BETTY BLUE'nun ATAKLARI View RSS

Herkes var burada.Herkesten bir parça var. Sen de bulursun belki.Bak bakalım.
Hide details



KAR YAGARSA BENİ UYANDIR 14 May 2022 3:14 PM (2 years ago)


Çok uzun zamandır kimseyle iletişim kurmuyor, sokağa çıkmıyor, ev işi yapmıyordu.

Salonda hep aynı yere oturuyor, saat altıda bira şişelerini önüne dizip belki iki belki üç saat aynı noktaya bakıyordu

Günde sekiz ilaç alıyordu ve ben donukluğunun ilaçlardan mı yoksa ruh sağlığının bozukluğundan mı olduğunu anlayamıyordum.

Keyfi iyiyse yürüyüşe çıkıyor ve biran önce eve dönmek istiyordu.





Sürekli bir çözüm arıyordum onun bir meşgalesi olması için; bazen çiçekleri sulamasını bazen makarna yapmasını istiyordum. Bir  kere yapıyor ve bir daha ben söylemeden hiçbir şey yapmıyordu

Günde on dört  saat uyuyordu. bir keresinde özellikle uyuduğunu bir tek uyurken içinin huzurlu olduğunu söylemişti.

Arkadaşlarımla tanıştırmak istiyordum, ona iyi geleceğini bildiğim, ancak merhaba , hoş geldiniz deyip yine salona geçiyordu.

Sürekli düşünüyordum; onu ne mutlu edebilir  diye. Puzzle aldım yapmadı, bulmaca çözelim dedim istemiyorum dedi, mizah dergileri aldım okumak istemedi. Sadece yemek yiyor, uyuyor ve içki içiyordu, Spora başla diyordum,  hayır  diyordu, dışarı cıkıp içki içelim diyordum,  hayır  diyordu.

Doktorun söylediklerine inanmıyordum. Anne karnında bile başlamış olabilir, bunu bilemiyoruz demişti. Bütün ilaçları denememize rağmen hiçbir etkisi olmadı maalesef, demişti.

Aklıma gelen her şeyi deniyordum, sonra da ona yardımcı olamadığımı düşünüp sürekli kendimi suçluyordum, Gerçek olan şu ki,  bildiğim halde bunu kabul etmek istemiyordum.

Çocukluğunda ele avuca sığmayan bir yaramazdı oysa ki,,,

Piyanoyu ve electro gitarı kendi kendine öğrenmişti, hatta  arkadaşlarıyla beraber bir albüm bile çıkarmışlardı.

Annem sürekli bu çocuk iyileşmeyecek mi diye sordukça her seferinde umut verecek bir şey söylemeye çalışıyordum. 

Askerden geldikten sonra tamamen farklı biri olmuştu.

O yerinde duramayan, beni dakikalarca güldüren kişiden eser kalmamıştı.

yerinden kıpırdamadığı  zamanlar onun en sevdiği tatlıdan sipariş veriyordum belki biraz mutlu olur diye.

ne yedireceğimi ne içireceğimi bilmiyordum. onu rahatlatan tek bir şey vardı; içmek.

Göğsümde beş  yıl önce oturan bir sıkıntı var ve ne yapsam geçmiyor diyordu.

Para veriyordum,  benim parayla yapmak istediğim bir şey yok, sende dursun, diyordu...


Kış geldi. haberler bu kış çok kar yağacağını bildiriyordu. Dikkatle dinlediğini farkettim; televizyon bile seyretmezdi oysa ki.

Bu gece sabaha karşı kuvvetli bir kar yağışı geleceğini söyledi hava durumunu sunan tatlı spiker.

Ve,  uzun zaman sonra ilk kez bir şey istedi benden.

"Abla, kar yağarsa saat kaç olursa olsun beni kaldırır mısın...

O gece uyumamak için kaç  kahve içtiğimi hatırlamıyorum. Gözüm dışarıdaydı, sokak lambasının altına bakıyordum. Önce minik minik atıştıran kar,  sabahın beşine doğru iyice hızlandı ve anında bembeyaz oldu her yer.

Odanın kapısını çaldım, 

uykulu bir sesle;efendim dedi,

Kar başladı , kalk istersen dedim...






Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

AH BENİM YAŞLI AMCAM. 9 Oct 2021 4:54 AM (3 years ago)

Pandeminin ilk günleri... yeni bir eve taşınalı bir hafta olmuş. Eşyalar ortada. Eve alınacak bir sürü eşya var, ama alamıyorum tabii. Balkona çıkıyorum. Taşındığımdan beri yaşlı bir amca saatlerce balkonda oturuyor. Bu dönemden en çok yaşlıların etkilendiğini bilip ona karşı merhamet besliyorum, hatta acıyorum. Yeşil eski bir tişörtle sabah akşam sabit bir şekilde oturuyor, yola bakıyor. Ben de sıkıntıdan balkona çıkıp içeri giriyorum habire. Arada bir genç bir çocuk çıkıyor yanına. o da hep beyaz atletli.  uzaktan o çocuğun asosyal ve biraz da iletişim sorunu olduğunu düşünüyorum. Büyük ihtimalle işsiz o da içeri giriyor çıkıyor benim gibi. aradan bir iki ay geçtikten sonra balkona çıktığımda yaşlı amcama başımla selam vermeye başladım. o da çok mutlu oldu (öyle hissediyorum) .Başımla verdiğim mesafeli selamlar bir süre sonra el sallamaya evrildi. Ben el sallamayı çok severim insanlara. çocuk gibi... mutlu mutlu... amcayı gördükçe uzaktan uzağa iyice samimi olduk. sonra o iletişim sorunlu, atletli çocuk da çıktı balkona. ikisi de bana bakıyorlardı, çocuğa da el salladım o da başıyla onayladı. Daha sonra amcama el hareketleriyle nasılsın iyi misin demeye başladım. ilişkimiz gitgide güçleniyordu. Ben zavallı, yalnız, pandemide can sıkıntısından ölecek bu adama karşı bu benim sorumluluğummuş buna mecburmuşum diye düşünüyordum. Niyeyse... Bir gün acaba onu daha fazla nasıl mutlu edebilirim diye düşünürken balkondaki çiçeklerimden birinin çiçek açtığını fark ettim. koca saksıyı kaldırıp amcaya gösterdim. bak çiçek açmış demek istedim, anladı o da. o da onunkileri işaret etti . adamın balkonu bildiğin sera. Bu adamın karısı yok muydu acaba? Muhtemelen ölmüştü. Kendi yemeğini iki büklüm haliyle kendi yapmaya çalışıyor, eski ve karanlık evinde televizyon seyrederek vakit öldürüyor, yapacak bir şeyi olmadığı için erkenden yatıyordu. Yalnız o çocuğun oğlu olması için adam fazla yaşlıydı; ,belki de torunuydu . o çocuğun annesi ve babası da babaannesiyle birlikte kazada ölmüştü. Maddi durumu yetersiz olduğu için dedesinin yanına sığınmıştı. başka arkadaşı yoktu. akşama kadar can sıkıntısından dedesiyle oturmak zorunda kalıyordu. sevgilisi de yoktu onun muhtemelen. Sevgilisi olması için ortamlara akması gerekiyordu. Salgın döneminde mümkün olmadığı için arkadaş bulma sitelerine giriyordu. oradan da bir şey çıkmayınca yine dedesine sarıyordu. aslında bir müzik aleti filan çalsa can sıkıntısı geçerdi. ama pek öyle bir kabiliyeti yok gibiydi. Bense kah sigara kahve içiyor, kah kitap okuyor, kah güneşleniyordum. aramızda bir cadde vardı ve karşılıklı konuşmamız imkansızdı, el kol hareketleri de bir yere kadardı. Ben o dönemde evin içinde yer silerken ayağımı kırdım. Alçıya alındı ayağım eve geldim. sürüklene sürüklene balkona çıktım. Can sıkıntıma bir de alçılı ayak eklenmişti. Koltuk değneklerimle balkona çıktım . o yine sabit yerinde oturuyordu. Beni fark etti hemen. Ne oldu, dedi, eliyle. yine ben el işaretimle düştüm, dedim. Şimdi aramızda derin bir bağ oluşmuştu. O beni merak edecek, ben de kendimi acındırarak bacağımı sürüye sürüye yalnız ve düşmüş bir kadını oynayacaktım. Sonra o asosyal çocuğa beni işaret etti. o da aaaa yapıp eliyle geçmiş olsun, dedi. İyiden iyiye hayatlarına girmiştim. can sıkıntılarını almıştım. Pandemi döneminin bir kısmını bu yeni sakar komşularını takip ederek daha kolay atlatmaya başlamışlardı. Bir gün rakı içiyorum , uzaktan şerefe afiyet olsun dedi, başımı eyvallah şeklinde salladım. Bir gün yaşlı bir kadın gördüm balkonda , çiçeklere baktı üstünkörü bir şeyler konuştular adamla. Aaa demek bir karısı vardı, ya da kız kardeşi ne bileyim. Bunca zaman bodruma mı kilitlemişti kadını. Gün ışığına çıkarmamıştı. Bir gün hepsi beraber oturuyorlar, canları çok sıkılmış şekilde. Kadın benim olduğum tarafa baktı, ben de onlara bakıyordum o sırada. Gülümsedim.Ama kadın uzaktan anladı mı anlamadı mı, bence anlamadığı için bir tepki vermedi. Onu da eğlendirmem oyalamam lazımdı. Kadın ilgilenmiyordu benimle ama. muhtemelen alzemier filandı. Aradan üç ay geçti sanırım Alelacele markete gidiyorum .ağzımda 3 maske. Bir baktım apartmanın ın önünde bu amca ve asosyal çocuğu. Onlar beni fark etmedi. dur bir konuşayım adam mutlu olsun, hatırını sorayım , iki çift laf edeyim dedim. vaktim de nasıl kısıtlı bu arada. meraaabbba dedim. ben bu apartmandaki komşunuz . Oooo merhaba dedi. asosyal çocuk da başıyla sessizce merhaba dedi ya da demedi , pek duyamadım. Siz de hiç çıkmıyorsunuz dışarı ilk kez mi çıktınız dedim. Dışarıya çıktığı için de çok mutlu olmuştum. Adam hava alsın, uzaktan da olsa topluma karışsın diye. Adam ağzımın içine kadar giriyor, ben virüs geçmesin diye sürekle geri adım atıyorum, Adam maskeyi çıkardı. Ahhaaa. virüüsss Napıyosun nasılsın dedi. O adamın sesinin böyle olacağını tahmin etmezdim. Zar zor konuşan kısık sesli bir adam sanmıştım. Yüzü de yakından farklıydı. - yeni taşındınız siz galiba dedi, evet dedim. Her şey bu llk cümleyle başladı .... DEVAMI GELECEK....

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

 BİR ÇAM AĞACI HİKAYESİ

Yeni evin terası çok çıplaktı. Salgın bitsin, bir düzenleme yaparım, diye düşünüyordum.

Bir gün semtimden biraz uzak bir yerde sağlık ocağının önünde beklerken bir kamyon dolusu çam ağacı gördüm. Adam 70 TL diye diye gidiyordu. Gözüm orada kaldı. Alsam mı, ulan çok da güzel, benim terasa şahane olur. Fiyatı çok uygun geldi. Bu saksılarda olanlardan, epey uzun bir şey. Adama eve bırakabilir misiniz iki tane alsam,  dedim. Yok abla, orası uzak, olmaz dedi.. Bu çamları bırakıp gidemezdim. Almalıydım, yoksa kendi kendimi yerdim eve gidince, biliyorum kendimi...

Kamyondaki çocuk kucakladığı gibi önüme koydu çamı, parasını verdim, şahaneydi...Nasıl taşıyacağımı düşünmeye başladım. Çünkü önce karar verip, sonra düşünen insanlardanım. Ağaç önümde, ben sağlık ocağının önündeki bankta oturup bakışıyorum kendisiyle. Minibüse bineyim en iyisi, dedim. Gerçi o kadar da çok korkuyorum ki toplu taşımaya binmeye. Aman, çam ağacına sarılırım, virüs mirüs gelmez, diyorum.

Şimdi bunu minibüs yoluna kadar taşımak var. İki dakika sürer. Saksısını yerinden kaldırayım dedim. Aman, ya rabbim, yetmiş kilo var, aha boku yedim, aldım mı başıma derdi.

İki tane Türkmenistan"lı çocuk gördüm. Kardeşlerim şunu minibüs yoluna kadar taşır mısınız,  dedim. Çocuklar, tabi abla,  deyip sürüklemeye başladılar. Bahşiş olarak 10 TL verdim. 

Çamın bedeli 80  TL

Minibüse işaret ettim, bunu ve beni alır mısınız dedim , gel abla dedi. genç bir çocuk ağacı çıkartmama yardım etti. 

Ben yavaşça önüme doğru koydum çam ağacını. Bir yeri göremiyorum. Bir baktım bindiğim yerden oturduğum koltuğa kadar nasıl çamur akıyor .Aman Allah"ım!  minibüs şimdiden battı. Şoförle göz göze geldik. Kusura bakmayın,  altı akıyormuş , dedim. Minibüsten resmen bir çamur deryası akıyor.

Binen yolcuları her seferinde uyarıyorum. Burada çamur var, atlayarak geçin diye. Şoförle aynadan göz göze geliyoruz, utancımdan gebereceğim. 

Adam cık cık yapıp duruyor, çamur aktıkça akıyor. Peçeteyle siliyorum, ama olacak gibi değil. 

Aldım mı başıma belayı.

Adama 25 tl uzatıyorum, Kusura bakma, çok özür dilerim, bununla yıkatırsın arabayı diyorum. Abla istemez, diyor şoför ters bir suratla. Arabayı bok ettin, başıma iş açtın der gibi. Zar zor veriyorum  parayı. Ama adamın aklı arabasında. Allah'ın cezası çocuk, yeni sulamış , altı da delik, aktıkça akıyor.

Çamın bedeli 105 TL

Şimdi bunu indirmesi var şimdi arabadan. Kardeşime telefon ettim. ben ve çam ağacı yoldayız, bizi karşıla diye. Çocuk da inmiş caddeye , beni bekliyor. Minibüs durdu, arkamdan çamurlarla beraber indik. (cam ağacım ve ben)

Kardeşim yüklendi , abla sen bunu niye aldın, nasıl getirdin, nasıl çıkaracağız şimdi. Dur dedim, apartmanın önüne kadar birinden yardım isteyelim. Ama etrafta kimse yoktu. Sürükleye sürükleye getirelim dedim. oradan asansöre bineriz . Çamı sürüklemeye başladık. Ben nefes nefese, belim kolum her yerim acıyor. Apartman kapısının önünden yeni yıkanmış taşların üzerine çamurları sere sere gittik. 

Parça parça çamurlar arkamızdan geliyordu. Asansöre gittiğimiz nokta da çamurdan nasibini almıştı. 

Asansöre bindik, asansörü de bok ettik. 

Neyse asansörden çıkarttık.  ancak bir üst kata asansör yok. Merdivenler dar. Buraya kadar geldik, taşırız evelallah , dedim. İki tane bez parçası bulduk, saksının kenarı ellerimi kesmişti çünkü. Kardeşim önden ben arkadan tutarak yetmiş kiloluk çamı beş basamak çıkardık. Tansiyonum çıktı, ya da düştü emin değilim; başım dönmeye başlamıştı. 

Biraz soluklandıktan sonra, ha gayret sekiz basamak kaldı, dedim kardeşime. Tekrar kaldırmaya başladık, Ancak kardeşimden agghhh,   diye bir ses geldi. Belini tutuyordu. Abla dur, belime bir şey oldu, dedi. Salak kafam, çocukta bel fıtığı vardı, nasıl da unutmuşum. Ah, dedim, gitti çocuk. Çam ağacını beşinci basamakta bırakıp aceleyle eve girdik. Çocuk iki büklüm, ağrıdan düz duramıyor, yamuldu. 

Doktora gidelim dedim, yok geçer belki dedi. Uzandı ama kıvrılmaya devam ediyor. Umutlarım gitgide tükeniyordu , Ne halt etmiştim de almıştım ben bu ağacı, 

Sen biraz dinlen, ben aşağılardan birini bulup,  yukarı taşıtayım,  dedim. Aşağıya indim. marketin önünde iki Suriye"li cocuk var .Çağırdım onları, durumu anlattım, hemen geldiler peşimden . Çocuklar apartmanın önünden, asansöre geçerken, abla buraları batmış, dedi .He, gördüm dedim.

Çocuklar hevesli hevesli çam ağacının bulunduğu olay yerine geldiler. tutular ağacı, abla bu nasıl ağır, buraya kim çıkardı bunu, dediler. Neyse çocuklar son basamakları geçip üst kapıyı ulaştılar ve ağacı terasa koymayı başardılar. Evin içi battı. çocuklara verdim 20 TL

Çamın bedeli 125 TL

Cam ağacının bedeli dakika dakika katlanarak artıyordu. Ama çok da güzel olmuştu, be!

Kardeşimin yanına döndüm. Ağrı kesici içmiş,.Nasıl, ağrın var mı hala, diyorum, biraz iyi, diyor ama durumun iyi olmadığı her halinden belli. Sakın annemlere bu durumdan bahsetme, beni mahvederler diyorum. Biraz sonra telefon çalıyor, arayan annem. Nasılsınız,  birden sizi göresim geldi, çok özledim diyor. Herkes iyi mi, .İyi anneciğim, iyi diyorum Kardeşimi istiyor , sesini duyayım diye. Sakın belli etme diye işaret ediyorum. Çocuk kendini sıka sıka konuşup, hemen kapatıyor. Beş dakikaya kalmadan ablam arıyor, İyi misiniz, diyor. İyiyiz diyorum. Annem sizinle konuşmuş da Mehmet'in sesini beğenmemiş, bir sorunları mı var acaba diye beni aradı da. Ona da her şeyin yolunda olduğunu söylüyoruz. Kardeşime, istersen hastaneye gidelim, diyorum. Yok,  sabaha geçer diyor. Sabahı heyecanla bekliyorum. kalkar kalkmaz kardeşimin yanına gidip,  nasıl oldu belin,  diyorum. İyi gibi diyor. Doğruluyor. Tekrar bir "ahh" sesi. Amanın, doğru hastaneye, bu böyle geçmeyecek. Bir taksiye atlayıp hastane gidiyoruz.Taksi parası 25 tl tutuyor. 

Çamın bedeli 150 TL

Neyse ki doktor müsait, muayene kontroller ilaçlar röntgen filan derken 550 tl verip çıkıyoruz.

Camın bedeli 700 Tl.

Eve geliyoruz, dışarıdan koskoca çam ağacım çok heybetli gözüküyor. O iyi, ama bizde durum kötü. Kremleri jelleri sürüyoruz, ama hiçbir gelişme yok çocukta.

Bu arada teras da çamurlandı. Üst katı hala silemedim koşturmaktan. Durumu annemlere anlatalım diyor, kardeşim, yalan söylemeye gerek yok. Ben boş ver filan diyorum, başıma gelecekleri biliyorum çünkü. Annem telefon ediyor ve kardeşim durumu açıklıyor. Birazdan olaylar gelişecek. Telefon kapandıktan beş dakika sonra önce büyük ablam arıyor, ne yaptın sen, çam ağacı aklına nereden geldi.  O çocuğun belinin sakat olduğunu bilmiyor musun, bu salgında senin çam ağacı sevdan nereden çıktı,  diye söyleniyor da söyleniyor.

O kapatıyor , öbür kardeşim arıyor. N"aptın sen, senin pandemi zamanı ağaçla ne işin var, nasıl minibüse bindin, virüs taşıdın, o çocuğun günahı ne,  diye o da fırçayı attıktan sonra kendimi son derece kötü hissederek koltuğuma yığılıyorum.

 Birazdan  yeğenimden." Betty, Mehmet'in belini kırmışsın, tebrik ederim" diye bir mesaj geliyor,

 Yuh artık. Ablam telefonda fırça attığı yetmemiş olacak ki, tekrar bir mesaj atıp  "sen etrafındakilere zarar veriyorsun. Yine kafana taktığın için sonunu düşünmeden istediğini yapmışsın,  diye bir can yakıcı mesajla ben ağlamaya başlıyorum. Kardeşim , ağlama abla, sen bunu bilerek yapmadın ya diyor. Kardeşim bir hafta yataktan kalkmakta zorlanıyor. 

Sık sık telefonlar geliyor bana, sık sık azarlanıyorum. 

Terasa çıkıp çam ağacını suluyorum, ama altındaki kabı olmadığı için bütün balkon çamur oluyor. Evet, bunun altına büyükçe boy bir tabak almalı,  deyip yola koyuluyorum. Korka korka bir milyonculara soruyorum, bir tane buluyorum. 25 TL

Çam ağacının bedeli 725 TL

Çam ağacını iki büklüm kaldırarak altına koyuyorum. O ne, uymadı. Küçük geldi. Dur bakayım, altına çöp poşeti koyayım bari deyip iki büklüm ucundan kaldırıp ,poşeti geç i rir keeennn, paat, kayıyorum, sağ ayağım küttt diye betona çarpıyor. Ben bir çığlık, kardeşim aşağıdan belini tuta tuta geliyor. Abla ne oldu, yok bir şey, düştüm, diyorum. Acıdan gözlerimden yaş geliyor. Ayağım anında şişiyor ve mosmor oluyor. 

Buz filan koyuyorum, geçer şimdi diyerek. o ne?  ayak gitgide büyük bir zevkle büyüyor, şişiyor. Aha, sıçtık, bir bu eksikti.

Kardeşim odasına çekilmişti, kapısı da kapalıydı. şimdi uyandırsam ne diyeceğim, çocuk kendini zor taşıyor. Ağrı dayanılacak gibi değil. Ah of diye diye üzerimde ev kıyafetiyle resmen emekleyerek asansöre biniyorum. Emekleyerek çıkıyorum, çünkü üzerine basacak durumda değil.

Neyse evin önünden taksi geçiyor ben tutuna tutuna taksiye binip, acil Yeditepe"ye diyorum. Arabada acıdan gözlerim kararıyor, inliyorum, bayılacağım herhalde acıdan diyorum. 

Taksiye 25 TL ödüyorum.

Camın bedeli 750 TL

Acilin önünde iniyorum hemen sedyeyle götürüyorlar. Doktor muayene ediyor. Orada tansiyonum düşüyor, hemşire gelip yatırıyor, tansiyonumu ölçüyor. Normaldir, acıdan yükselmiş diyor. Ben düştü sanırım böyle durumlarda. 

Neyse, hemen röntgen merkezine, ama ben bitip tükeniyorum acıdan. Eee,  kırılmış ayağım tabii .Ağrı kesici iğne yapıyorlar, alçıya alıyorlar, elime de bir değnek verip gönderiyorlar. Göndermiyorlar tabii, 350 tl alıp, öyle gönderiyorlar. 

Çamın bedeli 1100 TL

Eve giriyorum seke seke, kardeşim belini tutarak evde geziniyor. Bana bakıyor Aaaah diye bir ses çıkarıyor. bir saat önce iki ayağı da sağlam olan beni, tek ayak alçı içinde görünce korkuyor çocuk. 

Ay, abla , yaaa diyor, 

Annem o gün tekrar arıyor, ayağımı kırdığımı söylüyorum. Kadın yanıma da gelemiyor. Tekrar telefonlar kardeşlerimden, yeğenimden, kendime dikkat etmediğim için bir sürü azar...

Çam ağacı şu anda terasta. Kurudu, sarardı. Altına hala tabak bulamadığımız için naylon sarılı duruyor. 

Her gelen" atın şu çamı, solmuş" diyor. Her gelen " niye atmıyorsunuz, böyle poşetle çok çirkin duruyor" diyor

Atacağım o baş belası çamı da, şimdi onu nasıl aşağıya indireceğimi düşünüyorum. Yok yok, kesin indirmeyeceğim, kendi kaderine bırakacağım. 

Ucuz diye 70 TL ye aldığım sevgili çam ağacımın bedeli bana 1100 TL ye mal oluyor .Psikolojik boyutunu hiç eklemiyorum.

Aaaa, unuttum, ayrıca çam ağacındaki saksıdan sanıyorum, evin üst katını karıncalar bastı. Ama uğraşamayacağım artık.

NOT, Nasıl da özlemişim yazmayı.










VEE WHATSUPP'ÇILAR gelsin.

Whatsupp çı türlerini yazmadan önce başka bir şey; Yediklerimizi paylaşmak için yemeğe gidiyoruz, mekanları göstermek için barlara, kulüplere  gidiyoruz, Gezdiğimiz yerlerin ne kadar da hoş olduğunu göstermek için seyahat ediyoruz. Ben ne kaaa çok kitap okuyorum demek için yanına bir kahve bir çiçek bir iki lokum serpiştirip azıcık da arka fondaki kitaplığımızı göstererek ,  varsa bir iki tütsü, ilginç bir vazo ve masa örtüsünü değiştirip en güzelini sererek bir ayine hazırlar gibi hazırlıyoruz o kitap fotosunu. E tabi fotoğrafı öyle yalnız başına bırakmak olmaz.Şiir ve roman sayfalarını saatlerce karıştırıp en cafcaflı en alıcı cümleyi bulmaya çalısıyoruz. Ben Ahmet Hamdi Tanpınar"ı, Orhan Pamuk"u, Tolstoy"u, Paula Cohelco"yu okuyorum; yaaaa..

En güzel benim yüzüm olsun diye  profesyonel makyaj yaptırmaya gidiyor, fön çektiriyor, takma kirpik taktırıp elaleme güzel gözükmeye çalışıyoruz. Gerçekten ciddi  bir çaba sarf ediyoruz.
Konsere gittim , benim müzik anlayışım da çok farklıdır ve benim hayatım müziktir aslında demek için konserlere gidiyoruz belki adını sanını duymadığımız gruplara. Artık o aralar hangi grup popülerse.

Tiyatroyla hiçbir ilgisi olmayan sevmeyen insanlar olarak Grupanya'lardan ucuz bilet bulup, gitmiş olmak için gidiyor, belki oyunun başında uyuklamaya başlıyoruz. Ama oyun başlamadan önce kırmızı koltuklarda selfiler çektirip hızlı hızlı instagram'a da  yüklüyoruz. Oyunu gizli gizli çekiyor,  aralarda içtiğimiz  kahveleri koyup, Ay, ikinci perde daha da komikmiş,  diyerek bir foto da orada çektirip, atıyoruz.

