gidiyor.
Sesimi duymasın diye kısık kısık “napıyorsunuz siz, yaaa, delirdiniz galiba, ne içtiniz böyle, kafayı bulmuşsunuz iyice” diyorum.Umurlarında bile olmuyor; yine gereksiz kahkahalar atıyorlar. Bu gece çok gereksiz olarak 300 kahkaha atıldı.
Ben kısık sesle konuştukça, onlar bilakis çocuk duysun diye, “ay,
nolacak, onlar alışık böyle partilere, para kazanıyorlar işte ” deyince. "Başlıcam paranıza
heee, zengin olduğunuzu göstermek için garson tutmuşsunuz, sürekli küçük
düşürüyorsunuz , bu mi sizin eğlence anlayışınız diyorum".
"Aman ya, amma da taktın
garsona! Al, bu gece evine götür bari" deyip, çocuğun duyacağı şekilde böğürüyorlar resmen.
Ben konu dağılsın
diye dj lik yapmaya başlıyorum, yeter ki ortam yumuşasın, bu kafayı bulanlar garsonla uğraşmaktan
vazgeçsin diye, dikkatlerini çekecek her konuda konuşmaya başlıyorum.. Şımarık ev
sahibi gözlerini süze süze “ garsoon, “ şu birayı versene” diyor , masanın
sadece bir kaç karış uzaktaki kısmından (İnşallah ağzına burnuna döker o birayı da
rahatlar)
En sonunda ev
sahibi, garson çocuğu kırdığını anlamış olacak ki insafa geliyor.. “Gel canım gel, biz şaka yapıyoruz sana, darılmadın değil mi” deyince garson çocuk en masum haliyle gülümsüyor.
Nasıl da seviniyorum ( Ohh, tamam, her şey düzeldi) “Gel gel, yanıma otur, katıl bize, sen de eğlen” diyor.
Çocuk
inanamıyor duyduklarına. Kibarca portakal rengi koltuğa otururken ev sahibi olacak o pislik, koltuğu çekiyor ve garson paldır küldür yere yapışıyor. Aman Ya Rabbim! Çocuk bitti derken garson çocuk ayağa kalkıyor. Kibarlığından taviz vermeden, papyonu çekip yere atıyor.
“Bu ne yaa, “üç be ş kuruş vereceksiniz diye bu
yaptığınız terbiyesizlik nedir, alın
paranız da sizin olsun” deyince benim gözlerde
yaşlar ön saflardaki yerini almaya başlıyor Ohaa ya, diyorum; çocuk kapıya doğru
yöneliyor. Sarışın gıcık hatun “Ay, dur, paranı al da git A... var mı üstünde 50
TL , ver çocuğa parasını alsın da öyle gitsin" diyor. Garson " istemiyorum paranızı sizin” diyor. Çantamı aldım ,sinirle kalktım
ve onlara dönüp “Sizin bu kadar iğrenç ve görgüsüz olduğunuzu bilmiyordum, gerçekten
çok aşağılık insanlarmışsınız, Buraya
ne zor şartlarla geldiğimi biliyorsunuz, bunu göstermek için miydi tüm çabanız" deyip, garsonun peşinden koşuyorum. Apartmanın kapısında elinden tutuyorum onun " sakın üzülme, gel bir yerde oturup
dertleşelim ama sen ısmarlayacaksın bak, ha” diyorum o Türk filmlerindeki zengin yaşlı çok bilmiş
kadınlar gibi. Arkamdan kapı açılıyor; ev
sahibi. Baktım garson gülümsüyor. “Yaaa, girin içeri “diyor gülümseyerek. Ben garsonu sahiplendim ya yedirmeyeceğim onlara. Kolunu sımsıkı tutup “Sen eğlenmene bak, pis züppe , biz gerçekten eğlenmeye gidiyoruz.” dedim. Baktım içerideki misafirler kapıda hep
beraber gülüyorlar. “Kızım nereye götürüyorsun kardeşimi, bizde kalacak o bu
gece.” dedi ev sahibi.
???
???
“Ne, nasıl yani?” dedim salak salak bakarak. “Kızım,
şaka yaptık ya, sana sürprizimiz var
dedik ya, işte buydu. Bu garson marson değil,
benim kardeşim". “Ağrı'lı filan değil mi? “dedim, gecenin en aptalca sorusunu
sorarak. Bu sefer kahkahayla gülmeye başladılar.Garson da hayır anlamında başını sallıyor.
Ben hala çok kızgınım, çok üzgünüm garson için; hepsinin bir oyun olduğunu kabullenemiyorum. Kalbim hala hızlı atıyor, hala çok sinirliyim. “Yaa kızım, gir içeri , şakaydı " deyince. "Bırakın beni ağlayacağım, çok sinirlendim. Gerçekten
çok iğrençsiniz, şimdi daha da kızdım size, bu sinirim ve nefretim bir iki
saatte geçmez” dedim. Sakinleşmem
toparlanmam lazımdı; bana güçlü kuvvetli bir absent verdiler.