Deniz kenarında olduğumuzu belirtmek için ayakları pedikür yaptırıp pahalı bir terlik alıyoruz pedikürün bozulmasına maazallah izin vermeden, denizin tuzunu tatmadan instagram"a atıyoruz.

Şarabımızın fotosunu yükleyeceksek güzel yüzükler takıp en afili renkli ojelerle yaptırdığımız manikürümüz bozulmadan instagrama yetişmeye çalışıyoruz.

Evet , hep çok hoş çok gezen çok okuyan çok bileniz.
Ben  de çok sinir oluyorum pek çok kişi gibi, pöf öf yine herkes çok güzel çok mutlu deyip kapatıyorum instagramı.

Ancak farklı bir taraftan bakınca,  yaa boş ver kızım, bak insanlar bu vesileyle kitap alıyor, hepsini okumasa da bir iki sayfasını okuyor. Tiyatroda uyuklasa da az biraz sahne tozu üzerine fırlıyor, manikür pedikürle kendini mutlu hissediyor, bakımsız kalmıyor. Saçlarına fön çektirip mutlu oluyor. Bu vesiyle konsere gidip müzik zevkini tadıyor, tatile çıkıyor, bir iki güneşlenip, bir iki kulaç atıp spor yapmış,  D vitamini almış oluyor. Şeytan girmiş odasını temizliyor,  topluyor .Bunun nesi kötü ki?
Öyle değil mi?

Şimdi bugünün asıl konusuna  whatsupp'çılara gelelim.

1-      En son online olduğu saati gizleyenler; Merak edersiniz, derin araştırmalara girersiniz ama nafile. O kısımda büyük bir boşlukla karşılaşırsınız, Ne zaman girdi ne zaman online oldu geberseniz de bilemezsiniz(en azından ben bilmiyorum belki bunu da öğrenmenin bir yolu vardır )
Bu tipler genelde sevgilisi-eşi olup gizli işler  çeviren ama asla  açık vermek istemeyen tiplerdir. Sevgilisine  10da yattım canım, annem girmiş bir akrabaya mesaj atmış, vallahi haberim yok.Ben o saatte götümdeki pireleri kovmakla meşguldüm.Hem kimle konuşabilirim ki ben o saatte" savunmasına gerek kalmadan işini sağlama alanlardır. Ohhh!  her şey rahat, güzel güzel  fingirdeyeyim diyen tiplerdir. Öğrenci-müzisyen-ya da aradığı işi bulamayan,  uzun süredir Cv yollayan tiplerdir.

2-      Her türlü whatsupp  grubuna itiraz etmeden girenler;  Sevilmeyen kuzenler, aralarında bir tanesini  bile net olarak hatırlamadığı lise arkadaşları,İSMEK, Halk Eğitim kurslarında  tanıştığı ev hanımlarıyla sosyalleşmek uğruna açılan gruplardır. Bu insan türleri her türlü grup davetine "okey, ekle canım beni de"  derler. Aman ağzımızın tadı kaçmasın, ne olur eklesinler işte, mutlu olsunlar, çıkıntılık yapmayayım diyen politik tiplerdir. "Mutlu günler"  "güzel bir haftanız olsun" diye pozitif gözükmeye çalışan grup üyelerine kalp ya da gül göndererek ben de sizdenim diyencilerdir. Fazla paylaşım yapmazlar, aksi bir yorumda bulunmazlar. He he derler her şeye. Bunlar en çok korktuğum, sinsi  bulduğum ve gidip döveceğim tiplerdir. Zerre kadar güvenmem onlara. Neyi kaybetmekten korkuyorsun, ne bu uyumlu olayım sevdası.

3-      Olur olmaz durumlarda mesaj atanlar; Bunlar reel hayatta lider olmak isteyip,  bir türlü becerememiş kişilerdir. Parti yöneticisi olamadım bari burada grupta organizasyoncu  olayım diye sürekli bir etkinlik habercisi olmaya çalısan tiplerdir, Arkadaşşşllaaar, diye başlarlar cümlelerine.
 Moda”da çok güzel bir kafe gördüm, güneşin batışını seyreder , şarap içer, sohbet ederiz;bu akşam gidiyoruuuuzz”  diye mesajlar gönderirler, Çoğu zaman bu davetleri “ay canım, ne güzel olurdu, ama bu akşam kuaföre randevum var. Ayy, ne güzel dedin kuşum ama bizim kız ateşlenmiş inşallah başka bir akşam,
Ayy, vallahi uzun zamandır da görüşememiştik , çok da özlemiştim sizi ama benim kocamın doğum günü bugün,  gidersem kıyamet kopar, Boşanma sebebim olmak istemezsiniz di miii  diye üzgün yüz emojisi gönderenler karşısında derin bir hüzne boğulurlar ama yorulmaz, yılmaz pes etmez ve aklına gelen her konuda mesaj atmaya devam ederler. Genelde arkadaşlık kurma konusunda yeteneksiz plaza çalışanları, finansçı ve serbest meslek erbabları olurlar

4-      Her türlü mesajı okuyan ama cevap yazmayan whatsupçılar; Gönderilen mesajı en çabuk onlar okur. Gel gelelim okuduğu tarihle cevap verdiği tarih arasında uzun bir period vardır. Ve o cevap unutuluuurr, gider. Sonra da" ay, canım, hızlı hızlı okudum ama tam cevap verecekken işe güce daldım, unuttum" derler. Oğlum, okuyorsun bari yaz. Konu ilgini mi çekmedi, beni mi beğenmedin. Hayır, yani sevmiyorsun sil, engelle beni ama yapma bana! Bu çift yeşil çizgiyi gösterme bana.! Israrla okurlar, okurlar ama cevap verme sorunları vardır işte. İnsanın içini içine yedirirler bunlar. Baktınız cevap gelmedi birkaç gün bekler, ya dur, hakikaten unutmuştur hastadır vs.deyip canım ya yukarıdaki mesajı okudun mu senden cevap bekliyordum müsaitsen" dersin ama yok, yok işte. O cevap gelmez Allahın belası whatsup"çıdan. Bunlar genelde avukat, yayıncı, editör ya da gazetecilerdir. Birileri bunlara yayınlanması için kitabını göndermiştir, kitap beğenilmemiştir ancak bunu uygun bir  dille anlatmaya cesareti yoktur  Ya da birilerinin  o gazetede çalışmak için torpiline ihtiyaç duyulan kişidir. Ya da avukatlık parasında yüzde elli indirim isteyen müvekkilleridir. Yani onların çok da umurunda değilsinizdir; fazla çabalamayın, o yeşil çift çizgi öyleee hatıra olarak dursun orda. İşiniz umutsuzdur kısaca.

5-      Bir satırda tüm meseleyi anlatmak varken bunu 500 satıra yayan insanlar; Bunlara çok sık rastlanır. Toplu taşımadaysanız bik bik bik devamlı ses gelir yan koltuktan. Bunlara ters ters bakarım, tansiyonum yükselir. Bu mesajları okuyanların yüzünde pis bir  sırıtma olur ve çevresine verdiği gürültü kirliliğinden haberi olmaz,  olsa da umursamaz. Bunlar  ne yazık ki benim listemde de var. Allah"ın cezaları! Canım,
Nas.sın?
               Ben
Bugün
Kadıköye inicem
Sen müsaitmisin
Seni görmek istedim
Birşeyler
İçsek
Mi
Ne
Dersin
Canım
Kalp
Kalp
Gülümseme emojisi
Bu da yetmezmiş gibi bir de gül gönderirler. Bunlara cevap yollamadan önce klasik uyarımı yaparım. Şunları tek satırda yaz, bip bipliyior, okurken yoruluyor ve bazı yerleri kaçırıyorum. Aaa, şekerim benim telefon tuşlarında bir problem var aynı satırda yazamıyorum derler. Ben yoruldum uyarmaktan, onlar yorulmadı. Eğitim kültür düzeyi ne kadar  düşükse satırlar o kadar uzun olur. Ev kadınları, İSMEK kursundaki insanlar, köydeki akrabalar, usta, kalfa, çırak, tesisatçı grubu,   tüyü yeni çıkmaya başlamış ve ağzından "kanka" eksik olmayan  ergenler bu gruba dahildir. Engellenmesi mubahtır.

6-      Sessizce gruba girip sessizce çıkanlar; Bunlar aslında o grupla çok ilgili olmasalar dahi ayıp olmasın diye giren tiplerdir. Ortam, seviye, konuşulanlar onlar için çok ilgi çekici değildir. Grup etkinliklerine genelde olumsuz cevap verirler. Her şeyi okur ama cevap yazacak bir yorum bulamazlar. Halk seviyesine inmek istemezler. Çünkü onların yapacak faaliyetleri vardır. O gün sinemaya, kadın dayanışması toplantısına, sivil toplum organizasyonlarına  gideceklerdir, İnanın sizin pasta börek toplantınızda, baby showerınızda, kına gecesi organizasyonunda hiç işleri yoktur. Baktı ki toplantılar aynı düzeyde gidiyor, sessizce sakince çıkarlar gruptan.Sonra yazışmaların altında sinsice bir " ...gruptan ayrıldı" mesajı gelir .Hemen,  kim, kim bu diye ararsın. " Gidersen böyle gideceksin, büyük olacaksın; İnsan whatsupp grubundan çıkarken bile büyük olmalı zihniyetiyle giderler. Bence bırakın, sormayın, neden çııkktııın, bir şeye mi darıldın diye, Çünkü gelecek cevap bellidir. "Yok canım ya,  neye darılayım"  Emekli, yazar, siyasetle uğraşan tiplerdir bunlar.

Hayırlı Cuma'cılar;
Ay, ay! Allah'ım!  bıktım bunlardan. Bu yüzden Cuma fobisi başladı bende. Resmen perşembe gecesinden itibaren bir stres sarıyor beni. Perşembe akşam ezanından sonra mesajlar başlıyor. Grup yirmi  kişilik." Hayırlı cumalar",  altta bir gül fotosu. Sonra 19 kişi "amin, ecmain." Amin, hayırlı cumalar, Rab"bim hepimize hayırlı günler versin. Gidiyor da gidiyor. Hatta bir arkadaş hızını alamadı. Cuma sabah beşte mesaj atıyor. Yatağımdan zıplıyorum; kesin bizimkilerden birine bir şey oldu.Kaza yaptılar, annemi hastaneye kaldırdılar, kardeşim içti içti sarhoş oldu, bir yerlerde bayıldı, polis arıyor. Bir bakıyorum "hayırlı cumalar".Uyku sersemi, gözlüğüm yok, tir tir titreyen parmaklarla  cevap yazıyorum. "Kardeşim,  Cuma"nın acelesi mi var. Saat beş, uyuyorum,  Cuma kaçmıyor" diye, Sonra derin bir sessizlik oluyor. Ertesi gün yüz yüze gelince " arkadaşım,  sen kaçta yatıp kaçta kalkıyorsun. Mesajların ya birde  geliyor ya beşte. Uyuyorum ve mesaj gelince paniğe kapılıyorum" desem de bir sonraki Cuma aynen devam...


Bu tipler genelde evlenmemiş, hasta annesiyle beraber yaşayan, emekli olmuş , hayattan umduğunu bulamayıp dine sarılmış insanlardır. Ya da malum parti sempatizanı olduklarını belli etmek için çabalayan, çevresinde sevilen bir insan olmak isteğiyle yanıp tutuşan tiplerdir.

Eminim bir sürü daha vardır ama benim aklıma gelenler bunlar.

Hava çok sisli olsa da güzel bir Pazar günü. Biraz film izleyip, çince çalışacağım. Sonra da fıstıklı krokanlı pasta yapacağım. Meşgul etmeyin lütfen.











ZİGOT TERK 24 Apr 2017 4:08 PM (7 years ago)



Yeterince geç kalmıştım, biliyorum. Ben zaten neyi vaktinde yapmıştım ki ? Kafam neden on  sene geriden çalışıyordu ki…
Bu yüzden oturup ağlamak sızlamak anlamsız. Vakti zamanında girişecektim bu işe. O zamanlar da ayakta durmaya çalışmakla meşguldüm. Ne işimi ne kendimi ne geleceğimi düşünemeyecek kadar hastaydım.

Geçenlerde birinin çocuğunu sevmeye kalktım da,  kadın “dokunmayın çocuğuma” dedi. Öylece kalakaldım. Hanımefendi, benim de var,  benimki bundan da güzel deyip,  kocaman gözlerimde misket kadar yaşlarla kaçtım oradan. Ağladım, ağladım, böğürdüm sonra. Gözlerim kurbağa gözü gibi oldu. Sonra da kustum.  Öyle utandım ki kendimden…
Yoktu çocuğum; durumu kurtarmak için onu söylerken ağzım nasıl da yamulmuştu, hiç inandırıcı değildim bence...

Doktor muayeneden sonra “ yerinizde olsam hiç uğraşmam” dedi. Milyonda belki de milyarda bir ihtimal dedi. Ama diyelim hamile kaldınız, üç ay sonra düşük yapma ihtimali yüksek. Diyelim üç ayı geçirdiniz, altıncı ayda yapılan testlerde çocuğun mongol (burada tıp terimi kullandı tabiisi mongol demedi) olma ihtimali çok yüksek. O zaman aldırmanız gerekecek. Diyelim testlerde sağlıklı çıktı, doğumda sizin için risk çok yüksek, çocuğu canlı olarak eve götürme ihtimaliniz çok çok çok (burada ne kadar çok dedi hatırlamıyorum bile) düşük dedi. İleride otistik olma riski de çok yüksek dedi. Dedi de dedi, dedi de dedi. Yüzüme öyle bir kızardı ki,  dersin ateşlerde yanıyorum. Doktor çok kocaman bir adamdı, sözleri daha da kocamandı;  sindiremedim. Zorla gülümseyerek, teşekkür edip çıkışa doğru sürünerek gittim.

Her yer dönüyordu, her yer karanlıktı ve ben kimseyi seçemiyordum. Kulaklarımda Çok zor, çok çok zor, milyarda bir, yerinizde olsam denemem, boşuna ümitlenmem diyordu kocaman doktor kocaman cümleleriyle…
Bekleme salonu çiftlerle doluydu. Kimisi genç, kimisi daha yaşlı, umut içinde bekliyorlardı. Sanki içerideki konuşmayı hepsi duymuş, bana acıyarak bakıyorlardı. Yazık, diyorlardı. Kimsenin yüzüne bakamadım. Bir taksiye bindim, nereye gideceğimi bile söyleyemedim. Kalbimde fil oturuyordu…
Ağlamayacaksın diye bağırıyordum içimden , ağlamayacaksın. Bir doktora daha gidersin;  hem hayatta mucizeler de var, ve neden bu bir milyon kişiden biri ben olmayayım ki…

İkinci doktor daha yumuşaktı. Şimdiye kadar benim yaşımda doğuran hastası olmadığını ama her kadının bir kere de olsa denemeye hakkı olduğunu söyledi. Yine yalnızdım, yine tek başınaydım…
Elime bir reçete tutuşturdu. Bu iğnelerden gün aşırı karnına yapacaksın dedi. Ben mi, karnıma mı, iğne mi?,  dedim.
Yumurtalar büyüyecek de, büyürse onları alıp dışarıda dölleyecekler de, üç gün içinde döllenirse, çoğalacak da,  tekrar bana o yumurtaları koyacaklar da, sonra hamile oldum mu olmadım mı diye bekleyeceğim de, hamile kaldıktan sonra birkaç ay daha bekleyip bebeğin kalp atışları var mı diye kontrole gideceğim de, yoksa o bebek doğmadan alınacak da….Kadın olmak ne zor şeymiş be doktor, bir çocuk yapmak ne kadar zormuş be doktor bey.

İşe gider gibi her  sabah gün doğmadan yollara düşüp, karıncığıma iğneleri saplayıp, ay hadi hayırlısı diye diye doktora kontrole gidiyordum.  Orada onlarca benim  gibi bir umut bekleyen kadınlar vardı. Herkes birbirine “ hadi bakalım, inşallah” diyordu. Orada en çok kullanılan cümle buydu.
İğneler birazcık yakıyordu, karnım delik deşik olmuştu, ama olsundu, bir kere deneyeceğim demiştim. Böyle böyle benim yumurtalar büyüdü ablası. Doktor dedi ki,  iki gün sonra gel,  onları toplayacağız. Anestezi falan istemem ben,  dedim. Canlı canlı olsun. Peki,  benim cesaretli hastam, dedi.
Hay Allah, ayaklarım nasıl da titriyor, kalbimin atışı hasta önlüğünün üstünden belli oluyor. Kulakl
ıklarımı takıp sandalyeyle gittim operasyon mahalline. Ne dinliyorsun,  dedi doktor. Bolero dedim.  Islık çalarak eşlik etti. Dayan kızım,  dedi. Çok kısa sürdü. Evvet,  ikisini de aldık ama bir tanesi olgunlaşmış, dedi. 
Neyse,  bitmişti artık işin en zor kısmı. Üç gün bekleyecek laboratuvarda senin yumurtacık, spermle birleştirip döllenip döllenmeyeceğini göreceğiz dedi. Biraz canım yanıyordu ama bitmişti,  bunun üzerine boğaz manzaralı bir yerde kahve içmek hakkımdı…

O üç gün nasıl geçecekti. İğneler bitmişti, sırada üç gün bekleyiş vardı. Yumurtalar döllenirse döllenecek, döllenmezse ben bay bay çocuk,   diyecektim,

Ertesi gün aradılar yumurta döllendi,  dediler. Çığlık attım telefonda. Şimdi bunların bölünmesini bekleyeceğiz iki gün dediler. Yani o artık benim gibi 46 kromozomlu  bir canlıydı. Canlanmıştı benim parçam. Birleşebilmişti. Bunu becermişti.  O sadece mikroskopla görülebilen varlığı o kadar sevdim ki  gidip sarılasım geldi. Onu laboratuvarda bırakmıştım; tek başına . Soğuktur orası şimdi, gece yalnız kalır. O  bir canlıydı ablası, anlıyor musun, senin benim gibi, Napolyon, Madam Curi, Frida gibi bir canlıydı.  Laboratuvarda bıraktığım bir sıvı parçası değildi. Benim orada çocuğum duruyordu. Ona bağlanmıştım. Gözlerimin önüne  o hücrenin bölündüğünü,  üçe beşe ayrıldığını getiriyordum. Adeta mikroskobun altındakiyle bütünleşmiştim uzaktan uzağa…
Aklım oradaydı hep. Ne yedim ne içtim. Gözüm telefonda sürekli. Arayacaklar mı ne diyecekler diye.
Anne dedim, onu çok merak ediyorum. Ne yapıyor orada, nasıl canlanmaya çalışıyor acaba, yumurtam beni utandırmadı. Bir tane yumurtam büyümeyi  basardı, üstelik döllendi. Nasıl akıllı, nasıl güçlü bir yumurta o. Onunla nasıl gururlandım…İçi boş çıkabilirdi, döllenmeyebilir di ; ama o bunu becerdi, anlıyor musun anne, iki aşamayı da geçti dedim. Annem kardeşim ve ben öyle ağladık ki, onlar bana ağladı, ben yumurtamın azmine…
Onu nasıl seviyordum, nasıl. Gece yarısı kalkıyordum, ne yapıyor acaba orada. Kim bilir hangi tüpte, kimin kontrolündeydi. Canlanmaya , bölünmeye çalışıyor muydu. Benim dualarımı hissediyor muydu?
İnşallah onu bir kenarda unutmazlar, ya ilgilenmezlerse onunla, ya o ölürse orada. Bir ilaç filan verseler ona, vitamin filan, ne bileyim güneş ışığı alabileceği bir yere götürseler, ferah, sıcak bir yere,  belki hızla bölünür…
Aradan tam iki koskocamaaaaan gün geçti. Pazartesi sabah arayan soran yok, dışarı bile çıkamıyorum telefon gelir diye. Dokuz, on, on bir, arayan yok. Yoksa benim zigot bölünemedi mi, unuttular mı bir kenarda, yoksa çok meşguller de beni mi arayamıyorlar…
Sokağa çıkıp dolaşmaya karar verdim. Ararlarsa yolda, arabada, otobüste öğrenecektim her şeyi. Kardeşlerim,  annem benden gelecek haberi bekliyorlarmış heyecanla  evde. Onlar  benden daha heyecanlıymış, sonradan söylediler. Kimse kımıldayamıyormuş yerinden. Eğer  demişler haber iyiyse annemlerde kutlarız, haber kötüyse o nereye isterse oraya gideriz. On iki de çalan telefonumda hastanenin numarası. Evet,  dedim. Telefondaki ses sakin sakin,  iki gün içinde bölünmesi gerekiyordu, ama olmadı dedi. Yaaaa dedim.
 Öylece kalmış yani. Bunu iptal ediyoruz o zaman, onaylıyor musunuz dedi. Tamam , teşekkürler dedim sonra da  şoföre buradan bir tane Erenköy … Aklıma orası gelmişti, kardeşimin evinin oralar.
Gidecek bir yerim yoktu, koca dünya küçülmüş ben daha da küçülüp bir hücreye kapatılmıştım. Dudaklarım titrer ağlamadan önce. İlk sinyaller geldi. Pıtır pıtır kucağıma döküldüler zigotum için…
Yavrum bölünememişti, çok denemişti ama olmamıştı. Öyle çok mücadele etmişti ki ilk günden beri, ama kaybetmişti.
Zigot”um beni terk etmişti.  Üstelik onu çöpe atacaklardı şimdi. Yavrum benim o yaa, yavrumu çöpe atacaklardı. Adam iptal ediyoruz dedi. İptal ettiler yavrumu. Karnıma girmeden iptal ettiler. Kim bilir ne güzel bir bebek olacaktı o. Olamadı. Denedi ama yapamadı. Benim hayatımın özeti gibiydi; Denedi ama olmadı.

Bir süre rüyalarıma çeşit çeşit bebekler girmeye başladı. Annneee diye ağlıyorlardı.Bir gece sarışın bir kız bir gece melez bir erkek, bir gece Afrikalı çikolata gibi parlak yüzlü bir bebek. Uyanıyordum gecenin bir yarısı, gökyüzüne bakıyordum…Olmadı işte , olmadı. Ne yapabilirim ki ben, Her şeye geç başladığım, her şeyi geç fark ettiğim, her şeyi  geç yaşadığım, her şeyi geç bulduğum içindi bu ceza. Ben anne, anneanne olamayacaktım. Yarım kadındım; tamamlanamadım; tıpkı zigot”um gibi…

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

MAHALLEDEN BİR KADIN 10 Jun 2016 6:47 AM (8 years ago)

Mahallede sürekli bisikletinin kornasına basan bir çocuk var. Tam fırınlı aygazımın kirlenmiş kapaklarını kulak çubuğuyla tek tek derin bir hassasiyetle temizlerken dıt dıt çalıyor; delireceğim. Hayır, orada konsantre olmuşum, önemli bir iş yapıyorum tüm dikkatimi vermişim; dıt dıt… Ayyy, çıktım balkona, üzerimde sabahlığım, ayağımda benden büyük filli terliklerim,  tam bir mahalledeki cadaloz kadın. 

 Bana bak,  çalıp durma,  burada hasta var,  tamam mı,  aşağıya indirtme beni diye çığırtkan bir sesle bağırdım. O hasta ben oluyorum üstelik(ruhsal).

Çocuk yukarı baktı baktı, tuhaf geldim ona belki de. Bu mahallede böyle bir kadın hiç bağırmamış ona belli!
Sonra birkaç saat geçti annesini yanına almış aşağıdan benim olduğum daireyi işaretle gösteriyor. Hanfendi, çocuğunuza söyleyin lütfen, kornasını çalmadan bisiklete binsin, burada hasta var ve çok kötü durumda dedim, bir elimde sigaramla. Kadın da başını tamam,  peki cadaloz hanfendi , anlamında salladı. Bunların hiç saygısı kalmamış aygaz kapağı temizleyen kadınlara.

Neyse oradaki çok önemli işimi bitirdikten sonra elime bir mala aldım(sanırım adı mala). Bizim beceriksiz boyacı duvarları boyarken parkelerin içine sıçmış. 
O lekeler parkelerin üzerinde durdukça canımı sıkıyor, gece uykum kaçıyor aklıma geliyor temizlesem mi diye.

Aldım  malamı elime kazımaya başladım, ama olmadı; kazıyamadım.  Sanırım malayla olmayacak bu iş, tiner gibi bir şey lazım.






Alt kattaki komşu geldi sonra; Ben Almanya”dan geldim, kapımı kimse çalmıyor, yalnızım dedi. Ha,  öyle mi? olsun,  hepimiz yalnızız.Bak,  ben bütün gün aygaz kapaklarını siliyorum, parkedeki boyaları temizlemeye çalışıyorum. Bunu yalnız başıma yapıyorum,  ne kadar büyük bir yük altındayım,  farkında mısınız, diyerek, postalıyorum onu kapıdan.
Aşırı stresli işlerimi yaparken aşağıdaki müziği dinliyorum, başka türlü nasıl konsantre olabilirim ki...

Parkeleri kazıma görevimden sıkılınca yarıda bıraktım işimi ve kitaplığımdaki kitapları yazar adlarına göre alfabetik sıraya dizdim. Biraz da tozunu aldıktan sonra kitaplığım temizlenmiş oldu.Bunlar gerçekten çok önemli işler, yoksa siz yapmıyor musunuz??Aaaa, hiç duymamış olayım
Zil çaldı, komşum havuç istedi. Neyse kendinden geçmiş bir havuç buldum buzdolabında, verdim kendisine. Umarım seveceğim bir yemek yapar da getirir bugün  bana da.

Apartmanın bazı dairelerinin önüne ayakkabı koyduklarını gördüm bir iki kez, Dur şunları yöneticiye şikayet edeyim,  dedim. Meğer o dairede oturan yöneticiymiş. Bir iki kere söyledim koymayın ayakkabılarınızı kapının önüne, diye ama ayakkabılar hala kapının önünde duruyor.  Ben de geçen sabah bir iki terliği ayakkabıyı  aşağıya fırlattım. 







Hayatım çok değişik çok entelektüel ve çok bohem çizgiler arasında geçiyor anlayacağınız. Mesela dün karnım acıktı, o kadar meşguldüm ki aşağıya inemediğim için aç kaldım.

Dur bir sigara yakayım, bunca sorun arasında dertlendim vallahi. Hem insan ara vermezse sürmenaj olur, maazallah. Kafayı da arada bir boşaltmak lazım.  Ohh, iyi geldi vallahi. 
Birazdan enginar yapacağım.  Haftada bir enginar yapıyorum ve kocamın dediğine göre öyle güzel yapıyormuşum ki annesigil bile hiç öyle yapmamış.
Tanesi 3TL. 4 tane alınca 12 tl oluyor, cık cık,,, işsiz insan için fazla pahalı geldi nedense.