Hala ağlamak
istiyordum, hala garson çocuğu ev sahibinin kardeşi olarak düşünemiyordum. "Ya
kızım, sen böyle şeyleri yemezdin, bu kadar mı safsın" diyor birisi, öbürü kendini kanepeden yerlere atıyor şaşkın salak suratıma bakarak ” Ya pisliksiniz
çok pislik! Bu kadar mı güzel oynanır
bir oyun” dedim. Şimdi ne yapayım? Garsonu döveyim mi, yoksa bir abla şefkatiyle
seveyim mi? Üzerine o kimliği o kadar çok uydurmuştu ki, gecenin devamında garson olarak görüyordum hala onu.
Siz siz olun başkasına yapmaya kalkmayın bu şakayı, hele benim gibi yufka yürekli, saf birine:P
Yatağıma
uzandığımda içim absentten alev alev yanıyordu; Dünyada neler neler oluyor beaah,
ama olsun hayat bazen güzel, baksana , Nişantaşı”ndan
Bostancı”ya yirmi dakikada geldim. Daha ne olsun. Hem de Cumartesi gecesi...

Bu akşam başka bir konuda yazmayı planlıyordum aslında. Ancak
bir arkadaşım telefon etti, sinirlendim ve hemen yazmaya koyuldum.
Bu kızın karşısına da adam gibi adam çıkamadı gitti(hah!
sanki bana çıktı ya)
Bir akşam Kadıköy’de rakı balık yapıyoruz. Benim tatlı
arkadaşım kafamın arkasına doğru bakıp gülümsüyor. Kıza iyi saatte olsunlar
geldi herhalde dedim, yalnızlık başına vurdu, boşluğa bakıp gülümsüyor zavallım.
Bir süre sonra “Ay , senin arkanda bir kel var , bak bakalım
nasıl?” dedi. Bu klasik hatun
muhabbetidir. Arkadaşın onaylarsa tamamdır, hemen oracıkta mutlu mesut bir
hayat bizi beklemektedir. “Ama şimdi değil, buraya bakıyor, dur bekle biraz, hah tamam, şimdi bak”. Eşek gibi gözlerimle mahsusçuktan arka
taraftaki çalgıcılara bakarmış gibi başımı şöyle bir çevirdim; kel bir herif
yanındakinin kulağına eğilmiş bir şey söylüyor. Adamın yüzünde meymenet yok ama
neyse, arkadaşımın mutluluğu önemli; ben
beğenmesem de olur, evlenecek, çocuk yapacak olan arkadaşım ne de olsa.
“Hımm.. güzeeel” dedim, kız soğumasın kısmetinden diye.
Ayyyy. nasıl da istiyorum kelin arkadaşımla çıkmasınııııı, kaportacı
bile olur yeter ki kızı mutlu etsin. Hemen
sevgili olsunlar, haftaya buraya gelelim, kutlayalım; işte, tanıştığınız yer diye. Neyse, biz yine dertleştik fonda Zeki Müren çalarken.
Bir arkadaşımı gördüm o sırada “biz şuradayız, siz de gelin oraya, hohoo” deyip,
gitti.
Hadi, bir de oraya gidelim deyip, hoppidik zoppidik
olduk.
Arkadaşımın aklı kelde kaldı. Ben dedim ki, yavaş yavaş
kalkalım, ağır hareketlerle ki kalktığımızı anlayıp kararını versin, tanışacaksa tanışsın. Garsondan yüksek sesle hesabı
istedim. Biz gidiyoruz kel, bilesin
gibilerinden.
Sonra ayağa kalktım; şalım düştü, bela okuyarak şalı yerden aldım,
o sırada sigara paketi düştü derken kel orada artık hayatının planını yapmıştı
muhtemelen…
Biz kalktık gidiyoruz konuşa konuşa. Aaa, bir baktım, yanımda çıplak kafalı biri mıy mıy bişi diyor arkadaşıma.
Ben, aa adam yanına geldi, çıkacaklar bunlar, sevgilisi olacak
arkadaşımın, ben de bir tane bulurum,
dördümüz beraber gezeriz; haftaya dört kişi burada içeriz, önümüz bayram, tatile de gideriz falan da filan da
derken şöyle bir cümle duydum, “ Beraber
yürüyebilir miyiz?” . Nasıl yani, yürüyüş? Hayır, bir insan nereye kadar yürüyebilir ki? Ya da
sadece seninle yürümek istiyorum mu demek istedi. Tek istediği yürümek Kadıköy’de
yani, öyle mi? Sahilde, Altı yolda filan yürüyecekler yani. Sonra
yorulunca? Tamam, yürüdük bitti, sen yoluna mı diyecekti.