Bu arada  sporumu aksatmamam, vücudumu diri tutmam lazım . Şu İsbike'a  üye olayım dedim. Kartı çıkartırken 10 TL veriyorsun. Ben ondan sonra bedava biniyorsun  zannetmiştim. Bir saati 2.5 TL dedi görevli çocuk.  Aaa, ne kadar pahalı dedim. Görevlinin yanında sevgilisine mesaj gönderen çocuk başını kaldırdı ve 2,5 TL? dedi, Soru  sorar şekilde. Evet,  pahalı dedim. Ailecek üç kişinin bindiğini düşün 7.5 TL. Caddede bir kahve parası. Oysa ben bir sene önce bekârken beğendiğim kıyafetin etiketine bile bakmadan alırdım. Eve gelen doğal gaz elektrik su faturalarına bakmazdım, otomatik talimatımdan tıkır tıkır ödenirdi. Oysa simdi, elektrik saatinin sayacını bile kontrol ediyorum.Ah, ahhh…


Evde sürekli kendi kendime beddua okuyorum.  Sürekli bir yerlere çarpıyor, sürekli bir şeyleri kırıyorum. Geçen hafta kırk yıllık aile yadigârı  porseleni kırdım. Arkasından Allah senin gibi beceriksizi kahretsin, emi, insanım diye yaşıyorsun, heee? Senden bir bok olmaz,  diye söylenirken sesim kendime geri çarptı. Sonra da elektrik süpürgesine  takılıp ütü masasının üzerine düştüm. Ütü yere düştü. Kırıldı. Ütü masası yeni diktiğim saksıların üzerine devrildi, yerler  toprak oldu. Oysa tam da tertemiz yapmıştım her yeri; elimde bezle kan ter içinde evde oda oda geziyordum sabahtan beri. Bacaklarım ve kollarımda morluklar, ellerimde yanıklar var. Yemek yaparken çoğu kez buhardan yanıyorum, eldiveni unutup fırından yemeği çıkartmaya çalışıyorum; bunuyorum, bunuyorum…

Geçen gün kocam mutfakta kullandığım el bezlerini eski bir tencere içinde kaynattığımı görüp, kızdı.  Bunu ilk kez görüyorum,  dedi. Aaa, olur mu, bizim bütün sülale haftada bir kez yapar bunu, dedim. Vallahi ilk kez görüyorum, midem bulandı dedi.(Annesi pasaklıymış bence) Yenisini alsana bunlarla uğraşacağına dedi. Sorun yenisini almak değil ki, çöp atımını engellemeye çalışıyorum dedim. Cık cıkladı.

Bir gün kardeşimin evine gittik beraber,  mutfakta çay içerken eski tencereye ve içindeki el bezlerine  takıldı gözü benimkinin.  Aaaa,  bu da yapıyor,  dedi. Ben sana dedim kocacığım, bizde aile geleneği bu diye. Cık cıkladı şekilsiz .


Sizin de eşiniz işten gelir gelmez mutfaktaki tencerenin kapağını kaldırıp bakıyor mu, ne pişirdiniz diye. Bir gün yaptığım yemeği buzdolabına koydum. Bu mutfağa gitti, mutfak boş. Ne var hayatım bu akşam yemekte,  dedi. 
Krem şantili Beti götü,  dedim. Yüzü güldü; fantezili bir şeyler yaptığımı  sandı canım benim. Buzdolabını aç dediğimde, bir tencere kemikli kuru fasulyeyle karşılaştı.

Bu kadar yoğunluk içinde sırf beni özlediniz diye alelacele bir şeyler yazdım. Okuyun, benden öğreneceğiniz çok şey var ciciklerim. Öperim.Kirlenen el bezlerinizi kaynatır,  lekelenmiş parkelerinizi itinayla silerim. Siz yorulmayın anacığım.

Edit: kurtarın beni ya da bırakın böyle kalayım.

 

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

ÖYLE YOĞUNUM ÖYLE YOĞUNUM Kİ BİLEMEZSİN 7 Apr 2016 6:24 AM (9 years ago)


Tam altı  aydır iş hayatından uzaktayım. Bir zamanlar çalıştığımı unutmuş gibiyim. Sabah erken kalkmalar,  laptop çantamı kamburumu çıkartarak  ayaklarımı sürüyerek servise mahalline gitmeler, pastanedeki kahvaltılar, iş arkadaslarımla bahçe sohbetlerimiz, genel müdüre takındığım tavırlar, finans servisine gidip iki üç cümleyle ortalığı dağıttığım anlar, kimin toplantısı olursa olsun hiç utanmadan kapıyı açıp "kusura bakmayın,  böldüm ama bu çok aciil"  diye hallettiğim işler, gece yarısına kadar kaldığım mesailer,  yeni sisteme alışmaya çalışmak için verdiğim mücadele, hepsini unuttum sanki. Kafamın bir kenarında" aa,  evet bir zamanlar böyle şeyler yapıyordum, bir işim vardı"diye sabitlenmiş bir kısım var; hepsi bu.

Ofis hayatından çıktıktan sonra neler yaptım, neleri fark ettim, neleri değiştirdim mesela.
Kahvesi ucuz diye Beltur"a takılmalar, ücretsiz seminerleri toplantıları takip etmeler, pazara gidip taze sebzelerle tanışmalar, çok ender kullandığım otobüs için kart çıkartmalar  ve ev kadınlarının yaşantısı hakkında detaylı bilgiler. Apartmanla ilgili sorunlar, bahçe düzenlensin mi, alt kata kedi yavrulamış beslemek lazım vs.vs.

 En güzeli de gömlekler ceketler etekler ve topuklu ayakkabılardan, her sabah makyaj yapmaktan kurtulmak oldu. Ya eşofman ya da kotla çıkıyorum ve öyle rahatım ki...

En çok özlediklerim arasında sabah uykusu vardı. Bacak kadar çocukken sokaklara düşmüş ve bir daha doğru dürüst uyumaya fırsat bulamamıştım. Vücudum artık isyan ediyordu; tertemiz nevresimler,  yastıklar  dünyadaki en çekici objelerden biriydi benim için, Ortama uyum sağlamak, ev kadını havasına girmek için bir de pufudak bir sabahlık edindim. Evet, ne diyordum,  sabah uykusu ne güzel şeymiş diyordum. Artık erken kalkmak zorunda değilim. (Külliyen yalan. Kocam için saat yedide kalkıp süper kahvaltılar  hazırlıyorum. Ara sıcaklar her gün değişiyor. Kimi zaman fırında yalancı pizza, kimi zaman hiç yumurta yemediğim halde omletin farklı çeşitleri, sigara börekleri) Ben önceden yemek yapmazdım, sadece canım isterse orjinal yemekler yapardım. İlk defa düzenli olarak yemek yapıyorum.

Bazı sabahlar canım hiç istemiyor kalkmak; o zaman uyuma numarası yapıyorum, horluyorum filan. , Kocam da beni uyandırmaya kıyamayıp sessizce gidiyor. Ohh,  ne güzel oluyor o zaman. Ceşit çeşit rüyalardan sonra (Tayyip"in korumalarının çıkardığı ses gibi) ses çıkartarak  evin içinde geziniyorum. Yuh,  saat on olmuş, Çok hafif bir kahvaltı ediyorum.Haberlere bakıyorum, gazete varsa onu okuyorum. Yarım saat sonra kahve saatim geliyor. Havalar güzel şimdi; Sigaramı alıp balkona çıkıyor ve kelimenin tam manasıyla hiç bir şey düsünmeden adalar manzarasına bakıp kahvemi içiyorum. Birkaç saat süren bugün ne pişirsem stresinden sonra evdeki malzemelerden bir şeyler çıkartmaya çalısıyorum, yok olmazsa, altı katlı asansörsüz evimden üşene üşene markete gidiyorum. Eski oturduğum evde alt katta market vardı ve ben bakkala gitme konusunda hiç problem yasamıyordum. Sepeti salıyordum,, hooop her şey iki dakikada elimde, Bu açıdan büyük sorun yaşıyorum. 84 basamaklı merdiveni in,  sonra tekrar çık,  yarım kilo eriyorum. Sonra yemek pişirmeye başlıyorum. Saat oldu mu üç. Eyvah!  gün bitti diye panikliyorum. Boşum, yararlı işlerle uğrasmam lazım ya...

Sonra sahile doğru yürüyorum,  açlıktan gebersem de tek başıma olduğum için öğle yemeğini yemek istemiyorum. Sahilde kitabımı okurken tekrar bir Türk kahvesi içiyorum. İyice yürüdükten sonra tekrar eve geliyorum. Yabancı dizilerden birini bulup, izliyorum. Bir de kaktüs yetiştirmeye merak saldım bu aralar belki tasarım kaktüsler yapıp, satarım,  zevk için tamamen.

Hayatımda ilk defa, hiç bir hedefim yok, Streslendiğim,  olacak mı olmayacak mı diye kendimi yediğim bir konu yok. İnanamıyorum ama durum böyle. Mevsimlerin geçişini izlemek isterdim hep çalısırken. Ağaçtan son yaprak ne zaman düşecek, çiçekler ne zaman açıp meyveye dönecek, kiraz, arkasından dut,  ayva,  bunlar nasıl olacak,  tek tek gözlemlemek isterdim. Diktiğim bir fidenin sebze vermesini,  günbegün gözlemlemek isterdim. Bunu çok istiyordum;  evet,  oldu. Hiçbir acelem olmadan günün,  anın tadını çıkartmaya çalısıyorum. Korkusundan, komedisine, savaşlısından, dramına kadar vakti zamanında izleyemediğim ne kadar film varsa izliyorum. Her güne bir film, her haftaya bir kitap kuralı koydum. İndirimlerden ilk haberi ben alıyorum; işime yarar bir şey varsa üşenmeden gidip sakin sakin alışveriş yapıyorum.

İnsan neler neler öğreniyor yaaa, Mesela dünyanın parasını vererek çatlak topuklarım için aldığım krem yerine, bildiğiniz 3 TL lik sirkeli suya ayaklarını koyunca bebek poposu gibi olduğunu, lavaboları çamaşır suyu yerine sirkeli suyla temizlersen çok daha hijyenik olacağını, kemik çorbasının bir sürü hastalığa iyi geldiğini, evlenmek isteyen kadınların koca adayından üzerine bir ev yapmak şartıyla evleneceklerini....Boya yapmayı bile öğrendim. Mutfağı boyadım,  çok şahane oldu..


Komşularıma gelince,  süper insanlar. Bir tanesi her cümlesinden sonra " anladıııınnnn?"  diye sorup, memelerime vurmasa daha iyi olacak ama... "Teyze, çürüttün benim memeleri üç ayda sen"  dedim de sonra toplarladı hatun.

Tam ne pişireceğim bugün yaaaa diye düşünürken zil çalıyor, bir tabak zeytinyağlı, börek, mantı Allah ne verdiyse çıkıyorlar karşıma, mutluluktan havalarda ben. Karşı komşum sağır, iletisim kurmakta zorlanıyorum. Avazım çıktığı kadar konuşuyoruz kapıda,  alt kattakiler dışarı çıkıyor, kavga mı var diye. Kahve sevdiğimi öğrenmiş,  sürekli kahve içmeye çağırıyor beni. "Sevişmeyi çok sevemedim, sevsem kocam beni el üstünde tutar"  diyor. Seviş be teyze, n'olcak"  diyorum.

Bizim akrabalar çalışmadığımı öğrenmişler. Aaa, bak şu mağazada şunu unutmuşum, sen boşsun benim için alıp getirir misin. Sabah kahveye gel, nasılsa boşsun.Annemin kontrol zamanı geldi,  sen boşsun bir götürüver. Arabanın bilmem ne taksidi var,  sen boşsun yatırıver,  demeseler iyi olacak. Aaaa, boşsam o kadar da boş değilim, düşünüyorum ben mesela.

Bizim bir köyümüz var bir aya kadar oraya gideceğim.Domates biber patlıcan ekeceğim. Belki koyun ve keçi de almak istiyor kocam. Bildiğin köy hayatı yaşayacağız dört beş ay. Belli olmaz. Harika bir iş teklifi alırsam (ki öyle bir şey olmaz, biliyorum) dönerim yine. Evimiz burada dursun diyorum, canımız sıkıldıkça geliriz İstanbul'a. Bir deneyeceğim,  yeter yıllardır şehirde yaşadığım. Becerebilirsem buyrun ziyaretime gelin. Salça yaparım, turşu kurarım, pekmez yaparım. Orada ne ararsan var.

Siz bu yazıyı okurken ben film festivalindeki bir filmi seyrediyor olacağım.Çalısın siz, sakın bana özenmeyin. Çalışmak sizi kurtaracaktır dostlarım. 

Görüldüğü gibi gerçekten çok meşgulüm, korkunç yararlı işlerle uğraşıyorum,  sakın bana mail atmayın, okuyacak vaktım yok.

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

SAMİ İLE NURİ ARASINDAKİ FARK 7 Mar 2016 12:07 AM (9 years ago)



Nuri “nin psikolojik sorunu yoktur; parası bitince çalışır, parası varken sürekli içer. İçince tam bir deliye dönüşür. Sağa sola küfür eder. En çok da milletvekilleri ve sistemle ilgili küfürler eder.
Sami; Sözcü gazetesi okur, ağır şizofrendir; küfür bilmez (en azından bana etmedi)  içki içmez. Sabah 6 gibi kalkar, balkona oturur ve işe giden herkese “hanfendi/beyefendi hayırlı işler” der. Onu tanımayanlar korkarlar.
Nuri; sokaklarda yatar, içki içtiği geceler arabaların önünü kesip sigara ister, sigara yoksa Allah belanı versin,  der ve dayak yer. Geceyi genelde karakolda geçirir.

Sami şizofren bir erkek kardeşi ve babasıyla yaşar. Sabahları yürüyüş yapar, son derece dikkatlidir. Kahkül  kestirdiğimi annem fark etmezken o kaç metre öteden “Saçların çok yakışmış, çocuksu yapmış seni “ der.

Nuri”yle Sami”nin ortak yanı ; ikisi  de çok sigara içer.

Nuri içince Laz türküleri söyler, caddenin ortasında horon teper, elinde taşıdığı bir radyosu vardır, ondan ayrılmaz. İçmediği zamanlar inşaatta günlük işlerde ya da apartmanların bahçelerinde çiçek ekme, toprak belleme gibi işlerde çalışır. Gayet güzel sohbet eder. Halini hatrını sorar, dua eder,  taaa ki içkiyi eline alana kadar. Bir yerlerden bulduğu çay bardağına rakı koyar, bir de litrelik su şişesiyle kaldırımda mekan kurar kendine. Bazen de arabamı park ederken sağ sol der, elini uzatıp eee her işin bir bedeli var, at bakalım şuraya bir şeyler deyip avucunu uzatır.

Sami bir zamanlar beyaz eşya fabrikasında depoda çalışmış ama hastalığı ortaya çıkınca bırakmak zorunda kalmış .

Bavullarla kapıdan çıkarken gördüğünde karşı apartmandan bağırır, Tatile mi, ne güzel. Sen de git Sami,  derim. Yok benim ailem göndermiyor,  boğulurum diye, hastayım ya,  der. Sami 55 yasında. Nuri 60

Nuri”yi uzun zaman görmediğimde; nerelerdeydin derim; abla polislerle basım dertte devamla içeri alıyorlar der.
Sami”ye sorduğumda annemin üstüne yürümüşüm ambulans çağırmışlar, hastaneye yatırmışlar; çok üzülüyorum, anneme bunu nasıl yaptım, oysa o çok iyi bir kadın der beni üzer.
Onlarsız mahalle pek bir yavan gelir bana.





Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

İSSİZ, EVLİ VE KARMAŞIK 16 Dec 2015 2:09 AM (9 years ago)

Offf of..
Ne çok olaylar oldu,ne çok
İnsan kaynakları odasına çağırdı ve "yeniden yapılanma sürecindeyiz, bu süreçte sizinle çalışmayı düşünmüyoruz" dedi. Yaaa , dedim,  ağzımı hep yaptığım gibi yana çarpıtarak.Siz kimsiniz karar veriyorsunuz;  düşünmüyorsanız ben de düşünmüyorum dedim içimden. Ama ellerim ve 38 numara ayaklarım tıttırı tıttırı titriyordu. Hafif göz karaltısı,  İK müdürünün görüntüsünün giderek silikleşmesi. "Ama isterseniz yıl sonuna kadar kalın, yılbaşı ikramiyesini de verelim,(çocuk kandırıyor) "  bıttırı bıttırı.
Eee,  o zaman tazminat yok mu?
EEe..siz çıkmış oluyorsunuz ya.
Kardeşim, sen beni işten çıkartıyor musun, çıkartıyorsun. Eee o zaman ben nasıl bu moralle yıl sonuna kadar kurbanlık koyun gibi kalayım şirkette. Maksat tazminat vermemek ve dava açmamı engellemek mi? yok,  o zaman siz beni paşa paşa işten çıkartın ben de biraz ağlayayım , sızlayayım, beyaz yakalı arkadaşlarım,  aman betty'cik,  üzülme, bunlar hep böyle zaten, konuyu kişiselleştirme filan deyip moral versin.

Ergenlikten beri o şirketteyim, düşünsene,  sabah kalkmışım,  aynı yerden servise binmişim, aynı insanlarla çalışmışım. Evimden çok orada kalmışım ve 18 yaşından beri hayatımda hiç boşluk olmamış, Neyse; olayları akışına  bırakacaksın,  vardır bunda da bir hayır diyerek.
Hemen çekmecelerimi topladım.  (Zaten o çekmeceleri, eşyaları hemen ayrılacakmış gibi düzenleyeceksin, her an gitmeye hazır olacaksın.) Karton koliye doldurmam çok uzun sürmedi. Psikolojim bozuldu diyerek bir  hafta rapor aldım.O esnada düşündüm, sakinleşmeye çalıştım, avukatımla görüştüm(evet benim bir avukatım var, zenginim)
Döndüğümde hemen bir kagıt imzalattırdılar, vedalaşarak(genel müdür hariç) evime döndüm....

Hoş geldin yeni, issiz, ıssız  hayat.


İşten ayrıldım. Söyle bir köyümüz var
Oraya gidip şöyle işler yaptım bir süre. Telefon yok, internet yok.





















 İyi de geldi. Bakarsın belki oraya yerleşirim. Saçlarımın hepsi beyazlayana kadar orada kalırım, giyim kuşam derdi de olmaz, bol bol kitap okurum, hayvan bakarım filan dedim.








Haaa, bu arada ben nişanlıyım. Sürekli kavga ettiğim bir nişanlım var ve iş nereye varacak belli değil. Bir kavga ediyoruz, ben sinirlenip aldığım çeyizleri birilerine hediye ediyorum, nasılsa evlenmeyeceğim bu adamla diyerek. Böyle böyle aldığım bütün çeyizler suyunu çekti mi. Tam o sırada alelacele gün almaya karar verdi  mi benimki,  yoksa ayrılacağız yazık olacak ilişkimize diyerek.
Nikahıma iki hafta vardı ve benim halihazırda hiçbir eşyam, programım vs.yoktu. Hızlı hızlı gelinlik baktım. Hep karşı olduğum kına gecesini de arkadaşlarımın zoruyla yaptım. Her şey çok hızlı ilerliyordu, bu yaştan sonra gelin olacaktım.
İşe gitmiyordum, kafam allak bullaktı. Yıllardır evde üç  kişiyle yaşıyordum, onlara alışmıştım, oturduğum semt değişecekti. Her şey her şey değişecekti hayatımda. En önemlisi yeni evimin altında bakkal yoktu ve ben yıllardır sırf bakkala sepet salarak her şeyimi alıyorum diye o evden taşınamamıştım. Sonra mahalledeki bütün esnaf beni tanıyordu, İki yüz metrelik  yolda on kişiyle konuşuyordum. Şimdi git kendini yeni esnafa tanıt, hay Allah'ım ne zor işler bunlar.

İse gitmiyorum diye temizlik, yemek ütü işlerine de mi  ben bakacaktım yoksa. Bunları hiç düşünmek istemiyordum.Önce şu gelinliği bir halledelim de, gerisini sonra..

Bir iki gün gelinlikçilerin sadece vitrinlerine baktım, içeriye girmeye utandım. Çünkü ben yaşlı  bir gelindim. Gelinlik bakanların hepsi  yirmili yaşlardaki kızlardı ve yanlarında genellikle  kaynanaları vardı. .U- TA- NI- YOR- DUM. Benim yaşındaki kadınlar kızlarına  gelinlik bakıyordu , bense kendime.
İlk kez gelinlik giyecektim üstelik. Bu zamana kadar bir kere bile gelinlik  denememiştim evlenmek istemediğim için. Beyaz olursa çok mu genç işi olur, sade bir elbise yeter bence, yok yok,  kırık beyaz olsun, ay kırık beyazı dullar giyer kızım, sen ilk kez evleniyorsun  bıdı bıdıları içinde kafam karışmasın diye girdiğim üçüncü mağazada gelinliğimi seçtim. Buydu işte,  tamamdır , dedim.
Ama iş öyle bitmiyor. Bunun duvağı var, ayakkabısı var, buketi var. ve zamanım çok az.
Davetiyeler, nikah şekerleri, kına gecesi kostümü, makyajdı, eldivendi derken 2 kilo vermişim.
Gelinlik provasına her gittiğimde gelinlik daraltılıyor. Bu arada nişanlım fazla dekolte olmasın diye sürekli beynimi yiyor. En edepli olarak bunu buldum.




Annem henüz gelinliği görmemişti,  görse bayılabilirdi, Alıştıra alıştıra göstermek lazımdı.Önce eldivenleri gösterdim, kadın yıkıldı. Gelinlik için üç gün süre tanıdım, Sakinleştiricileri alıp gelinlikçiye öyle  gel anneciğim, dedim. Yaaa... anneler böyle, en çirkin gelin olsan da seni o kadar beğenirler  ki, kendini prenses gibi hissedersin o gelinliğin içinde,

Şımarabildiğim kadar şımarabilirdim şimdi. Kardeşim, ablam, arkadaşlarım, komşular elinden gelen her türlü desteği verdi. Eeee,  kolay mı,  Kırklık gelindim ben. Ağır toptum.Mahalle yıllardır beni bekliyordu.Ölmeden önce seni gelinlikle görmeliyim diyen en az on kişi vardı. Bu arada nikaha iki gün var ben ateşlendim, yatakta yatıyorum. Saç ve makyaj provası var yataktan çıkamıyorum. Hastaneye gidip serum aldım da nikaha öyle gittim.Burnumun kırmızılığını kapatmak için az uğraşmadık.

Nikah salonuna böyle girdik.







Bir salon dolusu insan bana bakıyor, ben bayıldı bayılacak. İnsan silüetleri gözümün önünde uçup gidiyor, sesleri duymuyorum. O sırada nikâh memuru" gelin hanım, adın ve soyadın" diye sormuş,  ben salak salak etrafa bakıyorum. Yukarıdaki videoda var. Salonda sessizlik,. Benim nikah memuruna dönüp "Bana bir şey mi sordunuz,  demem, salonda kahkahalar ve alkışlar.


 Soru tekrar sorulduğunda mikrofondan çıkmayan bir adım soyadım .......sonra tekrar salonda kahkahalar, alkışlar...Neyse, bir tören de böyle bitti. Altıma işeyecektim. Her şeyi şaşırdım.Evlenme cüzdanını almadan gitmeye kalktım ama kocamı almayı unutmadım.






Bu kadar eğlenceli bir nikah görmedim diyen komşular vs.vs..Ama altınlar takılmaya başlayınca kendime geldim çok şükür.



Kara listeye aldıklarımla daha sonra hesaplaşacağım.
Evimdeyim, kahve ve sigara içiyorum. rapor yok, satış yok, genel müdürle toplantı yok, seyahat yok. erken kalkmak yok.
Ütü var, yemek ve tatlı yapmak var, bol kitap bol yürüyüş bolca düşünce var.
Hem işsiz, hem evli, hem karmakarışık ben.










Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Bİ FENOMEN'E ÇAKIP, ÇIKACAĞIM. 16 Aug 2015 2:25 PM (9 years ago)

Biraz önce hep yaptığım gibi  instagram ve twitter”da gezindim. Fenomenlerin, ünlülerin, medyatik insanların, köşe yazarlarının  twitlerine baktım. Zamanımı almasın diye yorumlara bakmak  adetim değildir. Okurum, geçerim ana başlıkları.  Tesadüfen yorumları da okumaya başladım bugün.

Annaaam, o ne? Allah beni takipçilerin şerrinden korusun. Adamı çürütür onlar, nazardan çatlatır, kör kuyularda merdivensiz bırakır, zona yapar, iki uçlu kişilik bozukluğuna (bipolar) sokar, vücutta kistler çıkartır, ameliyat parası verirsin. Sigaraya,  içkiye başlatır,  hastaneye yatırtır, intihara meylettirir.

Yapmayın yavrum, yapmayın,  etmeyin böyle. İnsan evladı onlar. Ya bu insanların anneleri babaları, sevgilileri, eşleri var. Bu yazılanlar nasıl bozuyor ilişkileri, yazık değil mi? Her gün anana, babana sevgiline, kardeşine, kalçalarına, gözlerine bakışlarına küfretseler n’aparsın?

Bir boş verirsin, iki boş verirsin ama onlar her bir köşeden çıkıp sana bok atmaya,  seni bir karafatma gibi görüp ezmeye çalışırlar. Amaç ne? Hiç. Bok at, rahatla. Zavallılığını, hastalıklı kişiliğini, öfkesini ve tüm ezilmişliklerinin acısını çıkartmak için en uygun yer sosyal medya ve fenomenleridir.

 Sevgilin seni terk mi etti, annen yemek yapmamış mı bugün, yine kotun içine giremedin mi, hava çok mu sıcak?  Gir internet'e , saldır fenomenlere. Çirkinsin de, evde kaldın de, at suratlısın de, bu kızın nesini beğeniyorlar de, sen edebiyatçı mısın de, senin neyini takip ediyorlar anlamadım de, rahatla. Bunu sıçman için en uygun yer de burası; hem de besbedava. Sıç, batır, kirlet; yüzünde pis bir joker gülüşü kalsın. Yolda görseler boynuna sarılacaklar, “sana bayılıyorum, canııımmmm"  diyecek kişiler internete girince vampirleşiyor, adamın kanını emiyorlar. Biz böyleyiz,  biz sevdiğimizi siken milletiz.