Adam süzme salak diye düşünürken - şimdi burada hayatımda çok az kullandığım ve sık sık kullanmak
istediğim ama ortam bulamadığım için bir türlü kullanamadığım o kelimeyi gerçek anlamında kullanacağım- )Topuklu
ayakkabılarımın teki rögar kapağının
içine takıldı. Bir adım attım, ayakkabı
orada, benim ayak çıplak. Haydaaa.. Kel, arkadaşımın yanında yürüyor ve konuşuyorlar
gibi bir şey . Ben tek ayak üstünde Kadıköy’ün ara sokaklarında zıplıyorum, Hay
Allah’ım rezil olduk diye diye.

Topuklu ayakkabım rögar (!) kapağının oradan bana bakıyor.
Kapağın başında dört yeni yetme delikanlı gülmekten gebermek üzereler. Geri
dönüp ayağımı ayakkabıya sokup bir hamle yapıyorum. O da ne? Ayak Kadıköy sokaklarında, ayakkabı orada sıkışmış garip garip duruyor. Sonra o dört
çocuk “Yardım edelim mi ?” diye kikirdiyorlar. Bir tanesi eğilip çekti
ayakkabıyı ve elime verdi. Bir nevi Külkedisi masalı. Ben ayakkabıyla
uğraşırken kel ve arkadaşım epey ilerlemişler(!)di. Dört genç bana çok yakın
saflarda bir süre eşlik ettiler. Arkadaşlarımın bulunduğu bara gelince
rahatlamıştım. Kel gitmiş, arkadaşım bana kalmıştı.
“Eeee” dedim kıza
“Ayy, sorma, bana
yürüyelim mi dedi, yaaa”
Dedi.
Ağız burun eğme, adam heyecanlanmıştır, belki uzun zamandır
flört etmemiştir, belki hastaneydi hastaydı ortama yeni çıktı ya da uzun
zamandır evliydi evliliği bitti adam bu arada nasıl flört edildiğini nasıl
yaklaşacağını unuttu, aradan çeyrek yüzyıl geçti kızım dedim.
Adama "siz telefonunuzu verin, ben sizi ararım" dedim ama adam
“benim telefonumun şarjı bitti
arkadaşımınkini vereyim, oradan arayın ” dedi. Öyle deyince verdim benim telefonumu dedi. “ adam kesin
evli” dedim.
Aradan bir saat geçmeden arkadaşımın telefonu çaldı. Arayan
kel. Arkadaşının telefonundan arıyormuş. Ptesi ben seni ararım demiş
arkadaşıma. Ertesi gün Pazar neden Pazar günü aramıyor diye güldük. Her neyse
Pazartesi günü kel, kızı arıyor. Kız neden Pazar günü değil de bugün aradın,
doğru söyle bana sen evli misin diyor. Adam da ben sana dürüst davranmak
istiyorum çok mutsuz bir evliliğim var, sadece kızım için katlanıyorum diyor. Hem
ayrıca benim evli olmam seni neden ilgilendiriyor o benim sorunum diyor.
Arkadaşım da evliliğe ve aile hayatına son derece saygı duyduğunu ve kendisini
bir daha aramamasını söylüyor. Adam tüm yalvarmalarına rağmen kızı ikna
edemiyor.

Aradan birkaç gün geçiyor, arkadaşımı bir kadın arıyor. Kadın buna
kimsiniz diyor, siz kimsiniz filan deyince kadın çok özür dileyerek “Kocamın
telefonunda bu numarayı gördüm. Aranızda ne var, kocamla görüşüyor musunuz”
diye çok da mağdur bir ses tonuyla konuşuyor. Kız da nasıl tanıştıklarını
anlatınca kadın; “ne olur kocamla görüşmeyin, bizim bir kızımız var ve kocamı kaybetmek
istemiyorum” diyor. Derken bunlar epey bir konuşuyorlar kadını aralarında bir
şey olmadığına ikna ediyor arkadaşım .Kadın “n’olur sizi aradığımı sakın kocama
söylemeyin, beni döver” dedikten sonra arkadaşım kendini son derece suçlu
hissederek hemen beni arıyor. Ben hamamda sıcak su havuzunda yüzerken bunları
dinlemek zorunda kalıyorum. Onu suçsuz olduğuna ikna ediyorum; rahatlıyor. Aradan
bir süre daha geçiyor, biz tatildeyiz
arkadaşımla, denizin ortasında yüzerken
bana . “Ben birisiyle tanıştım” diyor, aman dikkat! evli değildir inşallah diyorum.
Yok, diyor
internetten bir yerden bulmuş, bizim mahalleye çok yakınmış. Adamın teknesi
varmış yalnız yaşıyormuş ayın yarısında Avrupa’daymış, köpeği varmış atı varmış domuzu varmış bi şeyler
bi şeyler.
Göster fotoğrafını dedim. Güneş gözlüklü teknede bir
fotoğraf; beyaz dar t-shirt giymiş ve yakasında kalın gümüş zincirlerden var.