Hiçbir şey bulamadılar mı  seni karalayacak? Yok canım, mümkün değil. Üşenmiyorlar, facebook adresinizi buluyorlar. “Ay,  bu  bilmem kimmiş;  ne çirkin,  di miii? ”  diye ortalara salıyorlar fotoğrafınızı.(tabi en kötü çıkanını) Akşam kamerayı aç,  diye ayaklarına kapanan takipçilerin, kamerayı açıp yüzünü gösterdiğinde , ertesi gün sabah namazından önce kimliği belirsiz memeler ve götlerin  altına. ‘Bu,  onun götü,  akşam bana gösterdi  sonra da verdi,   diye ifşa ediyorlar Ve o tanımadığın  götü , memeleri sahipleniyor, onlarla yaşamaya başlıyorsun...Diyelim kamerayı açıp kendini göstermedin tüm ısrarlara rağmen , illa ki  bir yolunu bulup seni orospu, aşüfte, kıl, çirkin karı diye yaftalıyorlar. Şeytani işlere  kafaları çok hızlı çalışıyor bunların. İtiraf etmeliyim, sosyal medyayla çok içli dışlı olmaya başladığında aynen onlar gibi davranmaya, bu davranışları normal karşılamaya  başlıyor ve bu iğrençliğin bir parçası oluyorsun.

Ben iki kitap yazdım,  bin küsur takipçim var, bloğum da eh işte ara ara okunuyor. Bu kadar kısıtlı elemanla bu kadarcık şöhretle bile(!) baş edemiyorsam, onlar ne yapsın?  Ne imla bozukluklarım kaldı, ne seviyesizliğim, ne karakterini kişiliğini bulamamışlığım kaldı, ne ezikliğim. Birisi de “bu, kadın düşmanı”   diye beni hedef gösterdi. Elim ayağım titredi okurken. Yavrum, eski kuşağım ben, alışık değilim böyle suçlamalara, ne denir,  ne cevap verilir bilmem. Küfrü bile burada öğrendim. Bilmediğim ne kadar kötü yönlerim varmış, sağ olsun takipçilerim sayesinde biliyorum artık. 

Aman, uzak durun kuzucuklarım buralardan. Buralar tehlikeli.

Bir ara uyku uyuyamıyordum laf sokmalar yüzünden. Özel mesajlarla” canımsın, çok şekersin” diyen erkekler, birkaç güne kalmadan en sevmedikleri,  en çok dedikodusunu yaptıkları kızlarla sevgili oluyorlar, hatta evleniyorlar. Ne diyeyim şimdi onlara?  Ulan bu adam arkandan az atıp tutmadı desem,  “hadi,  hoşt, sen kimsin,  kıskanıyorsun,  di miiiii” diyecekler. 
 Aman kızım, sen uzak dur bunlardan dedim kendime.  Evimde kahvemi, sigaramı içip karşı apartmandaki emekli Hayrinussa ablayı çağırırım . Sağ olsun, her regl olduğunda balkondan işaretlerle anlatır bu durumunu. ‘ Ölüyorumm, gidiyor, akıyor” diye belinden aşağısını gösterir. Ben de “Allah vergisi n’apcan, hepimizin başında bu sorun” der,  geçiştiririm. Hadi gel bir kahve içelim, rahatlarsın diye davet ederim. Kocasının tuvalete işedikten sonra temizlemediğinden, ıslak bornozu yatağının üstüne attığından filan bahseder. En azından onları dinlerim. Ya da tanesi 1 tl olan limonu Bim'de 50 kuruşa bulduğundan bahseden Nezahat hanımla sohbet ederim.  
Her geldiğinde  “ay,  benimkiler tutmuyor bir türlü,  diye sardunyalarımdan çıt çıt dal kopartan Hanife hanım'ı çağırırım. Kimseyi bulamazsam balkonları filan yıkarım, vadesi dolmuş ilaçları, ketçapları mayonezleri atarım. Bir işe yararım. Liseli arkadaşlarla buluşur ;elle tutulur, gözle görülür hatıralardan bahseder, uzak dururum  bu sanal dünyadan.

Ay,  uğraşamam ben, hastanelik olurum. “Saçını atkuyruğu yapmış 40 yaşında kadın, seni kim incitti” diye tweet  atmışlar. Elimi saçıma attım,  at kuyruğuydu. Altımda da beli düşük şalvar pantolon vardı, üzerimde I’M SO YOUNG yazılı t-shirt. Ben şimdi bu kıyafetle selfie çekip koysam instagrama ,  beni gazeteye çıkartır bunlar, linç ederler. Yırtık kotumu korkudan giyemez oldum. Mango’ya, Zara’ya,  Berchka ‘ya zaten yaklaşamıyorum; çık bu mağazadan,  burası gençlerin diye kovarlar beni bunlar  mazaalah.

Ne yapsan etsen ezmeye çalışıyorlar seni. Dünya güzeli olsan, amaan,  kaprislinin teki,  olursun. Burnun kalkık, dudakların dolgunsa estetikli olursun. Yaşından genç gösteriyorsan , botokslusundur. Hayvanlara yardım etmekten bahsetsen, dikkat çekmeye çalışıyorsundur. 

Öldürülen PKK’ li kadınla ilgili  haberin  altına “Bu insanlık değil” yazsan , vay terörist!, alın şunun adresini, yayın, imansız,
Şehit olan askerlerle ilgili haberin  altına “yine terör yine terör, analar artık ağlamasın" desen, pis ulusalcı, , bizimkiler ölürken neredeydin”
Gündemden uzak tweetler attığında " insanlar ölüyor,  senin umurunda mı ?"
Sevgilini yazarsan ,  görmemişin sevgilisi olmuş ondan bahsediyor, başka hiç sorun yokmuş gibi,
Siyaset yazarsan , “sen bir boktan anlamıyorsun,  yazma komik oluyorsun”  
Kitaptan bir cümle paylaşırsan , “ay,  sen edebiyattan ne anlarsın?”  diyorlar. Dİyorlar, diyorlar, ağızlar hep konuşuyor...

 Geçen gün sosyal medyanın ilk fenomeni olan kız  bir fotoğraf koymuş instagrama, altına döşemiş de döşemişler. ‘Ne kadar sığsın, ne kadar basitsin’ diye.  Ya, kız ne yapsın, kendi kendine blog yazıyordu. Ünlü olmak gibi niyeti yoktu. İnsanlar sevdi, beğendi, o da yazdı. Kimse beğenmese kendi kendine ünlü olacak hali yoktu. O sessiz sessiz yazıyordu, içini döküyordu. Keşfedildiyse suçlu mu? Bırakın da insanları belki hayatı boyunca bir kez gelen şansı değerlendirsin, mutlu olsun. Açıkçası ben bile özenmiştim başta ona. Ay,  ne güzel, insanlar bir tweeti için benim bir aylık maaşımı ödüyorlar, ofise gitmesine de gerek yok. İmza günü için otobüsler kalkıyor, ne hoş,  herkes kızı gördüğünde üstüne atlıyor. Tam istediğim iş diyordum ama şimdi hangi fotoğrafı koysa, yemediği küfür, duymadığı hakaret kalmıyor. Allah yardımcısı olsun, bunlara cevap versen de bitmez.
 Boş ver diyorum kendime,  otur oturduğun yerde;  ne fenomeni, ne ünlüsü. 1600 küsur takipçin  neyine yetmiyor. Normal ve sıkıcı hayatına devam et sen.  Bu çekirge sürüsüne cevap yazacağım diye yemeden içmeden kesilirim, uyku uyuyamam, dağlara kaçarım, izimi kaybettiririm. Ay, Allah korusun sizi bunların şerrinden .Ya hiç girmeyeceksin sosyal medya işine ya da kimliğini yüzünü gözünü koymadan yazacaksın. En azından tipinle ilgili yorumları okumak zorunda kalmazsın. 

Benim kitabın haber yapıldığı gazetede yorum olarak  “ ay, çok klişe, bir de ben yazayım da görsünler” diyen gazeteci hanım kızımızı da çok ayıpladım valla. Sen koskoca (!) gazeteci olmuşsun, oturduğun yerden ona buna laf sokuyorsun. Minyon(!) yüzüne hiç yakışmamış canım o tarzın. Eleştirileceksin tabii ki, ama onu da mahalle kadınları kavgasına benzetmeden yapacaksın . İşte tam da bu durumda yapılan “eleştiri” değil, küçümseme, ezikleme, başkasını mutsuz edip bundan mutlu olma isteğine dönüyor.

Yapmayın evlatlarım! Evinizde reçel yapın, seyahate  çıkın, kitap boyayın ama şiddet nefret hakaret sözleriyle doldurmayın sayfanızı. Sevmediğiniz yazarları da okumayın. Nasıl gidip Jose Saromago’ ya,  ulan sen de sübyancıymışsın he, karını da aldatmışsın, kitapların da çalıntıymış(tamamen örnek) deyip,  sosyal medyada hakaret edemiyorsan, onlara da atma. Elim varmışken deyip geçmeyin o klavyenin başına. En azından eleştirileriniz de tutarlı, seviyeli olsun. Pis kusmuklarınızı bulaştırmayın buralara. Temizlemesi zor oluyor; rica ediyorum.
Ben gidip  mercimek çorbası pişireyim. Aşağıdaki kız yeni evlenmişti. Bebeği yirmi beş günlük daha.Kocası kırkının çıkmasını bekleyemeden aldatmış onu. o da kızını alıp annesinin evine gelmiş; ilgileneyim biraz.


EKSİK OLMAYIN Bİ DE ŞUNU DEMİŞSİNİZ. Çakma Pucca’ymışım, onu taklit ediyormuşum. Varsın, öyle bilinsin, belki onu çok okuduğumdan, okurken eğlendiğimdendir. Siz öyle bilin.

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

İSTEMİYORUM, YAPMAYIN, YAPTIRMAYIN. 2 Jun 2015 1:26 AM (9 years ago)


Herhangi bir şeyden kombin yapmak istemiyorum.                                  

Kimseyle kaliteli zaman geçirmek istemiyorum.

Organikle gezen tavukla kafayı bozmayın.

“Ama çok hesaplı oluyor, bence bu elbiseyi kaçırmayın” (kaçırın bence)

“Ama o ithaaaalll” (beni ilgilendirmiyor, yerli de olabilir)

Mağazada gezerken pesimde gölge gibi yürümeyin

Çözünürlüğü yüksek kamera yapmayın, telefonun 15.modelini çıkartmayın,

Saçıma gölge yapmak konusunda ısrar etmeyin

Cumartesi Pazar hala ve hala iki adımlık yere özel otonuzla gitmeyin.

Serpme kahvaltı reklamı yapmayın(evimde yeterince serpilecek kahvaltılık var benim)

Bağıra bağıra konuşup dalgaların sesini bastırmayın(sizi herkes görüyor; çok akıllısınız, çok güzelsiniz, çok kültürlüsünüz,  biliyoruz; biz sizi keşfederiz zaten)

O tencere tıngırtısı gibi müzikleri mağazanızda çalmayın! çalmayın, çalmayın! Bıktııımmm,
En romantık en güzel ortamlarınızı selfie çekerek mahvetmeyin.
“Bugün böyleyim”, “düğün çok güzeldi”, “hava çok güzel” metni altında kendinizi gösterdiğiniz fotoğrafları koymayın; çok avam!

Çok güzel görünmek için bu kadar çaba harcamayın; güzelsiniz zaten; ya da güzel olmak zorunda değilsiniz; cahil olmayın yeter.

Bir gün arayan, ikinci aramayı bir hafta sonra Cuma gecesi saat on birde  gerçekleştiren erkeğe zaman harcamayın; bunların kimseyi mutlu ettiği görülmemiştir; etse ben mutlu olurdum.

Birinin sevgilisi olmak istiyorsanız; önce sizi arkadaşlarıyla tanışıp tanıştırmadığına, yolda elinizi tutup tutmadığına bakın; sevgilimsi şahıslarla tali yola dahi çıkmayın. 

Paranızı 300 TL' lik parfüme değil kitaplara yatırın; sizin doğal kokunuz daha güzel.

Arabanızın önünde fotograf  çektirmeyin; zira artık herkesin arabası var.






Kulaklık takıyorsanız amacınız müziğinizi kendi duyacağınız kadar açmak olsun; çevreye yayın yapmayalım.

Caddenin ortasından değil, kaldırımdan yürüyün(varsa eğer), hele kulağınızda kulaklık varsa mutlaka kaldırımdan. Yoksa arkadan güzel popolarınıza tampon değdirmek zorunda kalıyoruz.

Spor salonuna takma saçla gitmeyin; spor yapmak için gidin. Takma saçla makyajla gidip, fit olan kimseye rastlanmamıştır.

Form tutmayın; fit olun.

“…adına” yapmayın,” “…. İçin” yapın.

Taytın altına ip külot/string/tanga  giymek zorunluluğu henüz anayasada belirtilmedi; Rahat olun







Gaz yemeyin; gazlanın.

Birisi size çok canım sıkkın dediğinde “ hayırdır” demeyin; hayır olsa canı sıkılmaz.

Gaz/cop gibi şiddet araçlarına maruz kaldıktan sonra selfie yapıp instagrama koymayın; Show yapmayın.

“Sakın yanlış anlama”lı cümle kurmayın; genelde yanlış anlamayı severiz

Tartıldığınızda 55'i görmeyin, 55 kilo olun.
.
Birisi sizi rahatsız ederse beni arayın

Hadi çüüüüs bıcırlarım.





Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

O SERVİSTE KİMLER VAR, KİMLER. 3 May 2015 9:34 AM (9 years ago)


Kimi zaman dedikodu merkezi, kimi zaman kütüphane kimi zaman kahve kimi zaman izdivaç programı kimi zaman siyaset meydanı. Bu kadar farklı insanı bu kadar küçük alanda bir daha da zor görürsün anacağım. Bak bakalım kimler var orada...

DAİMA UYUYANLAR;

Bunlar servisin en kıdemli personelidir. Genelde en uzak mesafeden gelen tiplerdir. Uykusunu alamadıkları için hem işe gelirken, hem eve giderken daima uyuklar pozisyondadırlar. Serviste kimler var, yol üstünde hangi binalar, duraklar, köprüler var, servis nerelerden geçer, kimleri alır, bilmezler.
Genelde kendiliğinden,  bazen yakın arkadaşları  tarafından omuzuna şefkatle dokunulmak suretiyle uyandırılırlar. Horlayanlarına sıkça rastlanır. Genel görüntüleri hafif toplu ve /veya şişmandır, zayıflarına pek rastlanmamıştır

DAİMA GEÇ KALANLAR;

(Ben)  Ay, dur,  makyajımı da yapayım, parfümümü de sıkayım, biraz çay içeyim, ayakkabımı sileyim, ay osurup da öyle çıkayım derken bir türlü evden çıkamayan tiplerdir.
Hep servisin erken geldiğinden, onu görmediğinden, beklemediğinden dert yanarlar. 

Her zamanki durağına gelmiştir bugün, ama ortada ne servis ne bir canlı vardır. Belli ki gitmiştir servis kalabalığı yara yara. Arkadaşları şimdi fosur fosur uyuyorlardır. Hemen bir taksiye atlayıp şoförü arar, "neredesiniz? heh, E5 de mi, benzincinin orada mı?  tamam, üç dakikaya geliyorum” der, kan ter içinde, atkı  bir tarafta, lap top bir tarafta, cüzdandan tek elle para çıkartmaya çalışırken çantanın içindekileri döke saça taksiyi tam servisin önünde durdurur  "Günaydın arkadaşlar, beni görmediniz herhalde " deyip suçunu kamufle etmek isterler.  Kimsenin cevap vermesini beklemeden devam ederler. "Saatim çalmış ama duymamışım, başım çok ağrıyordu uyanamadım, tam çıkmıştım bi baktım telefonum yok , geri dönmek zorunda kaldım. Karşıdan karşıya geçerken de vakit kaybettim,  o yüzden de geç kaldım" gibi onlarca defa uydurdukları bahaneleri sıralarlar. On dakika sonra nefesleri normale döner. Tam sakinleşmeye başlar,  servis şirketin kapısının önüne varır. Ama zararsız tiplerdir onlar, endişelenmeyin. Tüm zararları taksiciye para vermekten dolayı kendilerinedir.

MESAJLAŞANLAR; 

Defalarca söylenmesine rağmen bip bibe bip bip dik dike dik dik. mesaj sesiyle yazdıkça yazarlar, güldükçe gülerler, yüzleri asılır kimi zaman ama bir gram da rahatsız olmazlar dıt dıt öttü diye telefonları. Taa ki benim gibi biri çıkıp da”kısar mısın o sesi “diyene kadar. Gençtirler; hayattan beklentileri çoktur, yeni flört edinmişlerdir, akşamları yeme içme eğlence organizasyonunda lider onlardır.

AĞIZ İSHALİ OLANLAR; 

Bunlar genelde şoförün arkasına otururlar ki, konuşacak kimse bulamazlarsa en azından şoförle konuşsunlar diye  en ön koltuğa yapışıktırlar, Arka koltuğa oturanına rastlanmamıştır. Yol boyunca  hatalı giden şoförlerle ilgili yorumlar yapmak, trafik sıkışıklığından bahsetmek, şoföre “valla,  işiniz zor bu trafikte”  demek onların görevidir. Bunlar sabah insanıdır. Kafalarında  filler tepişmemiş gibi rahat ve huzurla uyanır, servise vaktinde gelir ve hep normal ruh halinde olurlar; sinirli ya da aşırı neşelilerine rastlanmaz; stabil insanlardır. “Eee , Hülya hanım, n'aptı sizin kız , sınavı nasıl geçmiş?”,
“Eee , Arzu hanım,  buldun mu giyecek bir şey nişanda. Bak, sana bir adres vereyim Nişantaşı’nda,  oraya git mutlaka, hem ucuz hem de çok güzel elbiseler var, benim selamımı söyle” cümleleri hep onlara aittir. Durmadan konuşurlar. Benim migrenim tutar, onlara bir bok olmaz.

KLİMAYI AÇ/KAPACILAR

Kışın "ısıtıcıyı açar mısın,  kaptan" , biraz ısındım mı da "kapatır mısın kaptan"cılardır. Genelde şirketin en yaşlı personelidir bunlar. "Şoför bey çok soğuk, neden ısıtıcıyı açmıyorsun" diye seslenir arkalardan yaşlı bir ses. "Ya,  yanıyorum ben,  ne ısıtıcısı"  der arkalardan iri kıyım genç bir erkek. Ama kadın kıdemlidir, yaşlıdır, mecburen ısıtıcının açılmasına ses çıkartamazlar. Yazın klima açıksa hemen kapattırırlar. "Ay, dışarısı 32 derece, gerek yok ki klimaya, camları açsak yeter" diye. Yazın sıcağında olsa bile mutlaka yanlarında şalları olur ve güzel güzel sarılırlar onlara. Şal genelde boyun bölgesi ve kürek kemikleri arasına konuşlanır.


SERVİSE HER GÜN BAŞKA YERDEN BİNENLER

Yine bu gruba giriyorum. Akşam Topkapı servisine biner, sabah Kadıköy'deki servisi arayıp, nerede kaldınız, der. Haftanın hemen her günü sabah başka akşam başka servise binerler. Bazen de hangi servisin kaçta, hangi, durakta beklediğini karıştırırlar.
Ee, şimdi hatunun her semtte bir arkadaşı var, ne yapsın, sosyal hayattan mı kopsun.
Genelde bavuldan az hallice çantalarla gezerler. O çantanın içinde, atlet, külot, ince çorap, yedek body ne ararsanız vardır.

SADECE KAR YAĞDIĞINDA GELENLER;

İşte en gıcık olduğum tipler. Bacaklarını yaya yaya arka koltuk cam  kenarına otururlar. Hiç utanmazlar bunlar." Eeee, Murat, sen hiç gelmezdin servise ne oldu, senin araban yok muydu" derim. "Kar var bugün". "Doğru, var; ne olmuş?"
"Eee,  çıkartamadım arabayı".
Ulan, deyyus,ulan mal! Hafta sonları götünü gezdiriyon o arabada ama. Millet tır çıkartıyor karda , sen göt kadar arabayı nasıl çıkartamadın. Ezik! Korkak!
Hem ayrıca sen bizim eve çok yakın oturuyorsun. Bir kere de ne eve bıraktın, ne işe. Beni niye almıyorsun şirketin sana verdiği, beş kuruş benzin parası ödemediğin  o arabaya.  Şimdi ben de seni şu servisten götüne bir tekme atıp o çıkamadığın karlara atsam nasıl olur? 
(Neyse, yeter bu kadar eziyet hadi,  adam binmiş bir kere)

SERVİSİN GÜZERGAHINI DEĞİŞTİRMEK İSTEYENLER,

Bunlar aynı yoldan gitmekten aşırı sıkıntı duyan insanlardır. Mesela E5 yönünde trafik sıkıştı hemen alternatif önerirler. "Kaptan, hemen sahile doğru kır, denize bakarak gideriz. Buradan girmeye kalkarsak ancak  gece 10' da evde oluruz".  Ne yazık ki önerdikleri  alternatif yollar hep  daha da sıkışık olur bu talihsizlerin. Böyle durumlarda servisteki personel tarafından linç edilmeye çalışılırlar.
Erkektirler, orta yaş ve üzeri olurlar; serviste tek gazete okuyan kişi onlardır.

SERVİS ARACININ DEĞİŞTİRİLMESİNİ İSTEYENLER;

Bunlar gizli gizli çalışırlar. Çalışmaktan kastım kimseye çaktırmadan şoför ve servis aracı hakkında derin araştırmalar yaparlar. Acaba bu seferki servisin sorunu nedir, İlk başta büyük bir araç gelmişti ancak çoğu kimse onun çok sarstığını, sert manevralar yaptığını ve midelerinin bulandığını söylemişti.  Sonra gelen serviste de koltuklar çok küçüktü ve havalandırması kötüydü. Bir sonrakinde şoför çok laubaliydi. Onun bulunduğu servis en kalabalık ve en çok personel alan servisti. Başka servislere bölselerdi ya onları, cık cık cık. Bunlar işten daha çok servisle uğraşırlar. Apartmanda yönetici,  iş yerinde de servis sorumlusu olurlar. Ömürleri servis değiştirmekle geçmiştir. En kısa zamanda emekli olup, kendi iş yerini açacak olan, kır saçlı,  gözlüklü, devlet dairesi grisi takım elbisesi giyen tiplerdir.Genellikle siyah küçük kol çantası ayarında ne üdüğü belirsiz deri  çantaları olur.

SERVİSİN TEK ERKEĞİ; Allah kimsenin başına vermesin . Yazık, günah lan buna. Yayılsa laf olur, sıkışıp otursa laf olur, konuşmaya kalksa kadınlara asılıyor olur. Genelde varlıklarıyla suç olur bunlar. Şirketin araba vereceği hedef kitlesinde değildir. Eee, muhasebedeki kadınlar topluluğuna da dahil değildir, kalabalık ofis katında çalışmadıkları için serviste konuşulan gündeme yabancıdır. Öyle orta bir yerde orta bir iş yaparlar. Bina- tesis işinde, teknik arıza bölümünde filan. 


Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

EYVAH 40! 12 Jul 2014 1:24 PM (10 years ago)


Güvenle sarılacağım kimse kalmamıştı. Sonra bu geldi. Hoş geldi!

Arkadaş aşağıda, sizlerle tanışmak istiyor.Umarım siz de seversiniz onu. Ben çok sevdim çünkü.
Pazartesi tüm kitapçılarda  sizlere  merhaba diyecek. Hadi, siz de sarılın ona; bana sarılmış gibi olacaksınız; hissedeceğim.

NOT: Ara sıra soruyorsunuz, Kitap blogla ilgili değildir, bilginize






Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

GÜLÜMSE BİRAAAZZZZZZZ 3 Jul 2014 5:50 AM (10 years ago)


http://youtu.be/5yCx_YR791Q


Masalarının  üzerine kara sinekler konmuş, küçük bir lokantanın önünden geçerken bu şarkı çağırdı beni. Hızlı adımlarım birden yavaşladı;  bir iki saniye lokantanın önünde durdum, ayrılmak istemedim. Aklıma o kız gelmişti işte...

İbrahim Tatlıses de Sevilay da çok genç, her yerinden buram buram yaşam sevinci salıyorlardı o zaman.
“Gülümse biraazzz “ diye mahalleyi çın çın çınlatıyordu  İbrahim Tatlıses yaz sıcağı sesiyle.
"Dinle bak,  dinle, çok seveceksin" diyordu, kendisine bir yandaş ararmışcasına.

Ağustos”un onunda gelen ve üç  haftalık iznini  minicik  bir balkonda geçiren,  genç sarısı saçları mavi gözleriyle çok şahane bir kızdı o.
Arabeskti.
80"lerin en sıcak hatırasıydı
Almanya’dan sarı Mercedes"in arkasındaki  karavanla gelen kızdı o !  
Bir sürü bebekleri olan,  gözlerinin mavisini çalmaya niyetlendiğim güzel bir  kız.
Hayatını ölesiye merak ettiğim , sırlarla dolu kız!

Aynı bu fotoğraftaki gibiydi. 




Yıllar sonra Türkiye'ye yerleşti. 
O Almanya'da yaşarken güzeldi gözümde, farklıydı. Buraya yerleştiğinde kokusunu da saçlarındaki yıldızları da kaybetti.
Kokusu değişti ilk önce.
Sonra gözlerinin mavisi.
İstanbul'da yaşayan mutsuz , ne yöne dönse boşluğa çarpan kadınlar gibi oldu; soldu, pustu, sindi, kahverengiye karıştı.
Ama  en çabuk değişen de benim kocaman yüreğimdeki sevgisi oldu;  uçup gitti yeni yetme yüreğimden, beni boşluğa bıraktı.
Ergenlik çağımda kalbime konan bu minik, rengarenk kelebek, kanatlarını toprağa verdi bir gece aniden. Saman sarısı da deniz mavisi de bahar  kokusu da kara bir toprağa karıştı;
Öldü mü, öldürüldü mü, ölmeyi mi  seçti,  bilemedim. Bilemedik.
Zaten onu kimse de merak etmedi...
Sık sık rüyamda görüyorum;  bembeyaz elbiseler giymiş yaz kumaşlarından, saçları güneş vurdukça parlıyor, ayakları çıplak, ayakları hep çıplak. Ayakları hep toprağa yakın.




































Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

ÇOK KARIŞIK MEVZULAR 23 Jun 2014 10:37 AM (10 years ago)


Fonda Tanju Okan var. Sever misin? Ben çok severim.

"Benim en iyi dostum içkim sigaram
Onlar da terk eder, olmasa paraaaaammm..."

Bir hiç uğruna zaman harcıyorum,  biliyor musun
Aşk hiçtir çünkü; elinde hiçbir şey kalmıyor.
Bomboş kalıyorsun, bomboş, sonra da seni bombok hissettiriyor, bombok!
Aşk hiçbir şeydir; ömrünü böyle bir duygunun varlığına inandırarak bütün zamanını harcıyorsun.
Önce şair oluyorsun, sonra yazar; olmuyor; oyuncu oluyorsun aşkı iliklerinde hissetmek, hissettirebilmek için,
Ama sonra şiir de kitap da oyun da bitiyor.
Aynada kendini hep tek başına görüyorsun; hep tek.
Oysa beş yasından beri kandırılmışsın bu duyguyla, elinden tutmayınca kimse,  eksik oluyorsun. Yürürken hafif kambur,  ayaklarını sürüyorsun. (aşıkken nasıl yürüyordun,  hatırlasana)
Kahve pişirecek biri olsun diyorsun; iki kişilik  fincan takımı  alıyorsun. Birini kırıyorsun bir gün,  ikincisiyle yine kendin içiyorsun.

Onun için kek tarifleri kurabiye tarifleri alıyorsun birilerinden , süslü sofralarda sunuyorsun O'na. Hep veriyorsun, hep veriyorsun; nasıl bir kaynaksa bu, tükenmiyor.

Kadın bu! Isıtılmak  istiyor işte. Kendi kollarıyla kendi gövdesine sarılmaktan bıkıyor.Kadın bu! Sık sık gözlerinin içine bakılsın istiyor. Kadın bu! Kucaklanıp döndürülmek istiyor yaşı ne  olursa olsun, kilosu kaç olursa olsun.

Ayrılığın acısını sigaradan , içkiden çıkarmaya çalışıyorsun; olmuyor. Çare olacağını düşündüğün dayanakların hepsi  çaresizliğin oluyor.
Aşk bu canım, aşk!  Senden başka kimseye zararı olmuyor.
Geçtiği yollardan geçerken buruluyor buruluyor göğsün;  tıkanıyorsun, konuşamıyorsun değil mi?
Bilirim,  bilmem mi.
Onu görürsün belki diye saçını başını topluyor,  onun en sevdiği renkteki elbiseni  giyiyorsun,  değil mi?
Bilirim,  bilmem mi...
Bir sigaranın dumanı bir rakının beyazı bile sadece onun gülen güzel dudaklarını hatırlatıyor,  değil mi?
Bilirim,  bilmem mi.
Kopsun artık diyorsun değil mi, kopsun bitsin, yaşam nereye kadarsa.
Daha fazlasını yaşamak daha çok parçalanmak, daha çok bölünmek, daha çok çatlamak değil mi?
Yaşıyorsun işte,
Yaşıyorsun be gülüm.
Yarım, kırık, topal,  flu  ama yaşıyorsun işte. Zaten en acımasız olan da bu değil mi, zorla yaşatıyor seni Tanrı, zorla!
Bakalım nereye kadar diyorsun,
Ciğerin bir yanda, ellerin ayakların bir yanda, göğsün bir yanda...

Ha,  göğüs dedin de aklıma geldi,
Fındık kadar bir şey fark ettim göğsümde, oha!  Bu ne lan,  diye yüksek sesle konuştum, kendim duydum o sesi yani.
Bastırdım elimle,  evet,  orada bir "şey" vardı. Ruh gibi gezdim evde sabaha kadar. Bakalım daha neler olacak dedim. Ertesi gün doktora gittim;  filmler filan çekildi, amaaan,  dedim,  memen mi var derdin var. Doktor gülümsedi. Sıkıp sıkıştırıp makinenin içine koydular zavallıcıkları, şekilden şekile girdim. Canım yandı. Kapalı yer fobisi olduğu için kadına  yalvardım  yakardım  kapı aralık kalsın diye. Odanın kapısını aralık gören yakışıklı bir doktor girdi içeri,  ama göreceği bir şey de yoktu zaten. Abuk subuk bir poz vermiş, yarı çıplak bir kadın işte.

Bir de ultrason filan çekildi işte.  Doktor,  "çok mutlu oldum, kötü bir şey değilmiş" dedi.
Zamanı geldiyse ve gerekliyse mamografiyi sakın ihmal etmeyin hatunlar.
Ne zaman üzülsem vücudumun bir kenarından bir şeyler fırtlar. En çok da göğsüm acımıştı terk edilince.
Orda çıktı acısı.

Tüm bunlar olup biterken, bugün yayıncım mesaj atmış. "Akşama baskıya giriyor kitap" diye. Ne güzel gülümsedim bir bilseniz.
Bazen oluyor işte, güzel şeyler de oluyor.
Kitabımı raflarda görünce ilkinde yaptığım gibi yapacağım; ona sarılıp uyuyacağım.
Dünyanın en kötü kitabı olsa da umurumda değil; o benim, ben yazdım, benim sevgilim o.

Hadi eyvallah , kalın sağlıcakla. 

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

HER BAŞARILI ERKEĞİN ARKASINDA 22 May 2014 12:53 AM (10 years ago)






Her başarılı erkeğin arkasında...







Onun tüm stresini çekmiş, cevapsız çağrıları 300 ü bulmuş,
Beklerken tırnaklarını yemiş, bitirmiş
Saçları dökülmüş
Paket paket sigara içmiş
Kadeh kadeh rakı tüketmiş
Beklemiş
Üşümüş,
Sağ elini sol eline destek yapmış,
Cenin pozisyonunda yatıp kendine sarılmış,
Her gece uyanıp, mesaj atmış mı diye uykusunu bölmüş
Onun işi iyi gitsin, hedefine ulaşsın diye ağrılarından bahsetmemiş,
Ateşi çıktığında kendi kendine geçirmiş
Ağladığında yorganın altına girmiş,
Özlediğinde gömleklerini koklamış,
Buluşacağı günleri takvimde koskocaman işaretlemiş
Beraber gezdiği yerlerdeki fotoğraflara bakmaktan eskitmiş,
Çorbayı, çayı, kahveyi tek başına içmiş
Bir saat görebilmek gözlerine bakabilmek ve o gözleri bir dahaki buluşmaya kadar  hatırlamak için kilometrelerini ve saatlerini harcamış,
Toplantıda keyfi kaçmasın diye özlemi yüreğini delmişken bile gülümsemeli mesajlar atmış
Hep onu mutlu etmeye çalışmış,
Ve bu çabalarının hiçbiri görülmemiş
Ve yalnız kalmış
Bir kadın vardır.
Ne kadını?
Kadın filan yoktur. Adam onu başarısı için ezmiş, yok etmiştir.

Başarılı bir erkek profilini oluşturup arkasında bir enkaz bırakmıştır.




Yılmaz Özdil yazısı gibi oldu sanki.

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

İŞTE ÖYLE BİR ŞEY! 2 May 2014 4:32 AM (10 years ago)



İştahım kesildi.Sürekli uyumak istiyorum. Hiç çalışamıyorum. İşleri hep erteleyerek yapıyorum bu aralar. Sadece sigara içmek istiyorum. İki kilo vermişim üç haftada. Şiddetle tavsiye ederim, kilo vermek istiyorsanız; ÜZÜLÜN!

Kendimden uzaklaşmam lazım, kendimi oyalamam lazım,  yoksa minör depresyonum majöre dönecek. Aklıma geldi durup dururken benim SARI KIZ,  Kim mi o? Enteresan bir arkadaş işte. Arkadaşımın arkadaşı kontenjanından. Bu eşsiz kişiliği sizlerle tanıştırmaktan onur duyarım.


1.75 boylarında, ince,  bir dönem çok ünlü mankenlik ajansında  mankenlik yapmış, playboy kızlarına benzeyen bir hatun. İçi seni dışı beni yakar.

Gece alemlere  aktığımız  zamanlarda bu kız bizim masanın kenarında ayakta durur, dans ederdi. Yakın arkadaşımın uzaktan arkadaşıyken birden samimi arkadaş kontenjanına geçti. Ancak, bize katıldığı gecelerin hiçbirinde  içecek almaz, bizim nasıl olsa içeceğimizi  bilir, beş kuruş harcamadan evine dönerdi. Evi de zaten gittiğimiz mekâna yürüyerek beş dakika uzaklıktaydı.  İlk başlarda anlayamadım durumun vahametini. Kız alkol almıyor, tadını bile bilmez. Babası alkolikmiş o yüzden alkolden nefret edermiş. Garson geliyor masaya  ne içersiniz? diye soruyor. Biz  votka, tekila neyse söylüyoruz. Sıra buna geliyor  “Ben bir şey almıyorum diyor.  Bir iki defa böyle hallettik,  ancak bir akşam  kudurdum ben. Kızlara dedim ki bakın,  garson gelecek ve hiç birimiz bir şey içmeyeceğimizi söyleyeceğiz. Bakalım ne yapacak" dedim.  "Tamam" dediler, anlaştık.

Garson geldi yanımıza. Ne içiyoruuuuz?  dedi o kıvrak sesiyle. Ben bir şey almayacağım tatlım  dedim kıza dönerek Benim yanımdaki de ben de almayayım şimdi, sen ne istiyorsan iç”  dedi kıza.  Sarı kız kızardı, bozardı ve gecenin on ikisinde garsona Ihlamur siparişi verdi. Garson en aşağılayıcı ve en nefret dolu bakışlarını üzerimize atarak geri döndü. Çok utandığım anlardandır.
Kız şaşırdı biraz tabii, ben de bu akşam canım hiç içmek istemiyor canım,  yaaa  dedim. Arkadaşlarım da ben de yaaa diyerek destek oldular. Garson bize küfür etti,  dudaklarını okudum, 
dedim. “Ay,  napiim , boğazım ağrıyor, ne içeyim başka, dedi. Gerçekten tıklım tıklım dolu, milletin kafalarının uçtuğu  o barda "ıhlamur" muhteşem bir seçimdi.

O gece erken ayrıldım bardan, o da ıhlamuruyla millete eğlence  malzemesi  olarak gecesine devam etti.


Taksiye binerdik dört kız, bu en önde oturmasına rağmen, okuması yazması yokmuş gibi taksici frene basıp ineceğimiz yere geldiğinde arkasını döner kaç lira,  kaç lira tuttu, kaç lira veriyoruz? “ diye  sorardı. Dört dakikalık yol gitmişiz 10 TL tutmuş, kişi başı kaç lira düşecek ki.

Bu kızın cebinde daima bozuk paralar olurdu, hiç şaşmadı. Taksi kaç lira tuttuysa, kuruşu kuruşuna verirdi. Hatta bizim  arkadaşlardan bir çocuk onun barda bozuk paraları avucunun içinde küçükten büyüğe doğru dizdiğini gördükten sonra bozukçu takmıştı adını.
Artık batmaya başlamıştı her yaptığı. Sonuçta benim değil arkadaşımın  arkadaşıydı ama o her yere sokuluyordu. Erkek arkadaşları da en az onun kadar garipti. Nerde bir arıza ve mostra adam  var,  onu hiç aramadan hemen bulurdu.
Peki,  ya giyimi?
Ara sıra ucuzluktan (ama kesinlikle ucuzluk zamanında) pantolon, body, ayakkabı, çanta alırdı. Ama bunları hangi mağazalardan beğenip de alır, öğrenemedik. Hatta yolda bizi gören bazı tanıdıklarım şey,  o sarışın arkadaşınız nerden?, kim?" filan  diye soruyorlardı. Yeni aldığı kıyafetleri en az üç ay bekletirdi. Bir gün " aaa, bunları ne zaman aldın, hiç görmedim üzerinde"  demiştim, o da  "iki üç sene oluyor,  bir erkekle buluşursam o zaman giyeceğim , şimdi gerek yok demişti.

Ne kadar daha modern giyinebileceğini üstelediysem de beni  zevksizlikle suçladı. Kendisine göre o çok zevkliydi.

Mesela kesinlikle kuaföre gitmezdi bu kız. Saçını kendisi boyar(sahne sarısına) kendisi keser( akıl hastaları gibi) kaşlarını kendi alır, tırnaklarını kendi yapardı. Hayatında hiç manikür pedikür yaptırmadı, fön bile çektirmedi. Geceden bigudiyle sarardı saçlarını, eski moda dergilerindeki kapak kızlarına benzerdi. Sonuçta o güzel yüzü,  o güzel vücudu komik ve rüküş tarzıyla rezil etti. Neden gitmiyorsun kuaföre dediğimde "başkasının saçlarımı ellemesine dayanamıyorum" demişti.

Bir kere nişanlandı. Nişanlandığı kişiyle eşya almaya gittiklerinde tam bir komedi yaşanmış.Nişanlısı bundan daha arıza çıkmış.  Üzerinde Ayşe (markası) yazdığı için yatağı,  el halısı olmadığı için de aldığı halıları geri göndermiş, sonra da ben bunları beğendim deyip,  üç milyarlık  halıları göstermiş. İstekleri arasında banyoda mutlaka sıvı sabun olacak, buzdolabı ultra derin donduruculu olacak, nişan bohçasındaki gömlek "Beymen", pijamalar "Pierre Cardin", kol saati "Bulgari" olacak varmış.
Sonra ne mi oldu? Babası nişan  bohçası yerine iki adamını alıp, çocuğun evine gitmiş " hayırlı olsun, bu ilişki bitmiştir" demiş.

TATİL SEÇENEĞİNE GELELİM;

En komik kısmı bu. Bu kız asla kafasını denize sokmaz. Temmuz, Ağustos ne kadar sıcak  olursa olsun başını suya sokmaz. Sebebi; üşütüyor-muş.(boneyle girerdi denize çoğu zaman)
Tatil yeri bellidir ve asla değişmez. Annesiyle beraber Kıbrıs. Tanıdığım bunca yıl içinde başka birisiyle başka bir tatil yerine gittiğine rastlamadım. Biz çağırırdık tatile bunu, "ay,  canım,  çok sağ ol,  annemle gideceğiz biz bir ay sonra zaten" derdi hep.

Bikinilerini aldığı yer belliydi; pazarlar. Ama bu bikinileri de ancak sevgilisiyle havuza filan gider diye giymezdi. Eğer günübirlik denize gitmişsek (Şile, Riva, Kilyos gibi) en eski bikinisini ya da bikini görünümlü sütyen- külotunu giyerdi. Asla dışarıda yemeğe para vermezdi kısmına bilmem değinmeye gerek var mı? En fazla bir çay ya da sodayla günü geçiştirirdi.

O dönemlerde en büyük arzusu evlenmekti.” Bu sene içinde evleneceğim ben demişti  en son görüştüğümüzde. Kim olduğu önemli değildi,  önemli olan "evlilik" olayını gerçekleştirmek,  "bir kere evlendim" demekti.

Görücü usulüyle,  evden işe işten eve giden, anne kuzusu, hayatında hiç bara gitmemiş bir gençle tanıştırıldı ve evlendiler.

Gelin başı ve  makyajı tabii ki kendisine aitti ve çok kötüydü. Onu son olarak  o gün gördüm. O günden sonra sebebini bilmediğim bir şekilde beni ne aradı ne sordu. Ancak ortak bir tanıdığımızın nikahında gördüm bir sene sonra.  Hiç bir sorun yokmuş gibi aaa, canım nasılsın, gelin çok güzel olmuş,  değil mi  deyip, eşinin elinden tuttu ve  nikah salonunun en uzak köşesine oturdu.

Hayretle onu izliyordum . "Evlenince çalışamam ben, hem evliliği hem işi yürütemem" demişti bir keresinde. Öyle de yapmış, evlenir evlenmez  çıkmış işten. Onun için ikisi de yeterince heyecan verici ve büyük bir sorumluluktu zaten. Aynı anda evli olup, işe gidemezdi.

Onu tarihin karanlık sularına gömüp,  unutmaya karar verdim. Geçen gün aklıma geldi. Yaa,  bu kız ne yaptı, çocuğu filan oldu mu,  evlililiği nasıl gidiyor diye düşündüm. Facebook hesabı yoktu o zamanlar (evlendi ya hani...) ama şimdi var-mış. Gördüm onu.

Yine kendine ait muhteşem dizaynından  iki ayrı kıyafetle  fotoğrafını koyup,  bu aleme kaydolmuştu. Rus revü kızları gibi giyinmiş;  biri otelde(muhtemelen annesiyle gittiği Kıbrıs seyahatine ait) biri de otelin havuz kenarında, straplez bir elbise, ayağında lame topuklu terlikler ve kendi ellerinden çıkmış usta(!) makyajıyla "evli" yazmayan profiliyle oradaydı. Eski günlerine dönmüştü.
Evliliği yürütemezdi zaten , ama amacına ulaşmış,  bir kez evlenip boşanmıştı işte. Tahminen  uçak biletlerini annesi almıştır iki ay önceden, mekan bellidir;  Kıbrıs'ta  bir otel! Gitmek için gün sayıyordur şu aralar. 




Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

ÇİYAN 25 Apr 2014 6:11 AM (10 years ago)



Manikürcüleri pedikürcüleri bilirsiniz, her çeşit kadını göreceğiniz yerlerden biridir. Emekli öğretmen de gelir, ergen öğrenci  de, bankacı da gelir, sanatçı da, oyuncu da gelir, mimar da.
Bir de bu tip dükkanların müdavimleri olur. Haftada minimum üç gün  buraya gelirler, müşterilerle sohbet ederler, boş boş konuşurlar, mutfağa girip kahvelerini yaparlar. Dükkânı istediği gibi kullanırlar anlayacağınız. Hani elinden gelse beğenmedikleri müşterileri dükkâna sokmayacaklar. 




Manikürcümle kardeş gibiyiz neredeyse , yıllardır tanırız birbirimizi. Böyle bir gün, güpgüzel kırmızı ojelerim sürülmüş, kurumasını bekliyorum. Çiyan'ı daha önce bir kez görmüştüm. Bu ikinci görüşümdü. Devlet dairesinde çalısıyor bildiğim kadarıyla,  bir de kızı var. Otuz beşlerinde, saçları kızıl ve kısacık ve daima jöleli. Altında bir eşofman , spor ayakkabılar. Alıcı gözle bakınca  hoş bir hatun , vücudu da  güzel. Gözleerrrr!!!

Uzaktan inceliyorum onu; hafif kısıyor gözlerini. Mavi mi yeşil mi anlaşılmıyor. Her ne renkse de işte,  kendini o kadar beğeniyor o kadar eşsiz bir güzellikte olduğunu düşünüyor ki, hiç konuşmasanız da bunu anlıyorsunuz zaten. Gıcık oldum bu hatuna. Bu kadar kibir bu kadar şımarıklık bünyemin kaldıracağı bir olay değil. Bu yine  daldı mutfağa ağzında sigara, kahve pişirmeye başladı. Manikürcümün  minik bir buzdolabı var; oraya da dalıyor, meyve, bisküvi ne varsa sormadan yiyor. Kıza laf sokmam lazım, yoksa eve gidip huzur içinde uyuyamayacağım. Ben onu incelerken müşterilerden biri “ay,  ne kadar güzel gözleriniz var,” diye iltifat etmez mi. 
Hatun zaten kasım kasım kasılıyor
"Heh, aferin , iyi bok yedin"diyesim geldi kadına.
Bu teşekkür etti , baygın baygın süzdü çipil yılan yeşili lensli gözlerini. Ben de "güzel lens" dedim.Yanına yaklaştım, “ ama çok kaliteli , hiç belli olmuyor, gerçek gibi “ dedim.
“Yok,  değil” dedi.
"Lens, lens. Aynısı var bende, ordan biliyorum”  dedim.(Geçen sefer de bir kadın iltifat etmişti, tesekkür edip susmuştu. Lens dememişti)
“Yok ya, herkes öyle sanıyor “dedi.  
Bir kere ne olursa olsun anlarsınız lensi, evet,  bu kadındakini anlamanız zor , göz bebeği gözüküyor sadece, cuk oturtmuş şeytan karı.

Hafiften şaka yollu "Dur , ben anlarım şimdi lens olup olmadığını  deyip,  parmağımı gözüne daldırmak için bir hamle yaptım. " Aaaa, yapmayın”  filan dedi. “Lens solüsyonu var benim yanımda, yıkayayım o zaman ellerimi, mikrop kapmasın gözleriniz , sonra da çekip çıkartayım" diyorum.  “Ay , yok,  alerjim filan var” diyor bir sapığa bakar gibi bakıp.

Diğer kadınlar da bana cephe almışlar gibi “ay,  kendi gözü canıııımm, böyle lens olur mu , maasallah” demezler mi. (Sen mi doğurdun,  nereden biliyorsun? tövbe ya Rab bim)
Acayip sinirlenmiştim hepimizi aptal yerine koymasına.

Bunu unutmayacağım kadın!  elbet senin de sonun gelecek iç sesiyle evimin yolunu tuttum.

Bir hafta sonra  tekrar bir uğrayayım dedim bakalım "Çiyan" orda mı.  Evet,  oradaydı ve yine eşofmanı spor ayakkabıları,  kısacak saçları,  kendisinin olduğunu iddia ettiği gözleriyle  ortalıkta dolanıyordu.
“Merhaba”  dedim manikürcüme ve sıramı beklemek için koltuğa iliştim. Pis pis bakıp,  izliyorum onu.

O gün Tanrı”nın bana bahşettiği ender güzel günlerden biriydi. Akşam olmuş isten çıkmışım,  yarasa ayaklarıma pedikür yaptırmak  için bizim kıza uğramışım ve Çiyan orda!

Dükkân epey kalabalık. On dört  yaşlarında kapkara  bir kız oturuyor koltukta, başka müşteriler  de var. İşsiz güçsüz takımı  da orda.  Konuşurlarken baktım bizim Çiyan kara kiza " kızım, kızım” diyor. Tamam dedim, kısmet ayağıma geldi. Sonun geldi pis Çiyan! Elime öyle bir  fırsat verdin ki, istesem böyle denk gelmezdi. Çiyan tuvalete girdi o sırada. Yüzümdeki şeytani ifadeye en masum halimi oturtmaya çalışarak, Çiyan'in duymayacağı bir sesle, “aa ne güzel, demek  sen basketbol  oynuyorsun, hımm.. Ben de oynamıştım lisedeyken ama sonradan bıraktım işte. Sen devam edecek misin,  bak ne güzel upuzun bacakların var ” falandı filandı derken muhabbeti ilerlettim.Ve sonunda beni huzura kavuşturacak, uykularımı geri getirecek atılımımı  gerçekleştirdim.

“Sen de lens taksan annen gibi,  ne güzel olursun, biliyor musun. Böyle esmer güzeline ne çok yakışır mavi lensler"
“Yok ya, takamam ben öyle şey gözüme”
Dedi.
!!!
Olmuştu işte!  Birinci ağızdan duymak istediğimi duymuştum. Hay,  çok yaşa çocuk sen!
Artık kızla işim kalmamıştı. "Aslında o kadar da güzel değilsin  leylek bacaklı" deyip,  kalkasım geldi koltuktan. Çiyan tuvaletten çıkmış, bana endişeli gözlerle bakıyordu. Gözlerinin içine pis bir ifadeyle bakıp, azıcık da ağzımı Bruce Willes gibi çarpıtarak gülümsedim.

Tonlarca demir kalkmıştı üzerimden, pamuk gibiydim. Manikürcü arkadaşım müşterisinin tırnaklarıyla ilgilenirken  beni duymuş, saçlarını güldüğü belli olmasın diye yüzüne kapatmıştı. Kimselere belli etmeden, bilgiye ulaşmanın sonsuz sevinciyle ayrıldım dükkandan.  Bakalım neler olacaktı bundan sonra.

Birkaç gün sonra dükkânın önünden geçerken manikürcüm "çabuk gel, sana bir şey anlatacağım" dedi.
Çiyan olayın ertesi günü dükkâna gelmiş, vermiş veriştirmiş bana. “Benim çocuğumun psikolojisini bozdu o, çocuğu doktora götüreceğim” demiş 
“N''oldu,  yaa”  filan demiş benim kız.

“Çocuğum kaç gündür ağlıyor. Senin o arkadaşın sıkıştırmış çocuğumu, o da  bana nazar değmesin diye “annemin gözleri lens” demiş. Ben de onunla konuşunca ağlamaya başladı, çocuk kaç gündür okula bile gitmiyor üzüntüsünden" demiş. Baskı altında kalmış çocuğu!

Arkadaşım   “yok ya,  öyle birisi değildir o , neden yapsın,  neden senin çocuğunun psikolojisini bozmak istesin ki” dese de Çiyan “ben artık gelmem bu dükkâna, o kadını görürsem saçlarını yolacağım” demiş. 

Manikürcü ve ben duvarları yıkacak düzeyde kahkahalar attık; gülerken birbirimizi dövdük , çırpındık, ben birkaç kere kendi eksenimde döne döne  zıpladım, sarsıldım, saçlarım havaya uçtu zıplarken.

"Senden korkuyorum ben "dedi arkadaşım."Dediğini yaptın sonunda, sana inanamıyorum"
"Benim yüzümden müşteri  kaybettin,  çok üzgünüm" dedim. 
"Sen benim için daha değerlisin"dedi.
"Kimse bizi aptal yerine koyamaz, ama" dedim. "Koyamaz" dedi.


Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

HEM İNSAN TEK BAŞINA DA EYLEME KATILABİLİR. 16 Mar 2014 9:00 AM (11 years ago)


Çok üzgünken konuşamam,  ağzımdan kelimeler çıkamaz; tıkanırım. Yemek yiyemem,  dışarı bile çıkamam. Evdeysem  odama, ofisteysem de sandalyeme yapışırım. Ayaklarım tutmaz, yürürken sağa sola sendelerim. Bir şeyler yazayım da içimdeki yangın sönsün isterim ama onu bile beceremem. Tuşlara basacak gücüm olmaz. Sadece sigara üstüne sigara yakarım. Sigaraya bu yaştan sonra başlanır mı bilmem ama Gezi olaylarından sonra düzenli olarak içmeye başladım. Bir tek bunu yapabiliyorum  üzgünken. Dolayısıyla, yazıyı da bugüne ancak yazabildim.

O gün de sabah yedide kalkmış,  haberleri izliyordum.Yorucu bir gün  beni bekliyordu. Alt yazı geçti o anda.  Aylardır uyansın diye beklediğim küçük can ölmüştü... Elimde çay bardağı vardı. Koltuğa çöktüm. Ayaklarım titremeye, güçsüzleşmeye başladı. Bir anda seksen yaşında  olmuştum. Bütün kemiklerim ağrımaya başladı.  Göz yaşlarım biraz önce yaptığım makyajı silip süpürmüştü. Gitmiş! dedim. Gitmiş işte.! Olmadı! Aylardır ümitle bekliyordum oysa ki.
Lap topumu alıp, evden çıktım. Acıdan ölsen de işe gitmek zorunda oluşuma  bir kez daha isyan ederek hem ağladım hem yürüdüm. Sabahları uzun zamandır kademe kademe tomurcuklanışına, çiçek açışına tanıklık ettiğim bir erik ağacım var. Her sene zamanını geçirmeden patlatır minicik tomurcuklarını, sonra yavaş yavaş büyür, göze çarpmaya başlar, bembeyaz gelin gibi açar, sonra da çok lezzetli meyvesini sunar bana. Ondan anlarım ben baharın geldiğini.
Oysa baharda uyanır diye düşünmüştüm küçük çocuğum. Bu ağaçlar ne zaman eriğe dönecek, o da o zaman uyanacak diye hayal kuruyordum. Çünkü baharda büyür çocuklar;  boyları uzar, yanakları al al olur. Ancak bu bahar güzel geçmeyecekti,  anlamıştım.
Ne çaresiz anlardır ölüm haberlerini duyduğumuz anlar. Mutlaka kendimi suçlayacak bir şeyler bulurum. Yapamadım, beceremedim, onu yaşatamadım diye. Kendimi Berkin öldüğü için suçlu hissediyordum. Bir şey yapamamıştım.
O gün twitleri  ve mesajları okumakla geçti. Hastane yatağında  bir lokma kalmış çocuğun ağırlığıyla  ezilmiştim. Yapabileceğim bir tek şey vardı şu anda, acımı hafifletecek  tek bir şey ; Kadıköy'e gitmek!

Çağırdığım herkesin bir bahanesi vardı. Eski arkadaşlarım zaten burada değildi  İş yerindeyse  "hadi Kadıköy'e" diyeceğim bir insan yoktu. O halde  tek başına  olsa da gitmeliydim.

Bir panik ataklı için eyleme katılmak, yürüyüşün parçası olmak, kalabalığın içinde olmak biraz daha zordur. Ama imkansız değildir. Kendi çapımda bir karton hazırlayıp çıktım yola. Üzerimde klasik iş kıyafetlerim ve paltom vardı, sabah bunu hesaplamamıştım hiç. Meydanda bir arkadaşıma rastladım, biraz konuştuk, sonra ayrı yerlere dağıldık. Aynı amaç için gelmiş,  çoğunluğu da gençlerden oluşan bir topluluk içindeydim, tek başıma slogan atıyordum, olaylar şiddetlenirse ne yapacağımı gerçekten bilmiyordum. Gelmiştim işte, orada olmak, sesimi duyurmak için gelmiştim.

KFC'ndan  içine girip,  fotoğraf çekmek istedim. Orası çok uygundu. Ancak polis  o anda yapacağını yaptı ve Kadıköy"e gazı saldı. Gazdan  kaçan büyük bir grup KFC'nin içine daldı. İçerisi bir anda yerlere düşen kızlar, bayılan insanlarla doldu. Görevli "içeriye  gaz giriyor,  kapıları kapatıyorum" deyince tam bir panik haline girdim. Bir yandan gözlerim yanıyor, bir yandan da boğulur gibi öksürüyordum. Bir panik ataklı için daha beter bir ortam olamazdı. Taksim'deyken  bu kadar etkilenmemiştim;  alan büyüktü, arkadaşlarım vardı, sığınacak bir sürü kafe vardı. Ama bu sefer kötüydüm; tek başımaydım. Kızlardan birisi  yanan gözlerini elleriyle silmeye çalıştı, "yapma!" dedim, "daha kötü olur, ellerini sürme". “Tamam abla” dedi.
Kalabalıktan, gazdan,  hem de burada bayılırsam beni kim kaldıracak , ailemin haberi de  yok, gözlerimi nerede açarım korkusuyla elektriğe kapılmış gibi titriyordum. O anda Ali İsmail Korkmaz'ın neler hissettiğini çok iyi anladım.
 "Dışarıya çıkmak istiyorum,  açın kapıları" diye bağırdım.Dışarıda da gaz vardı, içerisi daha beter. Benimle beraber dışarı  çıkan bir kaç kişiden birine ” ben tek  başıma geldim, kimsem yok , ne yapacağımı bilmiyorum” dediğimi hatırlıyorum. Kız, elimi tuttu. "Gel,  korkma" dedi. O an yalnız olmadığımı hissettim, tutacak  eldivenli bir el ve onun da tuttuğu iki elle beraber koşmaya başladık. Sanırım komiktim. Lap topumla mantomla, topuklu botlarımla, komiktim.  Onlara yetişemiyordum,  hızlı koşuyorlardı.
Kalabalığa daldılar ama benim için korkunçtu o insan kalabalığı. Kızın elini bıraktım, ters yöne, gazın olduğu yere doğru gitmeye başladım.  Gözlerim berbat durumdaydı, kendimi kötü hissediyordum, yarım yamalak gördüğüm bir binanın önündeki gençlerin yanına attım kendimi.  Sanırım yere düşmüşüm, birileri kollarımdan tutup, talcid'li su sıktı ve içeriye aldı.

İçerisi bir stüdyoydu. Duvarlarda gitar fotoğrafları vardı. Koltuklarda benim gibi yüzü gözü şişmiş gençler oturuyor, kimisi ağlıyor kimisi de orada tesadüfen olduğunu ve ne olduğunu tam anlamadıklarını söyleyip birbirlerine sarılıyorlardı. Hepsi çok gençti ve benim yaşımda bir tek kişi yoktu.  Onlar benden küçük olduğu için yardım etmem gerekiyordu,  ama nasıl? Neyse ki  uzun sürmedi , kapı açıldı ve iğrenç gaz kokusuyla beraber benim yaşlarımda  iki adam girdi; yalnız değildim..

Güvenli bir yere sığınmanın, gazdan uzaklaşmanın huzuruyla az da olsa rahatlamıştım. İki kelimeyi bir araya getirip konuşamıyordum titremekten.
Birazdan iki baygın kız daha geldi stüdyoya. Onlara yardım etmeye çalıştım. "Ben de eskiden eylemlere katılırdım,  ancak panik atak olduktan sonra biraz zorlanmaya başladım. Telaşlanmayın, birazdan geçer" diye onlara ablacılık, annecilik oynadım.

Annesinden babasından habersiz gelmiş gençler vakit ilerleyince korkmaya başladılar. Polisten korkmuyorlardı ailesinden korktukları kadar. Bir kızın babası sürekli arıyor ve kıza küfür ediyordu. Kız da babasının ettiği küfürleri aynen bize aktarıyordu. Kıza "sen dur bir,  sakin ol" dedim. "Mesele nedir anlat.
Ver şu babanın telefonunu ben konuşayım" dedim. O kargaşadan anladığım kadarıyla kızın okulu Beşiktaş taraflarındaymış. Normal şartlarda her gün aynı otobüsle gittiğinden okuldan eve evden okula gidişlerinde herhangi bir aksama olmazmış. Polis dese,  eylem dese babası hayatı zindan edecek ona.
Babasını aradım, küfür ederek açtı  "Bakın beyefendi,  ben kızınızın Emlak hocasıyım, polisler bizi eyleme gidiyoruz zannederek Beşiktaş iskelesinin orada topladı ve  bir karakolu kapattı. Ben öğrencilerimi yalnız bırakmamak için onlarla kaldım"  Dedim. Adam o sırada  telefonu eşi olduğunu düşündüğüm kadına verdi. Babadan daha sert bir ses tonuyla konuşan anne" Peki,  nasıl dönecek bu kız eve" dedi. "Ben hepsini tek tek otobüse bindireceğim" dedim.
Zoraki bir " iyi" lafından sonra kız rahatlamış ve boynuma sarılıp"size nasıl teşekkür etsem azdır" demişti. Neyse bir sorunu halletmiştik Ama sorunlar bitmiyordu.
Diğer tarafta yirmi yaşlarında bir kız sevgilisini Kadıköy"de polisten kaçıp bir stüdyoda olduğuna inandıramıyor, kendini ispat etmek için bağıra çağıra kavga ediyordu. Onu da sakinleştirmem lazımdı. Zira konu sevgili ilişkileri değildi. "Ne bağırıyorsun, herkes canıyla uğraşıyor burada " deyip,  çektim telefonu elinden.
"Bak oğlum,  sevgilin burada, yanımda oturuyor şu anda. Ben elli yaşında bir kadınım ve yalan söylemiyorum. Polisler peşimizden kovaladı ve gazladı. Biraz önce kız burada astım krizine girdi. Arzu edersen gel. Ya gaz yiyip bayılırsın, ya da polisler seni gözaltına alır, istersen adresi de vereyim" deyip o ilişkideki sorunu da hallettim.
Çocuk sakinleşti, kız boynuma sarıldı. O küçücük stüdyoda hepsinin farklı bir telaşı vardı. Bir ara dışarı çıksam başıma bir hal gelir mi diye düşünüyordum. Çocuklardan biri " abla ya,  sen çık,  seni kimse almaz bu kıyafetle" dedi. Aynada kendime baktım, çocuk haklıydı...

Gazın şiddeti artmaya, iyice içeriye sızmaya başladı. Her içeri giren  gazla beraber geliyordu. Zaten alerjik olan bünyem iyice beter olmaya başlamıştı. Yine öksürük tuttu, yine içim sıkışmaya,  nefes alamamaya başladım. "Benim gitmem lazım" dedim. Stüdyodaki çocuklardan birinin üst katta evi varmış. Tanrım binlerce defa razı olsun,  beni evine götürdü. Buraya gaz dolmamıştı. Kendimi resmen bir savaşın içinde hissediyordum.Dışarıda polislere küfür eden bir grup, polisin ateş ederek verdiği karşılık, çığlık atan kızlar.Yüzümde kırmızı kırmızı lekeler oluşmuştu.  “Burada dinlenin biraz, sonra gidersiniz “ dedi. Kardeşim facebook'taki fotoğraflarda beni görmüş, "senin ne işin bu yaştan sonra oralarda" diye mesaj atıyordu. Bir yalan uydurdum. "İyiyim" dedim.

Cesurca  katıldığım eylemleri, gösterileri hatırladım. Yirmili yaşlarım,  çılgın, korkusuz kimliğim gelip dikildi karşıma. Ben de onlar gibiydim şimdi.
Gaz maskesini takmış, dışarıda yardıma ihtiyacı olan birileri var mı diye kontrole giden  ev sahibine, "ben de eski eylemcilerdenim" dedim. "Ama yıllar insanı acemileştiriyor, korku salıyor,  gözü karalığını alıyor" dediğimde,  elinde talcid sisesiyle bana  gülümseyerek kapıdan çıkıyordu. Birazdan baygın birini bulup,  evinde misafir edecekti.
Ne güzel şeydi bu Kadıköy'lüler.  O gece evine almasalardı, biri üstüme basıp geçecekti.  Polis "ne bok işin var be kadın,  bu yaştan sonra" deyip tartaklayacaktı belki de.  Ben  " imdaatttt , kurtarın beni,  kimsem yok" diye bağıracaktım.

Hiçbiri olmadı; yalnız değildim.

Hiç tanımadığım insanların elini tutmuştum.(bu arada elimi tutan kız, bunu okuyorsan binlerce kez teşekkürler, sen elimi tutmasaydın belki bir daha sokağa çıkamayacaktım)

Bu gece benim için çok fazla heyecanlı geçmişti. Dar alanda paslaşmalar yaşamıştım. Ortalık biraz yatıştıktan sonra ciddi iş kıyafetimle Boğa"nın orada duran çevik kuvvet ekibinin ortasından, gözlerine baka baka geçip, bir taksiye bindim ve evime gittim. Gece heyecandan uyuyamadım.

Benim hiç çocuğum olmadı. O yüzden bütün çocukları,  gençleri benimmiş gibi sevmekten, ölümlerinde benim çocuğummuş gibi üzülmekten, onları yeniden doğurup, yeniden  kaybetmekten çok yoruldum.

Ev sahiplerine haftaya mantı yapıp, getireceğimi söyledim ayrılırken. Öyle şeker,  öyle güzellerdi ki, tekrar yirmi yaşlarıma dönmek  mümkün olsaydı, onlara yirmi yaşımla misafir olmak isterdim.

Kalkıp mantı, mercimekli köfte ve kakaolu kek yapmam lazım, söz verdim ama ayıp olur.




Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

ÖLENE Mİ AĞLARSIN GELENE Mİ? 16 Jan 2014 1:08 AM (11 years ago)


Bir düğünlerde bir de cenazelerde karşılaşılan olaylar vardır bizde. Arasan o kadar türde insanı bir arada bulamazsın.
Evde yas vardır, taziyeye gelenler sıradan bir görevi yerine getirmek için don paça gelmişlerdir. Kapıdan girer girmez ev sahibinin yüzüne bir bakışları vardır ki onların, ölmekten beter ederler seni, acını ikiye katlarlar. Hatta eğer gözlerin ağlamaktan şişmemişse seni kınar gibi bakarlar.  “Gördün mü karısını/kızını,  hiç ağlamadı vallahi. Gelenlere yemek dağıttı, sohbet etti, havadan sudan konuştu. Ne geniş insanlar var be, ben olsam  ortalığı yırtmıştım” derler.

Örtücü kişiler;  Ev sahibinin üzerinde kolsuz bir atlet, kısa kollu bir t-shirt, altında tayt ya da şort varsa örtücü teyzeler iş başındadır. Başına örtü atar, içeriden birinden yardım istemek suretiyle uzun bol bir etek ve gömlek verip  “Giy yavrum bunları, olmaz öyle, şimdi senin acın var. Gelen giden ne der hem “ deyip, sizi kapattıkça kapatırlar.

Evi derleyip düzeltenler ; Bu insanlar eğer ani bir ölümle karşılaşmış bir eve gitmişlerse dolapları, yatakları , mutfaktaki yemek masasını kontrol ederler. “Allah sabır versin kızım. Ne yapacan,  ölüm işte, hepimizin gideceği yer”  deyip,  bir yandan  sanki gece gündüz o evdeymiş yaşıyormuş gibi yatak odasına girip, eğer yataklar toplanmamışsa toplamaya, kıyafetleri katlamaya başlarlar.  Ya, dur! belki ben senin pijamalarımı, çoraplarımı görmeni, ellemeni istemiyorum. Yok öyle bir şey. Bir yandan hesapta acısını dile getirirken mutfak masasını toplar, “şu peynirler de bozulmasın, masa üstünde kalmış, “ diyerek konuşa konuşa iş yaparlar. Dolapta içki bira gibi şeyler varsa "yavrum,  at bunları çöpe, kimse görmesin. Ölü var bu evde, günah bunlar" diyerek  içkileri de çöpe attırırlar. O anda en önemli şey gerçekten o peynirlerin bozulması ve dolaptaki içkilerdir.
Bu kadınlar her taziye evinde bunu yapmayı görev bilerler. Kendilerini bu işe adamışlardır, evlerini bok götürse bile...


Bak bakalım kimler gelmiş; Bu tipler açık olan kapıdan başını uzatırlar, elinde evinden getirdikleri terlikleri vardır. Paat diye atarlar girişe. “Allah rahmet eylesiiinnn,” diye yüksek sesle yapılan girişin ardından yarı içinden yarı dışından dualar okuya okuya kalabalığa dikkatlice göz gezdirip, kimler gelmiş, kimler gelmemiş diye araştırmalarını yaparlar.  “Aaa,  Aysel hanım yok mu?” , derler mesela acılı ev sahibinin duyacağı şekilde. ( Hani senin kara gün dostundu,   bak uğramamış bile Ama ben ama ben,  bak hemen geldim, gelirken böreğimi de  ayranımı da getirdim.) diye varlıklarını belli etmek isterler.  

Destekçiler; Bu tiplerin aslında taziye evindekilerle pek bir samimiyeti yoktur. Sadece tanışıktırlar. Ama uzaktan bakan o ailenin çok yakın bir akrabası olduğunu zanneder. Ağlayan insanlara manevi destek verir, burnunu silmesi için peçete verir. Kolonyayla ellerine, başına masaj yapar, tuvalete götürür,  elini yüzünü yıkar.” Yavrum, ağlama , sen daha çok gençsin,  önünde uzun ömür var, sen güçlü ol ki, annene kardeşlerine destek olasın” diye saçlarını sıvazlarlar çatlak elleriyle. Acılı kişi de kadına bakar bakar, bir türlü hatırlayamaz. Bir yandan da  mutfaktan ayranlı börekli tatlılı bir tabak hazırlarlar. 'Ye yavrum, ye'  diye ağzına tıkıştırırlar. Bir lokma geçemez ki insanın boğazından acılıyken,  ama olsun  yemek lazımdır.

Neden geldiğinin farkında olmayanlar; Bunlar anneleri tarafından "hadi kalk kızım, bak Mürüvvet teyzenin kocası ölmüş. Baş sağlığına gidiyoruz" diye zorla getirilen çocuklardır.  “Anne yaaa, off, . Ne giyeceğim şimdi?” diye mızıldandıkça,  anneleri onları dürterek “hadi kızım , hadi,  geçir üstüne kotunu. Bak, Nermin teyzeler de geliyor hem” der. Nermin teyzenin de kendi yaşlarında bir kızı vardır. Hiç değilse onunla oyalanır. Bunu duyunca kabul eder ergen kız. Ama saçını başını toplamadan parfümünü sürmeden çıkmayacağı için dakikalarca oyalanıp annelerini çatlatırlar resmen. Düğüne mi ölüme mi gittiklerini hiç anlayamazsınız. Ev sahibi acıdan katım katım ağlarken bu ergen kızlar  film izler gibi izler onları. "Öğleden sonra denize gideceğiz, geç kalmayalım"  diye konuşurlar arkadaşlarıyla. Ya da akşam Tonguç”tan gelen bir mesajı birbirlerine göstererek kıkırdarlar. Hayat ne güzeldir o ergenlere.  

Her işi ben bilirim, çok zenginim, çok yardımseverim”ciler; Bunlar ölüm haberini alır almaz, hemen börekçilere giderler. Seri bir şekilde "abim oradan iki tepsi su böreği veriyorsun, iki kasa da ayran"  der, cebinden nakit olarak çıkardıkları tomarın içinden bir iki tanesini uzatıp, üzerini vermeye çalışan tezgahtara  "Kalsin hocam, ölmüşlerinin ruhuna gitsin" der. Heyecanla börekleri ayranları arabalarına yükletirler. Olay yerine gittiklerinde de mutlaka bir iki yardımcı bulurlar etraftan. "üçüncü kata çıkıyorsun hocam,  böyle gelin, masanın üstüne koyun ayranları, Yenge hanım buyrun, Allah rahmet eylesin" diye kendilerini bu işe acayip kaptırır, şovunu yaparlar.

Rahmetlinin tüm hayatını anlatanlar; Bu tiplerin de eşleri, akrabaları ölmüştür. Ölüm acısını tatmış insanlardır. Yüzünde -ben ne çektim, ah ah, kimleri toprağa verdim- ifadesi vardır. Onlar ölüm konusunda tecrübeli, deneyimli insanlardır. Acının ne kadar süreceğini ne zaman geçeceğini net olarak size bildirirler. Bir de" Hiç unutmam, Enver bey bizim bakkala gelmişti. Yağsız peynir istemişti. O gün parası çıkmamıştı da biz de ne olacak olur mu, biz burada komşuyuz" demiştik. Sonra ertesi sabah koşa koşa parayı getirmiş , defalarca özür dilemişti. Çok dürüst adamdı, çok. Etrafındakiler de destekler. " Çok dürüst insandı, çookk"  

Eş arayanlar; Şaşırmayın, öyle şey olur mu demeyin. Benim kaç tane tanıdığım mevlutlerde, dualarda, taziye evlerinde eş buldu. Böyle yerler tanışmak için bulunmaz fırsattır. Kafada başörtüler, siyah gözlükler olsa da "bu kim, tanıyor musun?"  diye soran birilerine çoğu zaman tanık olmuşumdur. hemen ardından cevap gelir " Aaaa,  o bildiğin koskoca banka müdürü,üstelik bekar, hiç evlenmemiş.".  Hımm.. Bu insanın yedisi var kırkı var,  senesi var, var da var. Yedisinde olmadı kırkında olur , o da olmadı evdeki mevlutte mutlaka yol kat edilir.

Yiyiciler; Bunlar taziye evinde ne çok yemek olduğunu  bilirler. Dualar okunur, herkes "Allah sabır versin " dileklerini ilettikten sonra “hadi buyurun, sofraya” derler. Bunlar genelde ailenin birinci derecede erkek akrabalarındandır ya da dini bütün adamlardan biridir.  Sofrada etlisinden sütlüsüne tatlısına kadar her şey var. Eşraftan hayli yoksul kişiler için bulunmaz nimettir ölü evleri. Bunların içinde durumu abartıp  ev sahibinin kızlarına ”yavrum,  bir kahve yapar mısın, şekersiz olsun” diyenler bile vardır ki söylenecek sözümün kalmadığı andır. Şaşırmayın şaşırmayın. Nerden mi biliyorum. Kendimden tabii ki., kendimden.

Acıyı kahkaya çevirenler; Görev yerine getirilmiştir. Gelenler bir bir dönmeye başlar.  Evden gruplar halinde çıkanlar olur. Evi en yakında olan kişi  "Gelin,  bir kahve içelim bizde” diye arkadaşlarını evine davet eder. Evine girer girmez  “Ohh be”  diyerek  başörtüsünü atar. Bir iki acı söz söylenir. “Yazık oldu ya”, “ gitti işte” diye. Sonra “yaaa, bir şey soracağım” der birisi. “O kapının  kenarında elinde tespihle oturan beyaz başörtülü kadın kimdi? Ya o kadın ne kadar komik ağlıyordu. Baktıkça gülesim geldi. Gülüyor sandım ilk önce”
 Öbür kişi de “ay,  sorma ya, başörtümü ağzıma soktum, gülmemek için” der.
“Off o değil de,  bize sımsıkı sarılan kadın köydeki teyzesiydi galiba, acayip kokuyordu”  der.  Ötekiler de kıkır kıkır “pöfff,  fark ettim ya.”
Bütün akrabalarını gördük. Çok elitim, sosyeteyim diye gezerdi ortalarda. Bir tane tipi düzgün adama rastlamadım ben “diyerek günü yarılarlar.





Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

BİR KIZIM OLSAYDI 13 Jan 2014 4:41 AM (11 years ago)











Bir kızım olsaydı. Adı önemli değil, ama en çok Melek adı yakışırdı ona.


Sabah uyandığında ördekli pijamalarının bir paçası dizlerine kadar sıyrılmış olsaydı. Karnı da uyurken açılmış olsaydı.  Sıcacık olsaydı, fırından taze çıkmış ekmekler gibi. Güzel koksaydı.
Saçları biraz dalgalı olsaydı, sabah yüzüne gözüne dolaşmış olsaydı, bir de dudakları çıksaydı ortaya; Dolgun, pembe dudakları. Yanakları pespembe olsaydı bir de masumiyetinden. Ona sıcacık sarılsaydım; kimsenin sarılamayacağı, kimseye sarılamayacağım kadar içten; sahiplenircesine.
Ben onu seyrederken  annesinin yanına geldiğini hissetseydi. Kocaman gözlerini açıp, yarım yamalak konuşmaya başlasaydı uyku mahmurluğu olmadan. Tükürükleri dudaklarından yüzüme saçılsaydı. Rüyasını anlatsaydı sabahları kalın ve kısık çıkan sesiyle. Anlatırken de beyaz tombul elleriyle yüzümü gözümü okşasaydı dünyadaki en güzel kadın onun annesiymiş gibi.
Yüzümdeki makyajı görüp, “Annee, yine mi işe gidiyorsun ?”
“Evet ama akşama geleceğim”
Deseydim.
“Yaaaaa”, deyip,  şımarıkça üzülseydi.  “Ama gitmeee, her gün işe gidiyorsun, ben seni özlüyorum “ deseydi.
Özlem lafını duyunca gözlerim dolsaydı. Onun gözlerinde hiçbir aşkta kaybolmadığım  kadar kaybolsaydım. Kendimi göremediğimde, anlayamadığımda işte o gözlere bakıp,  kime ve neye benzediğimi anlayabilseydim. Kendimi izleseydim onun gözlerinde; kendi küçük kopyamı. Tam göremediğim bir türlü çözemediğim  kendimi sonunda onun gözlerinde bulsaydım.
Ben evden çıkınca pencereye koşup, dalgalı saçlarını  savura savura bana el sallasaydı. Tombik parmaklarını dudaklarına götürüp öpücük verseydi.
Hafta sonları sahilde tek başıma yürüyüş yapacağıma, onun ellerinden tutup, minik minik taşları denize fırlatsaydık. Kedilere yemek verseydik,
O da
“Annneee , kediyi tutabilir miyim?”  deseydi.  O çok istiyor diye sevmesine izin verseydim.
Yol boyunca konuşsaydı saçma sapan,  aklına geleni her şeyi. (tıpkı benim gibi.) Kimi zaman onu dinlemeden “hı hıı” deseydim  ben de.
Sonra karnı acıksaydı. Masada sigara paketimin yerine onun için dilimlediğim elma ve muz olsaydı küçük bir kapta. Minicik ağzında  dakikalarca yavaş yavaş yemesini izleseydim.  Bir yandan sandalyenin üstünde neşeyle bacaklarını sallasaydı, açık sarı bir külotlu çorabı olsaydı o gün üzerinde.  Martı geçseydi üstümüzden, biraz güneş açsaydı. Ve ben onunla olduğum için çok ama çok başka olsaydım.
İstediğim zaman istediğim kadar öpseydim onu. Başkalarının çocuklarını öptüğüm gibi ürkek, utangaç olmadan. Isırsaydım baldırlarını,  başkalarının çocuklarına anneleri kızar diye yapamadığım zamanlara inat.
Koklasaydım onu,  hiç kimseye hesap verme duygusu olmadan; bu  benim , istediğim kadar koklarım edasıyla.
Sonra küçük bir parka gitseydik. Benim kitap okuduğum ve çocuklarını salıncakta sallayan anneleri , kaydıraktan heyecanla kayan çocukları özlemle izlediğim parka. Kimi zaman annelerin  “Kızım! oraya oturma üzerin çamurlanacak, 
Oğluuuum! çıkma yükseğe, düşersin” diye söylendikleri ve benim “ bunlar da anne olmuş, bir ben olamamışım işte”  diyerek hayıflandığım parka.
Ben kızımı  salıncakta istediğim kadar sallasaydım; istediği kadar,  hiç sıkılmadan. Çünkü o çok benim. Çok sevdiğim.Çok taptığım minik varlık.
Eve gidelim mi dediğimde, “ Anneee, n”olur biraz dahaaa”  dediğinde,  parmakları soğuktan kıpkırmızı olsa da  sırf çok istiyor diye, oyunu yarım kalmasın diye, -çünkü  oyunları yarım kalan çocuklar hiç büyüyemezler- “tamam,  biraz daha”  deseydim.