Bak kızım dedim, adamda üç ofsayt
pozisyonun üçü de mevcut. 1 teknede poz vermiş, 2 beyaz dar t-shirt
giymiş, yakasını açmış , 3 kalın zincir kolye takmış. Birincisini geçtim hadi. Ancak
2 ve 3 için asla ve kata yanılmam. O eşek gibi zincirlerden takıp da bir tane düzgün, efendi, ilişki yaşanacak bir
adama rastlamadım. Hele hele beyaz dar body giyip yakasını açmışsa, kesin günübirlik ilişkiler yaşıyordur bu, dikkatli ol dedim. Body giyenden koca olmaz!
Adamla mesajlaştılar biz tatildeyken. O da Paris'teymiş filan
falan. Bir kere çay içmişler. Bak dedim bu adam şimdi seni ikinci görüşmede
evine çağırmazsa ne olayım. Böyle adamlar bir kez dışarıda çay ya da kahve
içmişlerse ikinci kere asla içmezler, vakit kaybetmek istemezler. Direkt eve
çağırırlar. Bu yazıyı yazmadan önce spordan gelmiştim spor salonunun silme
testosteron yüklü erkekle dolduğunu ve o enerjiyi yer hareketlerimi yaparken
resmen üzerimde hissettiğimi düşünüyordum ki kız aradı. Yaa dedi, “ ne oldu
biliyor musun, Bu Tolga denen o dar bodyli herif” gel bana sana ellerimle
kahve yapayım dedi. (Salak, sanki kahve başka
bir organla mı yapılıyor)
EMBESİL, DALLAMA,
Kız seni bir kere görmüş ikincisinde ne bok yemeye eve
çağırıryorsun, kudurdun mu,
Git kızı balık ekmek yemeğe götür, limonata iç, bienala götür(gerçe o da bitti) ne bileyim
akvaryum var oraya götür, adada bisiklete binmeye çağır, Bok mu var, götün mü kalktı ikinci görüşmede evine
çağırıyorsun. Zaten çok çirkin bir herifti, gözlük takıp çirkinliğini gizlemiş. Arkadaşım
da ona ama şimdi dışarıda buluşalım, birbirimizi tanımıyoruz filan deyince adam hemen gardını alıyor.
Sen bana güvenmeyeceksen hiç görüşmeyelim, biz kaç yaşında
insanlarız, birbirimizden enerji (burda da bir anlatım bozukluğu var sanki)
aldığımızı düşünüyorum ha evde ha dışarıda ne fark eder. Bitsin bu iş demiş.
Tam bu kadar işte.
Onları bu hale biz soktuk.
Kimse şikayet etmesin. Onlardan yüzlerce binlerce var. Taktik
bu . bir kere dışarıya kahve ya da çay
içmeye çağırırlar, sonra evde kahve yapayım sana şirinlikleri.. Amaç bir
kere yatıp eyvallah çekmek. Belki kızda
AIDS var belki HPV virüsü var belki hırsız ve evinden bir şeyler çalacak. Sen
ne kadar tanıyorsun ki bunu evine çağırıyorsun. Bir kere görüşmüşsün alt tarafı,
hakkında ne biliyorsun. Bunca mesaj bunca şirinlik bir gece, birkaç saatlik zevk için mi? Değer mi lan. Yazık
lan, acıyorum bu adamlara. O ve onun gibiler uzaktan çok zavallı gözüküyorsunuz.
Ucuz, zavallı ve aciz. Biz mi? ee başta bu rahatlığı biz vermişiz kim verecek. Bu olmazsa başka bir yerde deneyecekler şansını.
Teknen de, kahven de köpeğin de sana kalsın. Az gelişmiş, über kro adamlar!
Sinirlendim ben yatmam lazım, eyvallah
Yazmak için sakinleşmeyi bekledim. Ben çok heyecanlı biriyim,
biliyor musunuz. Mesela birine kahve yapacağım, onun mutlu olacağını
düşününce elim ayağım titriyor; bir yerlere takılıyorum, bir yerlere çarpıyorum o kahve pişene kadar.
Hayatımın büyük bir bölümünde vücudumun yüzde 30 'u morluklarla dolu olarak yaşadım. Hiç
pürüzsüz yaşadığımı hatırlamıyorum; ya bir yerlerim kırıktı, çıkıktı , kesikti
,şişikti, kızarıktı ya da sargılıydı ve mordu.
Heyecandan mütevellit yaptığım her aktivite kalp atışlarımı
hızlandırır; nabzım hep hızlı hızlı atar, bir tek uyurken heyecanlanmam ben.
Şimdi bu yazıyı yazıyorum ya, yayınlamak için bile sabrım
yok ;o yüzden hep hatalarla dolu oluyor. Yerimde duramam uzun süre, aynı koltukta uzun
süre oturamam. Bir cafeteryada en az üç kere yer değiştiririm.
Tıka basa yük dolu kamyonun yokuş yukarı çıkmaya çalışması gibi yaşadım hayatı.
Daha önce de yazmıştım, panik atak
hastasıyım ben. Bilirsiniz, tam bir baş belasıdır bilmeyenler de Google'a baksın.
Asansöre çok mecbur kalmadıkça binmem, binince de inene kadar beynime kan hücum
eder. Metroya hiç binmedim. Trene binmeyeli yıllar oldu. Alışveriş merkezlerini hiç sevmem zaten;
gidince de kaybolurum diye hep çıkış kapılarını takip ederim.
Ben n'aptım biliyor musunuz, peki, Yıllardır sosyal
hayatımın, iş hayatımın, aşk hayatımın içine sıçan uçak fobimle yüzleştim; hem de çok yakından.
Uçağı görünce
korkardım ben ; iş yerinden eğitime yolluyorlar mesela, ben “masrafa hiç gerek yok, ben kendim öğrenirim “ diyorum. Külliyen
yalan. Müdürüm İngiltere'ye yolladı “sana sürprizim var, dil okuluna git, biraz açılsın dilin” dedi içtenlikle
gülümseyerek. Ben” aaa, burada giderim
ben, çalışırım, hiç gerek yok masrafa” deyip, reddettim. Öyle utanıyordum ki uçağa
binemediğim için. Benim kadar gezmeyi seven birinin Sibirya'ya, Latin Amerika ülkelerine ölene kadar gidemeyeceğini düşünmenin acısını bilir misiniz, siz. Bilemezsiniz. Uçakları seyretmeye gittim
kaç kere havaalanına, yavaş yavaş alışayım diye ama eve dönüşüm daha acıydı .
Yok yok, ben binemeyeceğim deyip, ağlayarak döndüm hep.
Eline çantasını alıp “Hadi, bay bay, İngiltere'ye gidiyoruz biz” “Antalya”ya
gidiyoruz biz” diyenlerin arkasından
yıllarca baktım ben. Bir sigara yaktım ve ağladım. Herkes gidiyor ben niye
gidemiyorum diye...
Yabancı ülkelere hep otobüslerde sürünerek gittim. Kafaya takmak beter bir şey.
Yapmalıyım diyorsun, yapamıyorsun. Beyninle çatışmaktan yorgun düşüyor,
unutkan oluyor, düzgün cümle kuramıyorsun.
Bazen “aman kızım, binmeyiver, binmeden
ölenler var” diyerek kendimi rahatlatıyor sonra da “ulan,
Allah'ın dil bilmezi, yürümeyi bilmeyeni, çoluğu çocuğu biniyor, sen nasıl
binemezsin, amma ödleksin” diyor sinirden kendi kendimi yiyordum. Binersem
fakir birini sevindirecek bir de bahçede kurban kesecektim. N'apalım, ağzımdan
çıktı bir kere. Defalarca uçakların içiyle ilgili videolar izledim; kapı, pencere nerede, hangi maddelerden yapılır,
pilottan rica etsem korktuğumda beni en uygun hava alanına bırakır mı, kriz geçirirsem nasıl
sakinleşirim, sakinleşemezsem sonum ne olur, bana bayıltıcı iğne yapacak biri var mı,
uyursam uçaktan inerken sorun olur mu, hangi ülke kaç saat sürer, kaç dakika
uçakta beklenir, kapılar ne zaman kim tarafından kapanır, peki ya camlar? Tamam, biliyorum camlar açılmaz ama illa ki bunun
açılan bir yeri vardır diye, binlerce kişiye sormuşluğum vardır.
O an geldi. İş yerinde bir
organizasyon düzenlenecekti. Mekan Antalya. Organizasyonu yapan 3 kişiden biri
de bendim. Yaka kartlarından balonlara odalardan partiye video kliplerden ekip
oyunlarına çekilişten kıyafete kadar her şey bizim görevimizdi. Hazırlık
aşamasını tek tek anlatmayacağım ama üç hafta boyunca akşamları geceleri hafta
sonları çalıştık. Bu arada genel müdür utanmadan uçak biletlerini BENİM ayarlamamı istedi. Ben ne anlarım uçak
biletinden, Uçak biletini okumayı bilmem; Bakıyorum bakıyorum bir şey
anlamıyorum. Bu biletlerin içinde kendi biletim de vardı. Ben otobüslere
bakıyorum, bir gece önceden giderim diye.
Adam "siz de uçakla gidin lütfen"" dedi. Sonra alırım ben bileti" dedim, oyalandıkça oyalandım.
Sonunda ayıp olmasın diye aldım bileti; ama sadece almış olmak için. Bir yandan organizasyon
iyi olsun diye ıncık cıncık çalışıyor, bir yandan da ben nasıl gideceğim
stresiyle dal gibi sallanıyordum ortalarda. Üç hafta gerçekten yorucuydu.