Sonra çocuk kıyafeti satan mağazalara girseydim onunla.” Ne çok geçtim bu mağazanın önünden kızım , biliyor musun”  deseydim . Nasıl olsa  bir çocuğum olacak, alayım bir kenarda dursun” deyip, rengarenk tulumlar aldığım mağazaya bu sefer gururla ve mutlulukla o'nunla girseydim.  Kimi zaman hamile kimi zaman yeni doğum yapmış kadınlar  yanlarında eşleriyle beraber gelirlerdi bu mağazaya. Bense tek başıma gezerdim. İçerisi bebek kokardı; saflık, temizlik kokardı. Kasaya giderdim bir iki parça alıp. Kasiyer sorardı” hediye mi” diye.   “Hayır, kızıma”  derdim  gururla. Evde kimse görmesin diye bir kenarda saklardım onları ama bunları kızıma asla anlatmazdım. Sonra şımarık olur.

Bir gün  kızımın memeleri çıksaydı,  benim sütyenlerimi giymeye çalışsaydı. Sonra bana ilk aşkını anlatsaydı, anlatırken onda kendimi görseydim. Tıpkı benim gibi heyecanlı, coşkulu, tutkulu bir kız olsaydı. Uzun ince parmaklarıyla kendi odasında kemanını çalsaydı ve ben onu içerideki odadan ağlayarak dinleseydim. Sonra o benim gözlerimi kıpkırmızı görünce “anne,  bir şey mi oldu?”  deseydi . “ Yok canım, soğan doğradım, senin en sevdiğin yemekten yaparken”  deseydim.
Deseydim,  keşke deseydim, diyebilseydim
Ah kızım, sen olsaydın ben hiç böyle yarım, böyle melankolik ,böyle yalnız böyle sevgisiz olmayacaktım.
Yanlış kişilere hiç sarılmayacaktım. İçimdeki bu sevgi açlığını, sevilme tutkusunu  hak etmeyen insanlara hiç vermeyecektim, Senin kokunu çok farklı yerlerde aramayacaktım. Seni öperken doğru mu yapıyorum acaba, demeyecektim.
Doğmadın ki  kızım,
Doğa ma dın ki,
Benim kollarımı hiç dolduramadın ki.



Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

AFFETMEK, KÜÇÜCÜK KISACIK BİR KELİME 1 Dec 2013 1:33 PM (11 years ago)



On yedi  yaşında ne kadar romantik ne kadar aşk dolu ne kadar çılgın ne kadar başıboş- avare olunursa ben de işte o kadardım

Gece  gündüz beraber olan dört kızız. Ben hariç hepsi model gibi hatunlar. Ben de arada kaynıyorum. Güzel değil ama sempatik ve komik kadrosundan takılıyorum. Anı yaşıyorum, yol beni bir yere götürür nasılsa. Hava güneşli, biz yüzmek istiyoruz. İstanbulda denize rahatça girildiği zamanlar. Rengarenk dört kız yoldayız; iki adımda bir kahkahalardan yerlere yığılıyoruz ve yol da  uzuyor tabii. Hedefimiz  şimdiki gibi varmak değil. Güzel erkekler bizi bekliyor plajda, biliyoruz.  Ve aşağıdaki parçayı dinliyoruz sürekli.
Denizde hoplayıp zıplarken balıklama atlamaya  çalışan arkadaşımın başına bir bakın neler geliyor.


http://youtu.be/frDiToCADS0

Güzel bir günün içine bir kaza karışıyor. İçimizdeki sarışın fıstığın (adı Arzu olsun) ayağı paslı merdivenlere takılıyor, ayak boydan boya yırtılıyor neredeyse. Günün ortasındayız, denize giremeyeceğiz diye üzülüyoruz.  Etraftaki herkes yaralı güzel kıza yardıma koşuyor. Bir şeyler bağlıyorlar ayağına ne buldularsa , her yer kan oluyor; içimiz acıyor. Ama olsun, "geçecek bu , en fazla iz bırakır, ne olur ki" diyoruz. Yardıma gelen dört yakışıklı için fırsat doğmuş oluyor. Geldiğimizden beri cephe almışlardı karşımızda zaten. Tanışmak için bundan iyi fırsat mı olur. Uzun boylu , esmer olan hayatımda duyduğum en güzel erkek sesiyle “ ama yaranız derin, hastaneye gitmelisiniz “ diyor. Gözlerimi dikiyorum belki beş dakika hiç ayırmadan. Ne güzel bir ses bu, ne kadar yumuşak.Günümüz mahvolmasın diye ben iyiyim diyor,  Arzu, denize girmesem de güneşlenirim. Canım, arkadaşım, kardeşim, her şeyim benim...

O gün uzun sürecek karmaşık bir arkadaşlığın temelini atıyoruz.  Muhteşem bir grup oluyoruz. Biz ve onlar. O, yani esmer olan, adı Boran olsun mesela, üniversiteyi kazanmış, Ankara'da okuyacak, Ona her baktıkça karnım sancıyor, kalbim anlamsızca atıyor ve yerinden çıkmak istiyor. Onun sesini duymak yetiyor aşık olmam için. Evet,  ben Boran”a aşık oluyorum. Hem de nasıl.  On yedi  yaşındayım,  başka nasıl olabilirim ki...
.
Geceleri hiç uyuyamıyorum. Sayfalarca şiir yazıyorum ona. O, hepimizle çok ilgili,  herkese eşit davranıyor. Beni sevip sevmediğini bilmiyorum. Ama seviyordur canım, neden sevmesin ki. Çok zayıf olduğum için bana sürekli "Afrika”lı ne haber, Afrikalı senin hiç etin yok" diyor ve yüreğime yüreğime bıçaklar giriyor o zamanlarda. 

O Ankara”da kim bilir nasıl üşüyordur. Kaç kişi kalıyorlar yurtta,  annesini babasını özlemiştir. Ne kadar zor durumda ne kadar da bana ihtiyacı var. Atlasam bir otobüse gitsem.
Her gün mektuplar yazıyorum ona yollamadığım, hala sakladığım mektuplarım. 

Aradan bir yıl geçiyor, ben dershaneye başlıyorum.  O çıkışlarda beni almaya geliyor. Aramızda özel bir  konuşma yok. Sevgi var da söylenmiyor gibi. Ben öyle kabul ediyorum. Her gün arıyor. Yanıma geliyor, her şeyden konuşuyoruz. Görüşeceğimiz zaman beni en şişman gösteren kıyafetleri seçiyorum. Biz bir çiftiz bence,  herhalde evleniriz çünkü çok güzel anlaşıyoruz. Allah beni çok sevmiş ki  böyle sakin birini ,  acısız bir aşkı vermiş. Annesini de çok seviyorum o da beni seviyor bence, gelini gibi bakıyor bana
Bir gün arkadaşım "hadi artık aşkını açıkla şu kıza"diye baskı yapıyor ona.Bana da telefon kulübesinden haber veriyor ". Bu akşam buluşacağız ve her şeyi açıklamasını isteyeceğim. Söz yüzüğü filan takın artık aranızda" diyor. Gülümsüyorum.

 Ben de gelecek güzel cevabı bekliyorum. Aradan bir iki üç dört gün geçiyor Boran konuşmuyor. "Açıklamak istemiyorum" demiş ve kaçmış Sonra grubun diğer elemanlarından benim  kızlardan birine haber geliyor. Beni değil, sarışını seviyormuş  ama açılmaya cesaret edemiyormuş ".Neee , Arzu'ya mı? "diyor arkadaşım.
"Ben ilk günden beri onu sevdim ona,  aşığım" demiş.
Peki neden hep Betty'nin yanındasın,  arıyorsun,  görüşüyorsun"  deyince, " ben onu kardeşim gibi seviyorum" demiş.

Apartmanın  girişindeki kalorifere yaslanmış, gelecek haberi bekliyordum .Yüzü darmadağın arkadaşımın. "Arzu'yu seviyormuş" diyor. On yedi yaşındayım ve  bundan sonra ben yaşayamayacağım.

Korkunç bir yıkım bu, her şey bitecek . Boran  benim kardeşim gibi sevdiğim Arzu 'yu seviyor. Arzuya nasıl bakacağım ben, o  ne kadar üzülmüştür bunu duyunca. Tam bir hafta ağlıyorum. Gözlerim şişiyor ağlamaktan, açılmıyor göz kapaklarım. Annem sürekli soruyor , derslerden diyorum. Yemek yiyemiyorum, iyice zayıflıyorum. Yürürken bacaklarım titriyor yere düşecek gibi oluyorum, göğsüm sürekli sıkışıyor. Teyp sabaha kadar açık, bildiğim ne kadar acıklı şarkı varsa dinliyorum. Sigara içiyorum, ağlıyorum. Artık içimi çekmekten karın kaslarım yırtılacak gibi oluyor.

Bu başıma gelecek en kötüsüydü diyorum. Daha kötü olamaz. Ama oluyormuş, kötünün de kötüsü varmış

Hahaha. Nedense bu zamana kadar bu konuda hiç konuşmayan canım kardeşim Arzu, Boran”la çıkmaya başlıyor.

İkinci bir kıyamet!Bu kadarı da üç gün içinde olmaz ki.

Nasıl ,neden, aaa , yok canım, olamaz  peki ama niye?  sorularından başka bir şey çıkmıyor benden.

On yedi yaşında bu kadar darbe çok geliyor be. Ama yine de ben arkadaşımı çok seviyorum. Bu beni etkilemez, her şey bitse de biz arkadaşız. Onu nasıl silerim ben, başka arkadaşım yok ki. Onu silmek, hayallerimi de silmek demek. Ben nasıl toparlanırım yeniden hem aşk acısı hem arkadaş acısıyla.

Telefon ediyorum Arzu'ya bir gün . Ablası; Onlar Boran'la Kadıköy'e gittiler" diyor. "Boran Ankara'dan geldi de"
Nasıl da normalleştiriyor insanlar bu kadar zor anları. Nasıl da sıradan bir şeymiş  gibi söylüyor arkadaşım bana. Aşık olduğum çocuğun , kardeşim gibi sevdiğim kişiyle buluştuğunu, flört ettiğini. Normalleşiyor her şey...

Arkadaşlığımız bu yüzden değil  ama  birkaç yıl sonra  bambaşka, osuruktan bir sebeple bitiyor. Biz dört arkadaş değiliz artık. Yürürken sokakları inleten, muhteşem dörtlü yok artık. Bitti.

Son birkaç yılda yaşadıklarım yüzünden zor toparlanıyorum. O zaman bu çocuktan ayrıldım unutmak için bununla çıkayım dönemi değil. Aşıksın ve bu acıyı çekeceksin kardeşim, bize yakışmaz hemen yeni manita yapmak.

Kalbim ikiye bölünüyor; bir tarafta Boran”ın diğer tarafta Arzu”nun bir türlü hazmedemediğim aşkları. Ağırlaşıyor kimi zaman o taraf. 
neden diyorum uzun yıllar boyunca,  neden?
Bu soruyu içimden defalarca soruyorum onlara. Küçüktük, diyorum, çok küçüktük, evet, ama onlar bana karşı çok profesyoneldi. Bense amatör aşkımla en çok hasar alan taraftım.

 Her şeyin bittiği gibi bu aşk da bitti bir gün ...Arzu başka biriyle evlendi. Boran bekardı.(bunu da çook zaman sonra öğrendim)  Bu arada ikisinden de bir haber alamadım yıllarca. Elimdeki fotoğraflara, mektuplara bakıyor, hem Arzu'yu hem Boran”ı her şeye rağmen çok özlüyordum.
Büyüdüm büyüdüm... başka bir sürü kötü aşk  yaşadım. Aptal yerine kondum sonra da yavaş yavaş palazlandım. 

Bir gün aynı yoldaydık ikimiz de...Kadıköy”de.Onunla. Yan yana. Büyümüştü o da,  evet, duruşu bakışları değişmişti. O  uzuuuunnn yıllar  derinlere  sakladığım o kesik,  onun sesini duyunca tuz basılmış yaralara döndü. Resmen varlığını belli etti. Nereden çıkmıştı şimdi bu kalp sızısı. 

Saatlerce konuştuk, eskiden, okuldan, iş hayatından. Gözlerine bakamıyordum hala konuşurken. Arzu boşanmış, haberini ortak arkadaşlardan almış. O ise evlenmemiş hiç.  "Arzu”yla evlenmem için baskı yapıyorlar arkadaşları" dedi. "İyi, evlenin tabii" dedim. Madem yıllar sonra karşılaştınız,  kaderin senin bu sarışın " dedim. Bir yandan da hayır, tekrar buluşmasınlar, bunu istemiyorum diyordum.
O gün onu gördükten sonra  evime giderken "vay be," dİyorum. "Ne aşşkmış, ne sarışın sevdasıymış bu".

Bu görüşmeden bir yıl sonra yine ortak bir tanıdıktan  evlendiklerini öğreniyorum. Nasıl olmam gerekiyorsa öyle oluyorum...

Kırıklıklar geçmiş ama şimdi daha farklı daha tuhaf bir duyguya kapılmıştım. İsmi yok...
Belki bir umut demiştim ona Kadıköy'de rastladığımda. Gözlerime çok güzel bakmıştı çünkü. Pişman  gibiydi, beni yine  sev, der gibiydi. Belki tekrar severdim onu.
Ama şimdi tekrar,  ikinci kez kaybetmiştim onu. 
İki kez de kaybedilir mi insan, be...

Bir gün telefonum çaldı. Bilmediğim bir numara. 
Alo?
Sessizlik
ALO?
Naber Betty!
....

Bu sesi unutmak mümkün olmadığı için "Aaaa. Boran,  sen misin, nasılsın filan. Ses titremesi,   dizlerin çözülmesi, nefessiz kalma olayı.
Ben ki çoktan vazgeçmiş, unutmuştum  aşkı,  aşık olmayı, birine inanmayı, birilerinin gözünün içine bakmayı.
“Akşama buluşalım,  içelim,  anlatacağım şeyler var” dedi. "Allah allah" ne alaka şimdi bu. Hem Arzu duysa bozulmaz mı benle buluştuğuna. "Boş ver sen, gel" dedi.

Karlı bir akşamdı. Kadıköy sokakları ıssızdı. Herkes soğuktan kaçıp, evlerine sığınmak istiyordu. 
Aklımıza ilk gelen yerde buluştuk. Bunca yıldan sonra, saçlarımızda beyazlar, kaz ayaklarımız ve biraz kırgın biraz yorgun olarak karşıladık birbirimizi. 
Çok değişmişti, donuktu. Gözler değişmiyor bir tek; bakışlar... ama onlar da donuktu. solgun, kırgın,  mahcup bakıyorlardı bana . Bense hala gözlerinin içine bakamıyordum. 

Evliliği berbat geçmiş, detaylarını yazamayacağım;  bok gibi ortada bırakılmış aslında.

İkinci rakımdan bir yudum alırken gözlerimde yaşlarla  taaa on yedi yaşından beri bastırdığım zavallı, yaralı, yıpranmış çocuk aşkımın sesiyle, çok zor ve kısık olarak , ona yaklaşarak ve gözlerinin içine bakmaya çalışarak “sana müstahaktır, beni çok üzmüştün" dedim. Durdu. Yutkundum. Tekrar yutkundum. Ellerimi tuttu , çekti kendine. "Çok üzgünüm, çok!"dedi.  Ben yine titreyen dudaklarımla kesik kesik "ben, ben.. on yedi yaşından beri çok üzgünüm" dedim. 
"Bu aşkınız dostluğumuzu da  bitirdi; bu daha da kötüydü. Ben hem aşkımı hem kardeşimi kaybetmiştim...Ve bunu siz flört eder eğlenirken yataklara kapanıp tek başıma yaşamıştım, kimselere anlatamamıştım. Bu büyük utançtı benim için"

Pencereden dışarı baktım, ne güzel kar yağıyordu. Ona döndüm "kaç kış ben seni hayal ettim,,  biliyor musun.  Ellerimden tutup, karlı yollarda benimle gezeceğini kaç kış hayal ettim"

"Çıkalım mı?" dedi. "Hayır, artık çok üşüyorum" dedim.  Durdu, gözlerini mahcup mahcup bana sonra yere çevirdi

Meyhanede bizden başka bir masa daha vardı ve  fonda Zeki Müren “ Seni sordum yıldızlara, seni  sordum yalnızlara” diyordu. Rakı bardağımın içine  kısa bir sağanak başladı. Ağlamak, zayıf kadını oynamak istemiyordum. Arabeskleşmenin manası yok,  diyordum ama beceremedim. O çok beğendiğim ellerini uzattı, benden başka herkese dokunan ellerini...Gözümdeki yaşları sildi. “Çok üzgünüm, çok pişmanım , büyük hata ettim ben, çok büyük” dedi. "Senin değerini bilemedim ben. 

Siyah saçı yok denecek kadar azdı. Yanakları hafif çökmüştü.
“ yanlış kişiyi sevmişim ” dedi.
Sustum ben,
Sustum...Çünkü on yedi yaşındaki yerlerim ağrıyordu; çok ağrıyordu. O geceye döndüm tekrar. Beni değil, Arzu'yu  sevdiğinin  haberini aldığım geceye.  Küçüktük. Küçüktüm. İncecikti ellerim , kocaman, saf ve ürkekti gözlerim. Amatördüm aşklara, hayata.

Sessizce kalktık sonra, evlerimize gittik.. İkimiz de gözden kaybolana dek sürekli başımızı çevirip arkamıza baktık.

Birkaç gün önce mesaj attı; "senden sadece sana sarılacağım bir kaç saatini istiyorum. Sadece sarılmak.  Bu hata  bana çok ağırlık veriyor, kendimi sürekli suçluyorum"
.
”Sürüüün”  dedim,  espriyle karışık. ”Çok süründüm zaten, seçimimin bedelini ödedim” Dedi.
“Sadece birkaç saatini istiyorum senden,  hiç hakkım olmasa da;  sarılmak, unutmak, affettirebilmek için”...

"Ben esmer bir kadını sevdim
ve ona benzemek, onun gibi olmak istedim" diye bir şiir yazmış


Siz olsanız affeder miydiniz. Hem affetmek nasıl bir şey ki?  Her şey bitecek mi? Üzüldüğüm günler silinecek mi?  Her şey bu kadar kolay mı? Birini öldürüyorsun mesela,  sonra ailesine gidip "beni affedin,  ben çocuğunuzu öldürdüm" diyorsun . Mümkün mü?
Siz affeder misiniz benim yerimde olsanız?

 Affetmek nasıl da küçücük, kısacık, söylemesi çok kolay bir kelime, değil mi?

Keşke gerçekte de böyle olsaydı...


"Bana on yedi  yaşımı verebilirsen, affederim" dedim...



Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

GARİP BİR HOME PARTY 3 Nov 2013 11:33 AM (11 years ago)

Tam bir sene önce Makedonya seyahatinde tanıştiğim bir grupla tekrar görüşmeye karar verdik. Karı koca evlerinde bir parti veriyorlar. Kesinlikle katılıyorum dedim. Ben ne zaman birine söz versem strese girerim. Ya o gün geldiğinde görüşemezsek, başıma bir iş gelir, hastalanırım da ya gidemezsem, ya da trafik tıkanır ben yollarda sabaha kadar kalırsam diye mideme ayrı başıma ayrı ağrılar girer. En stresli iştir birilerine söz vermek, plan yapmak. Ben tatile giderken bile  bir gün önceden plan yapan biriyim. Hatta iş yerine söylemeye mecbur olmasam, gittikten sonra arayıp "ben bu hafta yokum" demek gelir içimden. Zaten en erken Cuma sabahı söylerim izne çıkacağımı. Hatta bazen gidecegim yere karar veremediğim ya da yer bulamadığım için Pazartesi işe geri döndüğüm çok olmuştur.

Neyse,  gelelim home partiye. Nişantaşı”na yakın bir yerde. Öğleden sonra ailevi bir olayla ilgili sıkıcı  bir haber geldi.  Evdekilerin yanında oturup onlarla olmam lazım. Kesinlikle parti ortamına gidecek durum değil yani. Onlar orada üzülsün, ben "hadi siz üzülün ama verilmiş bir parti sözüm var" demek olmaz. İnsanlar saat  sekizde buluşacaklardı  parti evinde.

Saat 8.30 da telefonum çalmaya ,mesajlar gelmeye basladı. “Hadi gel, bak bu saatte köprü rahattır, hiç gelemezsin sonra”  filan falan diye beni kandırmaya çalışıyorlar . Ben ne telefonlara ne mesajlara cevap veriyorum. Saat dokuz oldu,  yirmi tane mesaj ve çağrı. Onlara  ailevi bir durum olduğunu, gelemeyeceğimi söylemenin nasıl  stres verdiğini  biliyor musunuz. Yüzüm kızarmaya, ateş basmaya başlıyor. La havle çekip duruyorum. En sonunda toplu mesajlarla beni taciz eden arkadaşlara,  “ailevi bir durum var, evden çıkacak gibi değilim,  utancımdan telefonlarınıza çıkamıyorum; ne olur beni affedin, bir dahaki hafta bana gelirsiniz, güzel bir parti yaparız” diyorum. Aman efendim, sen misin bunu diyen. Çekirge sürüsü gibi hepsi bir yerden saldırıyor. Biri iş telefonumdan biri kendi cebimden biri mesajlarla lafları geçirdikçe geçiriyor. “Yuuh sana, insan sözünde durur be, kaç haftadır herkese uysun diye uğraşıyoruz,  saat dokuz  olmuş ve  sen bize bunu şimdi söylüyorsun” .” Ben siliyorum seni” dedi diğer çocuk,” ya , ne olur yeterince eziliyorum zaten utancımdan, yapmayın , etmeyin” dedim.. Ailem üzgünken nasıl partiye gidiyorum derim. Çözüm anında hazır,” bir arkadaşıma acil kan vermeye gidiyorum de, çık gel” dedi biri. Öbürü de “açık açık söyle” dedi.” Söz vermiştin ama, söz “ dedi biri . Tahminen yirmi dakika boyunca tüm hakaretlere maruz kaldıktan sonra,” geliyorum a.k.” yazdım. Kızın biri de adımın soyadımın baş harflerini yazdığımı sanmış; kibarcığım...

Neyse bin bir yalanla büyük kurtarıcı kombinasyonum olan  kot  pantolonum ve siyah kazağımı giyerek, fırlıyorum evden. Bir taksi bir dolmuş tekrar  bir taksiyle parti evine varıyorum.. Ellerim bomboş,  içki alacak vaktim bile olmadı; rezil durum yani. Kapıyı çalıyorum. Salon dolu, ama kapıyı açanı tanımıyorum. ”Merhaba” diyorum. “ Hoş geldiniz efendim,çantanızı alayım” diyor beyaz gömlekli, siyah pantolonlu, siyah papyonlu çocuk.  Hoppala!.. Ne efendisi, ne çantayı alması, nereye geldim ben. “Yok canım,  zahmet olur, ne gerek var” diyorum.  İçeriden “Ooo,  hoş geldin, hayırsız arkadaş!  Saat on! Yuh beee”  sesleriyle tam tahmin ettiğim gibi kibarca! karşılanıyorum. Ayakkabılarımı çıkarmaya yelteniyorum.. “Çıkarma .çıkarma” diyorlar ki en gıcık olduğum olaylardan biridir. Görgüsüzler dedim, bir de garson tutmuşlar, oturduğu yerden hoş geldin diyorlar. Kızların altında 5 punto ayakkabılar, üstünde bol bluzlar,  gayet ciks kıyafetlerle ellerinde içki bardakları salım salım salınarak huzuruma çıktılar. Saçlar yapılmış, makyajlar okey, gözler de hafif şaşılaşmış içkiden. “Çok şükür gelebildin” fırçalarının ardından , ev sahibi arkadaş çocuğa “ıslak mendil ver hanfendiye ayakkabıları için” diyor. “Yok canım” diyorum,” ne münasebet,  ben köpek bokuna bastığım ayakkabıyla eve girmem”. deyince "Sen bilirsin" deyip,  bana banyo terliğine benzeyen mavi bir terlik veriyorlar. Ben tam bir kromançe oluyorum. Gözüm ayakta el pençe divan duran garson çocukta. Dört oda bir salon ev;  salon bizim salonun abartısız üç misli. Değişik objeler, ışıklar,  içkiler,  müzik  ve ayakta dikilip gözlerime bakan garson! “Ne içersiniz efendim”. Bu "efendim" lafından da hiç haz etmem. “Estağfurullah,  ben alırım,” deyince ev sahibi olacak adam  “Aaa , olur mu,  biz onu bu iş için tuttuk; onun işi o,  bırak doldursun” deyince nasıl utanıyorum, nasıl eziliyorum. Bir şey anlatmaya başlıyorum arkadaşlara ancak garsonu tanımadığım için haliyle rahat konuşamıyorum. Kaş göz işaretiyle kızlardan birine “ya,  kızım,  çocuk gözlerime bakıyor, lokmalarımı sayıyor sanki ben rahat edemiyorum" der demez,  daha lafımı bitirmeden ukala bir ses tonuyla, “Garsooonn, içeride dur sen , bir süre mutfakta bekle, kadın senden rahatsız olmuş, biz çağırınca gelirsin”  demez mi.” " Hay Allah cezanı vermesin, sarı kafa! Sus, ayıp!” falan derken,  o, garsonun duyacağı şekilde  “Aman kızım,  ne olacak, parasını veriyoruz, yapsın görevini”  demez mi. Ben utancımdan nereye saklanacağımı bilemiyorum" Ayıp ya, günah çocuğa, neden böyle eziyorsunuz"  dememe rağmen o sanki inatla, “Garsooon, dur gitme, hanımefendiye bir tekila ver, öyle git”  diyor. 