Arkadaşlarım “hadi,
artık zamanı geldi” dedi,
Evdekiler “hadi, artık aş bunu dedi ;
Yeğenim “ çok şey kaçırıyorsun” dedi,
Mahalle bakkalı
(evet hala benim bir mahalle bakkalım var) “ben hacca gittim üç kere, iniyorsun,
piniyorsun, bi şey yok “ dedi.
Alt kattaki komşu “benim
ömrüm Hollanda'yla İstanbul arasında uçmakla geçti git kızım, senin gibi modern
bir kız nasıl gitmez, çok ayıp” dedi.
Çaycımız “ben memlekete uçakla giderim, uuu otobüsle gidemem valla 14 saat “dedi.
Aynaya baktım; gözlerimin altı yorgunluktan ve yaşlılıktan
çökmüştü, cildim eskisi gibi ışıldamıyordu, boynum hafiften kırışmıştı. “Ölsen
ne olur, be” dedim. “Gebersen dünya ne
kaybeder. Amma da kıymetli canın var. Bak, yaşlandın, kırışmaya başladın, hala bu takıntıyla yaşıyorsun. Utan!” dedim, utan! Bu kadar mı değerlisin sen
milyarlarca canlının içinde…
O gece kararımı vermiştim; gidecektim; her ne olursa olsun.
Öleceğimi bilsem de kararım kesindi. En azından bir amaç uğrunda ölecektim. Bu da bir devrim
sayılırdı benim için ve arkamdan “amacı uğruna öldü” diyeceklerdi.
Gece A4 boyutunda temiz bir kağıda(arkası karalanmıştı)
şunları yazdım. Annem, canım kardeşim,
eski sevgilim, yeni sevgilim, yeni
müdürüm! Başıma gelenlerden kimse sorumlu değildir; artık zamanı gelmişti. Ölürsem
arkamdan sakın ağlamayın; Ah, yavruuumm, uçaktan çok korkuyordu, korkusunu yendi, ölümü
yenemedi diye ağıt yakmayın. Binmezsem ölecektim, beynimde bu çiviyle
yaşayamayacaktım. Mektubu yatağa
koydum.
Benimle gidecek iki arkadaşıma o
zaman zarfında uçakla ilgili bir şey söylememelerini rica ettim.
Sağ olsunlar, canlarım, öyle destek
oldular ki, onlar olmasa yapamazdım.
Uçuştan beş gün önce
psikiyatristime gittim; artık tamam dedim, ben binmek istiyorum, bana bir ilaç
ver, rahatlayayım . Yazdı bir ilaç. Bir tane alırsın uçağa binmeden, dedi. Cesaret
verdi ,falan filan. Bodruma tatile giderken bikinimin rengine uygun ojeleri, Julia
Roberts çizmelerini bile koyan ben, o gece hem yorgunluktan hem stresten iki şort,
bir elbise, bir de bikinimden ibaret bir
çanta hazırladım. Balkona çıkıp gökyüzünü seyrettim bir süre. Tepede uçaklar
vardı “ ey güzel Allah”ım, şunlara gönül
rahatlığıyla binmeyi bana da nasip eyle” deyip, bir iki damla gözyaşımla
beraber yatağa yattım...
HAVAALANI VE BEN.
O gece hiç uyumadım. Sabah moralim düzelsin diye kısacak elbisemi giydim; takılarımı takıp, en topuklu ayakkabılarımı da
geçirdikten sonra( hosteslerin ve pilotların dikkatini çekmek için, (eğer paçoz
gidersem benimle ilgilenmezler diye korktum) kıpkırmızı rujumu sürüp, sonra da
mutlu mesut cesur insanların olduğu kalabalık bir salona girdim. Uçağa binmeye bir saat kala ilacımı aldım, hafiften rahatlamaya başladım. Doktorumu
aradım, (bu arada kendimi Amerikalılar gibi hissettim; psikiyatrımı aramam lazım kızlar, dedim) bacaklarım
hala titriyor dokturcum, binebilir miyim acaba, “Hadi, yarım
daha al” dedi doktorcum.
Korkudan sırıtmaya gülmeye herkese sempatik davranmaya
başladım. Gebereceğim, yüzüme ateşler
basıyor, ayakta duracak halim yok. Ve anons. Hadi, dedi arkadaşım , gidiyoruz,
Antalya bizi bekliyor. Geri dönüp otobüsle gidebilirim son anda, dedim. Yürrrrrüü, bırak bunu şimdi, dedi.
Körük denen o tuhaf şeyin üstünden tıngır mıngır Cennete
gider gibi mutlu mutlu giden insanlar vardı. Bir baktım karşımda bir kapı ve
hostes. Burası neresi, dedim. Uçak nerde? Uçağın devamı nerde.? Hostes hoş geldiniz, dedi. Ne hoş gelmesi , sanki ben çok meraklıyım bu uçağa gelmeye. İçerisi minübüs
gibi, “ aaa, dedim, “burası çook küçüüüüük” . Hostes “180 kişilik, küçük değil “ dedi. Ben uçağı üç koridorlu deri
koltuklu bir yer sanmıştım.
“Benim özel bir durumum var, bir şey konuşabilir miyiz?” dedim. Girişi kapadığım için asık suratlı,
sarımsak kokulu ve geceyi çok istemesine
rağmen sevişemeden geçermiş bir adam
bana baktı, ben de ona baktım. "Bana bak,
beni sinir etme! uçağa biniyoruz herhalde" diyesim geldi. Neyse hostes
kız(Allah bin kere razı olsun)
korkmayın, çok kısa mesafe zaten, dedi .Titreyen dudaklarımla “ben hastayım,
ilaç aldım, kokpitte cam açılıyor mu, görmem lazım , görürsem rahatlayacağım yoksa
bu uçaktan ineceğim” dedim. Kız” 11
Eylül”den sonra yasak ama” dedi. “Üzerimi
arayın, ben size ne yapabilirim ki” dedim. Kız acıyan suratıma dayanamadı . En öne oturttu beni, bizim kızlara binmeden
önce ne dersem derim, sakın bir yorum yapmayın, susun diye tembihlemiştim.
Geçin yerinize siz dedim.
Kız beş dakika bekleyin, deyip beni oturttu. Ve sonra Lienchenstan' ı
bağışlasalar o kadar sevinemeyeceğim haberi verdi. Bordu renkli rujlu dudaklarıyla gülümseyerek “pilotumuz sizinle tanışmak istiyor” dedi. O an kendimi nasıl
hissettim biliyor musunuz, Bok bilirsiniz, nerden bileceksiniz, sizin hiç o
kadar korkan bir tanıdığınız oldu mu? Çantalarımı ön koltuklara fırlatıp(orası boştu) koşa koşa kokpite gittim. Belki acırlar diye
eteğimi biraz daha yukarı çektim.
pilotcum, Gelin bakalım sizin gibi biri neden uçaktan korkarmış, dedi.
Pilota” bu camlar açılıyor mu, bana gösterir misin?” dedim. “Tabii dedi, açtı kapadı. “Ama sadece
yerdeyken” dedi.
Evet, bitti o anda, adamı ve pencerenin açıldığını görünce her
şey bitmişti. Yeniden doğacağımı
hissediyordum, hayat benim için yeniden başlıyordu. Tüm kötü günler korkular
bitiyordu. Ben de herkes gibi yurt dışına uçakla gidecek, acil bir toplantım
var Antalya”ya UÇUYORUM diyecektim kuş olmasam da. Mama sandalyesi gibi bir
yere oturttular. Hostes pilotla konuşmamamın uygun olacağını söyledi ama pilot
bu konuyu hiç üstüne alınmadı. Hem sohbet etti benimle hem de gördüğüm bütün
düğmeleri sağa sola aşağı yukarı itti,. Uçak kullanmak böyle bir şey; bütün
düğmeleri çevirince oluyor, bir de gaz pedalı var.
Uçak biraz geç havalandı. Pilotcum bana tek tek sebeplerini söyledi. Şimdi içeride yolcular çok sıkılırlar dedi. Sıkılsın ezikler, dedim. Ben yıllarca sıkıldım.
ve uçağın tekerleklerinin betondan kopuşunu hissettim. Yükseldik, içim hop etti, ama ne güzel şeymiş böyle uçakta
olmak arkadaşlarım. Hayat ne güzel şeymiş meğer, özgür olmak nasıl bir şeymiş böyle.
Ben de normal bir insandım artık, NORMAL!
Yalnız ben kokpitte zevkten dört köşeyken uçağın 10 dakika
boyunca gezmesinden tedirgin olan arkadaşlarımın aklına tek şey gelmiş. Bu kız
uçaktan inmek istiyor ve pilot onu ikna etmek için turluyor.
Hostese sormuşlar neden kalkmıyoruz hala, arkadaşımıza bir şey mi
oldu diye. Arkadaşınız içeride çay içiyor, çok mutlu deyince, rahatlamış canlarım
İlaç iyice kafa yapmıştı zaten. Adam en son Toroslardan
bahsedince ne Toros”u, biz orada mıyız
dedim. Evet kalacağın otel de şu kısımda dedi. Bitmişti… Antalya”ya gelmiştim
hem de 50 dakikada. Yollarda 12 saat gitmek vardı bir de 50 dakikada Antalya da
olmak.
“Yalnız uçaktan geç ineceksiniz” dedi. “Siz ve 2 arkadaşınız”.
Ben ne derse tamam dediğim için buna da tamam dedim. Kokpitten çıkarken bir de
fotoğrafımı çektiler, hostese sarıldım öptüm pilota sarıldım öptüm. Kokpitin kapısını
perdelerini körüğü filan öptüm sonra da
bizim kızları. Biz uçaktan hoplaya zıplaya inerken körük gibi bir şeyin
kenarında (bak aşağıda fotosu var)
4 ,5 kişi bize güle güle dedi, yakalarında
kartlar vardı. Bizi önemli birisi sandılar galiba dedim. Sonra kırmızı bir ip
gördük. O ipi açtık” aaa yolcular gitti ya kapatmışlar” dedim. Bir kırmızı ipi
daha açtık. Bu arada fotoğraf çektiriyoruz salak salak. Bavulların alınacağı
yere gittik; hayatımda ilk kez dönen bir
yerden bavul alacaktım. Zaten orada 3 bavul kalmıştı. Onlar da bizimdi.
Telefonlar çalıyor herkes benim sağ olup olmadığımı merak ediyordu. Benim
telefonuma ulaşamayanlar yanımdaki 2 arkadaşın telefonlarından bilgi
alıyorlardı. Etrafta hiç kimse
kalmamıştı, aa şurdan çıkalım , gelin dedim.
Arkadan “ nereye gidiyorsunuz, yasak” diye bir erkek sesi
duydum. Arkamızı döndük. 2 adet polis. Aaa biz geç kaldık servisi kaçırdık
filan dedim. Ne servisi ne kaçırması dedi. Siz nerden geliyorsunuz dedi polis.
Uçaktaaaan dedim gururla. Hangi hava yolları dedi söyledim, siz nereye gidiyorsunuz dedi. Antalyayayaaaaa,
dedim, Siz nerde olduğunuzun farkında
mısınız dedi. Yooo, dedim. Düsseldorf uçuşunda ne işiniz var sizin, dedi. Sizi
buraya kim gönderdi, hakkınızda yasal işlem başlatacağız dedi. Ben hala uçağa
binmiş olmanın derin hazzıyla gülüyorum. Şurdan çıkalım o zaman dedim. Orası
gümrük çıkamazsınız dedi. Ee enerden gidebiliriz dedim gidemezsiniz dedi. Ben
sizin havayolu yetkilinizi arıyorum soracağım ben onlara dedi. Yok yok aramıyon
onların bir suçu yok desek de gencecik sırım gibi adamları yanımıza çağırdılar.
Ben hala ne olduğunu anlamıyorum. Arkadaşım heyecanla beni göstererek o uçaktan
korkuyordu ilaç aldı kokpitte gitti, pilot da bizi en son indirdi dedi. Polis;
hadi o ilaç aldı, peki size ne oldu”
dedi. Siz o kırmızı iplerden geldiniz değil mi dedi evet dedim, açtık geldik.
Sonra yanındakine dönüp “bunlar üç kafadar iplerini koparıp gelmişler” dedi.
Bir tane memurla bir asansöre binip alt kata indik bizi bir
arabaya bindirip” bunları taksi durağına bırakın” demek suretiyle, resmen postaladı.
Ben olayı sonradan anladım, o anda tek derdim uçuşun mutluluğunu yaşamaktı…
Şimdi herhangi bir ülkeye bilet bakıyorum, neresi olduğu
önemli değil ama otobüsle gidilemeyecek kadar uzak olan bir ülkeye.
Çantamı hazırlayıp vizemi de aldıktan sonra kimseye boyun eğmeyeceğim”
uçakla gitmeyelim, otobüsle gidelim
nolur” diye. Hem yorgunluğun hem stresin
hem uykusuzluğun hem uçağın sonucu olarak organizasyonun ikinci gününde tansiyonum
yükseldi, doktora gittim, bir gün odadan çıkamadım.
Bu yazıyı hemen yazmak istiyordum ama yazarken bile öyle
heyecanlandım ki, sakinleşmeyi bekledim. Hala o kalkış iniş anının coşkusunu
yaşıyorum. Rüyamda hala uçuyorum. Bu
konuda derdi olup, bu yazıyı okuyan yardıma ihtiyacı olan herkese yardımcı
olmaya kararlıyım. Ben uçtuktan sonra siz de uçarsınız.
Haa, bu arada madem uçak korkumu yendim bunu da yapayım
diyerek dalgıçlık kursu aldım otelde. Kafamı bile suya zor sokan ben, havuzun içinde
yakışıklı eğitmenle kucak kucağa yüzdük. İlk başta korkudan sıçan ben, eğitimin sonuna
doğru havuzun dibinde adamı mıncıklayınca eliyle yukarı çıkalım işareti yaptı,
asla anlamında başımı salladım, bu da
korkularıma kapak oldu.
Yaşadığımı hissediyorum, hayat güzelmiş lan.
Balkondayım şu anda yukarılarda bir uçak sesi duydum, başımı kaldırdım. Biliyorum içeride mutlu mesut insanlar var; benim gibi...