“Tabii efendim”, deyip,  tekila sut servisimi yapıyor çocuk. Huzursuzluğum geçsin diye üç tane tekilayı içtikten sonra partidekilere "ee, sen nasılsın,  ise devam mı ?" gibi gayet sıradan sorular sorup,  gerginliği dağıtmaya çalışıyorum.  Ama aklım hala garsonda; acıyorum, içim sızlıyor. Kim bilir hangi köyden geldi, ailesine para gönderiyordur böyle zengin, şımarık insanların evinde  çalışarak diye düşünüyorum. Ev sahibi eline eşşek zki. kadar bir puro almış, bacak bacak üstüne atmış, kalkılarak oturuyor karşımda. “Garsooonn” diyor.  Eyvah diyorum, yine bir bomba patlatacak bu adam, çocuk yine rencide olacak

“Gel gel,  bak hanfendi seni çok beğenmiş" .  Ben  "yuh artık, şımarıklığın böylesi"  derken, çocuk bozulmasın diye ağzımı zoraki gere gere gülümsüyorum. (Böylece daha da çirkin oluyorum. “Çok yakışıklısın sen, neresi memleket?“ filan diyerek,  ortamı yumuşatmaya çalışıyorum ama hala partiye konsantre olamadım. Çocuk onun halinden anlayan birine rastlamanın mutluluğuyla” Ağrı” diyor.




İki tane zibidi kız “Ağrı nerdeydi lan, Güneydoğu da mı, Doğuda mı?”  diye şuh kahkahalar atarak, elindeki şarap kadehini dökmemek için bir de ellerini  yukarı kaldırıyorlar; gözümde daha da gıcık oluyorlar. Çocuk alı al moru mor, elleri öyle ortada kalıyor ne yapacağını bilmez bir şekilde.”Sen coğrafya okumadın mı, kaç yaşına gelmişsin bilmiyor musun Ağrı'nın nerede olduğunu, Nişantaşı'ndaki barları sorsam hepsini bilirsin ama” diyerek kızı terslediğimi düşünüyorum. Kız hiç bozulmuyor  bile,  aksine bir de çocuğa “Senin pasaportun var mı garsoooon” dıye şımarkça  soruyor . Çocuk da utana sıkıla “yok” diyor. Arkadaki züppe de “ahahaha, hadi lan, yoksa hiç yurt dışına çıkmadın mı sen?"  diyor,  kazma dişlerini göstere göstere. Ben de “Ee benim var da ne oldu,  yıllarca uçak korkusundan her yere otobüsle gittim” diyorum garsondan tarafta olduğumu  belirtmeye çalışarak.
 “Ahah aha aha.. bir tek İstanbul' la Ağrı'yı mı gördün yoksa sen ” diye devam ediyor kazma dişli.  Çocuğun ayağına basıyorum  mavi tuvalet terliklerimle. “Kendine gel, terbiyesiz” diyorum.. O da yüksek sesle, “Bak A. Hanım çok rahatsız oldu, sen içeri git istersen” diyor.

“Lütfen,  gel yanıma otur, ben onun ayakta durmasını istemiyorum” diyorum.
Garson bir ev sahibine bir bana bakarak ortada kalmışlığın huzursuzluğuyla iyice geriliyor.

“ Yuh artık , kadeh tokuştur  bari garson bey” diyor  züppe ev sahibi ağzındaki purodan derin bir nefes alarak. (İnşallah boğazına kaçar o puro da geberir diye dua ediyorum, tutmuyor)  “Tokuştururum “diyorum ben de. “Lütfen  kendine bir içki koy, bir tane da bana”. “Olur mu hanfendi,  ben çalışıyorum “diyor ev sahibine bakarak. Ev sahibi adam “İyice yüz veriyorsun şu alt tabakaya “ deyince,  yuh artık terbiyesizleşti diye geçiriyorum  içimden. Elim ayağım titremeye , yüzüm iyice kızarmaya başlıyor. Çocukla dalga geçtikleri her cümlede ben ondan beter oluyorum. Garson çocuk mutfağa gidiyor. Sesimi duymasın diye kısık kısık “napıyorsunuz siz, yaaa, delirdiniz galiba, ne içtiniz böyle, kafayı bulmuşsunuz iyice” diyorum.Umurlarında bile olmuyor; yine gereksiz kahkahalar atıyorlar. Bu gece çok gereksiz olarak 300 kahkaha atıldı.

Ben kısık sesle konuştukça, onlar bilakis çocuk duysun diye, “ay, nolacak,  onlar alışık böyle partilere, para kazanıyorlar işte ” deyince. "Başlıcam paranıza heee, zengin olduğunuzu göstermek için garson tutmuşsunuz,  sürekli küçük düşürüyorsunuz , bu mi sizin eğlence anlayışınız diyorum".
 "Aman ya, amma da taktın garsona!  Al,  bu gece evine götür bari"  deyip, çocuğun duyacağı şekilde böğürüyorlar  resmen.
Ben konu dağılsın diye dj lik yapmaya başlıyorum,  yeter ki  ortam yumuşasın,  bu kafayı bulanlar garsonla uğraşmaktan vazgeçsin diye, dikkatlerini çekecek her konuda konuşmaya başlıyorum.. Şımarık ev sahibi gözlerini süze süze “ garsoon, “ şu birayı versene” diyor , masanın sadece bir kaç karış uzaktaki kısmından  (İnşallah ağzına burnuna döker o birayı da rahatlar) 
En sonunda ev sahibi, garson  çocuğu kırdığını anlamış olacak ki  insafa geliyor.. “Gel canım gel,  biz şaka yapıyoruz sana, darılmadın değil mi”  deyince garson çocuk en masum haliyle gülümsüyor. Nasıl da seviniyorum ( Ohh,  tamam, her şey düzeldi) “Gel gel,  yanıma otur,   katıl bize, sen de eğlen” diyor.
Çocuk inanamıyor duyduklarına. Kibarca portakal rengi koltuğa otururken ev sahibi olacak o pislik,  koltuğu çekiyor ve garson paldır küldür yere yapışıyor. Aman Ya Rabbim!  Çocuk bitti  derken garson çocuk ayağa kalkıyor. Kibarlığından taviz vermeden, papyonu çekip yere atıyor.
“Bu ne yaa, “üç be ş kuruş vereceksiniz diye bu yaptığınız  terbiyesizlik nedir, alın paranız da sizin olsun”  deyince benim gözlerde yaşlar ön saflardaki yerini almaya başlıyor  Ohaa ya,  diyorum;  çocuk kapıya doğru yöneliyor. Sarışın gıcık hatun “Ay, dur,  paranı al da git A... var mı üstünde 50 TL , ver çocuğa parasını alsın da öyle gitsin" diyor. Garson " istemiyorum paranızı sizin” diyor. Çantamı aldım ,sinirle kalktım ve onlara dönüp “Sizin bu kadar iğrenç ve görgüsüz olduğunuzu bilmiyordum, gerçekten çok aşağılık insanlarmışsınız,  Buraya ne zor şartlarla geldiğimi biliyorsunuz, bunu göstermek için miydi tüm çabanız"  deyip,  garsonun peşinden koşuyorum. Apartmanın kapısında elinden tutuyorum onun " sakın üzülme, gel bir yerde oturup dertleşelim ama sen ısmarlayacaksın bak,  ha” diyorum  o Türk filmlerindeki zengin yaşlı çok bilmiş kadınlar gibi. Arkamdan kapı açılıyor;  ev  sahibi. Baktım garson gülümsüyor. “Yaaa,  girin içeri “diyor gülümseyerek. Ben garsonu sahiplendim ya yedirmeyeceğim onlara. Kolunu sımsıkı tutup “Sen eğlenmene bak,  pis züppe , biz gerçekten eğlenmeye gidiyoruz.” dedim. Baktım içerideki misafirler kapıda hep beraber gülüyorlar. “Kızım nereye götürüyorsun kardeşimi, bizde kalacak o bu gece.” dedi ev sahibi.
???
???
“Ne,  nasıl yani?” dedim salak salak bakarak. “Kızım,  şaka yaptık ya, sana sürprizimiz var dedik ya, işte buydu. Bu garson marson değil, benim kardeşim". “Ağrı'lı filan değil mi? “dedim, gecenin en aptalca sorusunu sorarak. Bu sefer kahkahayla gülmeye başladılar.Garson da hayır anlamında  başını sallıyor. Ben hala çok kızgınım, çok üzgünüm garson için;  hepsinin bir oyun olduğunu kabullenemiyorum. Kalbim hala hızlı atıyor, hala çok sinirliyim.  “Yaa kızım,  gir içeri , şakaydı " deyince. "Bırakın beni ağlayacağım, çok sinirlendim. Gerçekten çok iğrençsiniz, şimdi daha da kızdım size, bu sinirim ve nefretim bir iki saatte geçmez” dedim. Sakinleşmem toparlanmam lazımdı; bana güçlü kuvvetli bir absent verdiler.






 Hala ağlamak istiyordum, hala garson çocuğu ev sahibinin kardeşi olarak düşünemiyordum. "Ya kızım, sen böyle şeyleri yemezdin, bu kadar mı safsın" diyor birisi, öbürü kendini kanepeden yerlere atıyor şaşkın salak suratıma bakarak ” Ya pisliksiniz çok pislik! Bu kadar mı güzel oynanır bir oyun” dedim. Şimdi ne yapayım? Garsonu döveyim mi, yoksa bir abla şefkatiyle seveyim mi?  Üzerine o kimliği o kadar çok uydurmuştu ki, gecenin devamında garson olarak görüyordum hala onu.
Siz siz olun  başkasına yapmaya kalkmayın bu şakayı,  hele benim gibi yufka yürekli,  saf birine:P

Yatağıma uzandığımda içim absentten alev alev yanıyordu; Dünyada neler neler oluyor beaah, ama olsun hayat bazen güzel,  baksana , Nişantaşı”ndan Bostancı”ya yirmi dakikada geldim. Daha ne olsun. Hem de Cumartesi gecesi...

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

HİÇ KIZMA, ONLARIN GÖTÜNÜ BİZ KALDIRDIK 22 Oct 2013 12:45 PM (11 years ago)

Bu akşam başka bir konuda yazmayı planlıyordum aslında. Ancak bir arkadaşım telefon etti, sinirlendim ve hemen yazmaya koyuldum.
Bu kızın karşısına da adam gibi adam çıkamadı gitti(hah! sanki bana çıktı ya)
Bir akşam Kadıköy’de rakı balık yapıyoruz. Benim tatlı arkadaşım kafamın arkasına doğru bakıp gülümsüyor. Kıza iyi saatte olsunlar geldi herhalde dedim, yalnızlık başına vurdu, boşluğa bakıp gülümsüyor zavallım.
Bir süre sonra “Ay , senin arkanda bir kel var , bak bakalım nasıl?” dedi.  Bu klasik hatun muhabbetidir. Arkadaşın onaylarsa tamamdır, hemen oracıkta mutlu mesut bir hayat bizi beklemektedir. “Ama şimdi değil,  buraya bakıyor, dur bekle biraz, hah tamam,  şimdi bak”. Eşek gibi gözlerimle mahsusçuktan arka taraftaki çalgıcılara bakarmış gibi başımı şöyle bir çevirdim; kel bir herif yanındakinin kulağına eğilmiş bir şey söylüyor. Adamın yüzünde meymenet yok ama neyse,  arkadaşımın mutluluğu önemli; ben beğenmesem de olur, evlenecek, çocuk yapacak olan arkadaşım ne de olsa.
“Hımm.. güzeeel” dedim,  kız soğumasın kısmetinden diye.
Ayyyy. nasıl da istiyorum  kelin arkadaşımla çıkmasınııııı, kaportacı bile olur yeter ki kızı mutlu etsin.  Hemen sevgili olsunlar, haftaya buraya gelelim, kutlayalım; işte,  tanıştığınız yer diye. Neyse,  biz yine dertleştik fonda Zeki Müren çalarken. Bir arkadaşımı gördüm o sırada “biz şuradayız,  siz de gelin oraya,  hohoo” deyip,  gitti.
 Hadi,  bir de oraya gidelim deyip,  hoppidik zoppidik olduk.
Arkadaşımın aklı kelde kaldı. Ben dedim ki, yavaş yavaş kalkalım, ağır hareketlerle ki kalktığımızı anlayıp kararını versin,  tanışacaksa tanışsın. Garsondan yüksek sesle hesabı istedim. Biz gidiyoruz kel,  bilesin gibilerinden.
Sonra ayağa kalktım;  şalım düştü, bela okuyarak şalı yerden aldım, o sırada sigara paketi düştü derken kel orada artık hayatının planını yapmıştı muhtemelen…
Biz kalktık gidiyoruz konuşa konuşa. Aaa,  bir baktım,  yanımda çıplak kafalı biri mıy mıy bişi diyor arkadaşıma. Ben,  aa adam yanına geldi,  çıkacaklar bunlar, sevgilisi olacak arkadaşımın,  ben de bir tane bulurum, dördümüz beraber gezeriz; haftaya dört  kişi burada içeriz, önümüz bayram,  tatile de gideriz falan da filan da derken  şöyle bir cümle duydum, “ Beraber yürüyebilir miyiz?” . Nasıl yani,  yürüyüş? Hayır,  bir insan nereye kadar yürüyebilir ki? Ya da sadece seninle yürümek istiyorum mu demek istedi. Tek istediği yürümek Kadıköy’de yani,  öyle mi? Sahilde,  Altı yolda filan yürüyecekler yani. Sonra yorulunca? Tamam,  yürüdük bitti,  sen yoluna mı diyecekti.
Adam süzme salak diye düşünürken - şimdi burada hayatımda çok az kullandığım ve sık sık kullanmak istediğim ama  ortam bulamadığım için bir türlü  kullanamadığım o  kelimeyi gerçek anlamında kullanacağım- )Topuklu ayakkabılarımın teki  rögar kapağının içine takıldı. Bir adım attım,  ayakkabı orada,  benim ayak çıplak. Haydaaa.. Kel,  arkadaşımın yanında yürüyor ve konuşuyorlar gibi bir şey . Ben tek ayak üstünde Kadıköy’ün ara sokaklarında zıplıyorum, Hay Allah’ım rezil olduk diye diye.
 
 
 
 
Topuklu ayakkabım rögar (!) kapağının oradan bana bakıyor. Kapağın başında dört yeni yetme delikanlı gülmekten gebermek üzereler. Geri dönüp ayağımı ayakkabıya sokup bir hamle yapıyorum. O da ne?  Ayak Kadıköy sokaklarında,  ayakkabı orada sıkışmış garip garip duruyor.  Sonra o dört çocuk “Yardım edelim mi ?” diye kikirdiyorlar. Bir tanesi eğilip çekti ayakkabıyı ve elime verdi. Bir nevi Külkedisi masalı. Ben ayakkabıyla uğraşırken kel ve arkadaşım epey ilerlemişler(!)di. Dört genç bana çok yakın saflarda  bir süre eşlik ettiler. Arkadaşlarımın bulunduğu bara gelince rahatlamıştım. Kel gitmiş, arkadaşım bana kalmıştı.
“Eeee” dedim kıza
“Ayy, sorma,  bana yürüyelim mi dedi, yaaa”
Dedi.
Ağız burun eğme, adam heyecanlanmıştır, belki uzun zamandır flört etmemiştir, belki hastaneydi hastaydı ortama yeni çıktı ya da uzun zamandır evliydi evliliği bitti adam bu arada nasıl flört edildiğini nasıl yaklaşacağını unuttu, aradan çeyrek yüzyıl geçti kızım dedim.
Adama "siz telefonunuzu verin, ben sizi ararım" dedim ama adam  “benim telefonumun şarjı bitti arkadaşımınkini vereyim, oradan arayın ” dedi. Öyle deyince verdim benim telefonumu dedi. “ adam kesin evli” dedim.
Aradan bir saat geçmeden arkadaşımın telefonu çaldı. Arayan kel. Arkadaşının telefonundan arıyormuş. Ptesi ben seni ararım demiş arkadaşıma. Ertesi gün Pazar neden Pazar günü aramıyor diye güldük. Her neyse Pazartesi günü kel, kızı arıyor. Kız neden Pazar günü değil de bugün aradın, doğru söyle bana sen evli misin diyor. Adam da ben sana dürüst davranmak istiyorum çok mutsuz bir evliliğim var, sadece kızım için katlanıyorum diyor. Hem ayrıca benim evli olmam seni neden ilgilendiriyor o benim sorunum diyor. Arkadaşım da evliliğe ve aile hayatına son derece saygı duyduğunu ve kendisini bir daha aramamasını söylüyor. Adam tüm yalvarmalarına rağmen kızı ikna edemiyor.
 
 
 
Aradan birkaç gün geçiyor,  arkadaşımı bir kadın arıyor. Kadın buna kimsiniz diyor, siz kimsiniz filan deyince kadın çok özür dileyerek “Kocamın telefonunda bu numarayı gördüm. Aranızda ne var, kocamla görüşüyor musunuz” diye çok da mağdur bir ses tonuyla konuşuyor. Kız da nasıl tanıştıklarını anlatınca kadın; “ne olur kocamla görüşmeyin, bizim bir kızımız var ve kocamı kaybetmek istemiyorum” diyor. Derken bunlar epey bir konuşuyorlar kadını aralarında bir şey olmadığına ikna ediyor arkadaşım .Kadın “n’olur sizi aradığımı sakın kocama söylemeyin, beni döver” dedikten sonra arkadaşım kendini son derece suçlu hissederek hemen beni arıyor. Ben hamamda sıcak su havuzunda yüzerken bunları dinlemek zorunda kalıyorum. Onu suçsuz olduğuna ikna ediyorum; rahatlıyor. Aradan bir süre daha geçiyor,  biz tatildeyiz arkadaşımla,  denizin ortasında yüzerken bana . “Ben birisiyle tanıştım” diyor, aman dikkat!  evli değildir inşallah diyorum.
Yok,  diyor internetten bir yerden bulmuş, bizim mahalleye çok yakınmış. Adamın teknesi varmış yalnız yaşıyormuş ayın yarısında Avrupa’daymış,  köpeği varmış atı varmış domuzu varmış bi şeyler bi şeyler.
Göster fotoğrafını dedim. Güneş gözlüklü teknede bir fotoğraf; beyaz dar t-shirt giymiş ve yakasında kalın gümüş zincirlerden var. Bak kızım dedim, adamda üç ofsayt  pozisyonun üçü de mevcut. 1 teknede poz vermiş, 2 beyaz dar t-shirt giymiş, yakasını açmış , 3 kalın zincir kolye takmış. Birincisini geçtim hadi. Ancak 2 ve 3 için asla ve kata yanılmam. O eşek gibi zincirlerden takıp da  bir tane düzgün, efendi, ilişki yaşanacak bir adama rastlamadım. Hele hele beyaz dar body giyip yakasını açmışsa,  kesin günübirlik ilişkiler yaşıyordur bu,  dikkatli ol dedim. Body giyenden koca olmaz!
Adamla mesajlaştılar biz tatildeyken. O da Paris'teymiş filan falan. Bir kere çay içmişler. Bak dedim bu adam şimdi seni ikinci görüşmede evine çağırmazsa ne olayım. Böyle adamlar bir kez dışarıda çay ya da kahve içmişlerse ikinci kere asla içmezler, vakit kaybetmek istemezler. Direkt eve çağırırlar. Bu yazıyı yazmadan önce spordan gelmiştim spor salonunun silme testosteron yüklü erkekle dolduğunu ve o enerjiyi yer hareketlerimi yaparken resmen üzerimde hissettiğimi düşünüyordum ki kız aradı. Yaa dedi, “ ne oldu biliyor musun,  Bu Tolga denen o  dar bodyli herif” gel bana sana ellerimle kahve yapayım dedi.  (Salak, sanki kahve başka bir organla mı yapılıyor)
EMBESİL, DALLAMA,
Kız seni bir kere görmüş ikincisinde ne bok yemeye eve çağırıryorsun, kudurdun mu,
Git kızı balık ekmek yemeğe götür, limonata iç,  bienala götür(gerçe o da bitti) ne bileyim akvaryum var oraya götür, adada bisiklete binmeye çağır, Bok mu var,  götün mü kalktı ikinci görüşmede evine çağırıyorsun. Zaten çok çirkin bir herifti,  gözlük takıp çirkinliğini gizlemiş. Arkadaşım da ona  ama şimdi dışarıda buluşalım,  birbirimizi tanımıyoruz filan  deyince adam hemen gardını alıyor.
Sen bana güvenmeyeceksen hiç görüşmeyelim, biz kaç yaşında insanlarız, birbirimizden enerji (burda da bir anlatım bozukluğu var sanki) aldığımızı düşünüyorum ha evde ha dışarıda ne fark eder. Bitsin bu iş demiş.
Tam bu kadar işte.
Onları bu hale biz soktuk.
Kimse şikayet etmesin. Onlardan yüzlerce binlerce var. Taktik bu . bir kere dışarıya kahve ya da çay  içmeye çağırırlar, sonra evde  kahve yapayım sana şirinlikleri.. Amaç bir kere yatıp eyvallah çekmek.  Belki kızda AIDS var belki HPV virüsü var belki hırsız ve evinden bir şeyler çalacak. Sen ne kadar tanıyorsun ki bunu evine çağırıyorsun. Bir kere görüşmüşsün alt tarafı, hakkında ne biliyorsun. Bunca mesaj bunca şirinlik bir gece,  birkaç saatlik zevk için mi? Değer mi lan. Yazık lan, acıyorum bu adamlara. O ve onun gibiler uzaktan çok zavallı gözüküyorsunuz. Ucuz, zavallı ve aciz. Biz mi? ee başta bu rahatlığı  biz vermişiz kim verecek. Bu olmazsa başka bir yerde deneyecekler şansını. Teknen de, kahven de köpeğin de sana kalsın. Az gelişmiş, über kro adamlar!
Sinirlendim ben yatmam lazım,  eyvallah

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

KOKPİTTE 50 DAKİKA 1 Oct 2013 12:18 PM (11 years ago)


Yazmak için sakinleşmeyi bekledim. Ben çok heyecanlı biriyim, biliyor musunuz. Mesela birine kahve yapacağım,  onun mutlu  olacağını düşününce elim ayağım  titriyor;  bir yerlere takılıyorum,  bir yerlere çarpıyorum o kahve pişene kadar.

Hayatımın büyük bir bölümünde  vücudumun yüzde  30 'u morluklarla dolu olarak yaşadım. Hiç pürüzsüz yaşadığımı hatırlamıyorum; ya bir yerlerim kırıktı, çıkıktı , kesikti ,şişikti, kızarıktı ya da sargılıydı ve mordu.
Heyecandan mütevellit yaptığım her aktivite kalp atışlarımı hızlandırır;  nabzım hep hızlı hızlı atar,  bir tek uyurken heyecanlanmam ben.
Şimdi bu yazıyı yazıyorum ya, yayınlamak için bile sabrım yok ;o yüzden hep hatalarla dolu oluyor. Yerimde duramam uzun süre, aynı koltukta uzun süre oturamam. Bir cafeteryada en az üç kere yer değiştiririm. 
Tıka basa yük  dolu kamyonun  yokuş yukarı çıkmaya çalışması gibi yaşadım hayatı. Daha önce de yazmıştım,  panik atak hastasıyım ben. Bilirsiniz, tam bir baş belasıdır bilmeyenler de  Google'a baksın. Asansöre çok mecbur kalmadıkça binmem, binince de inene kadar beynime kan hücum eder. Metroya hiç binmedim. Trene binmeyeli yıllar oldu.  Alışveriş merkezlerini hiç sevmem zaten; gidince de kaybolurum diye hep çıkış kapılarını takip ederim.
Ben n'aptım biliyor musunuz, peki,  Yıllardır sosyal hayatımın, iş hayatımın, aşk hayatımın içine sıçan uçak fobimle  yüzleştim; hem de çok yakından. 
Uçağı görünce korkardım ben ; iş yerinden eğitime yolluyorlar mesela,  ben “masrafa hiç gerek yok, ben kendim öğrenirim “ diyorum. Külliyen yalan. Müdürüm İngiltere'ye yolladı “sana sürprizim var, dil okuluna git,  biraz açılsın dilin” dedi içtenlikle gülümseyerek. Ben” aaa,  burada giderim ben, çalışırım,  hiç gerek yok masrafa”  deyip,  reddettim. Öyle utanıyordum ki uçağa binemediğim için. Benim kadar gezmeyi seven birinin  Sibirya'ya, Latin  Amerika ülkelerine ölene kadar gidemeyeceğini düşünmenin acısını bilir misiniz,  siz. Bilemezsiniz. Uçakları seyretmeye gittim kaç kere havaalanına, yavaş yavaş alışayım diye ama eve dönüşüm daha acıydı . Yok yok,  ben binemeyeceğim deyip, ağlayarak döndüm hep.
Eline çantasını alıp “Hadi, bay bay,  İngiltere'ye gidiyoruz biz”   “Antalya”ya gidiyoruz biz”  diyenlerin arkasından yıllarca baktım ben. Bir sigara yaktım ve ağladım. Herkes gidiyor ben niye gidemiyorum diye...
Yabancı ülkelere hep otobüslerde  sürünerek gittim. Kafaya takmak beter bir şey. Yapmalıyım diyorsun, yapamıyorsun. Beyninle çatışmaktan yorgun düşüyor, unutkan oluyor,  düzgün cümle kuramıyorsun. Bazen  “aman kızım, binmeyiver, binmeden ölenler var”  diyerek kendimi   rahatlatıyor sonra da “ulan, Allah'ın dil bilmezi, yürümeyi bilmeyeni, çoluğu çocuğu biniyor,  sen nasıl binemezsin, amma ödleksin”  diyor sinirden kendi kendimi yiyordum. Binersem fakir birini sevindirecek bir de bahçede kurban kesecektim. N'apalım, ağzımdan çıktı bir kere. Defalarca uçakların içiyle ilgili videolar izledim;  kapı,  pencere nerede, hangi maddelerden yapılır, pilottan rica etsem korktuğumda  beni  en uygun hava alanına bırakır mı, kriz geçirirsem nasıl sakinleşirim, sakinleşemezsem sonum ne olur, bana bayıltıcı  iğne yapacak biri var mı, uyursam uçaktan inerken sorun olur mu, hangi ülke kaç saat sürer, kaç dakika uçakta beklenir, kapılar ne zaman kim tarafından kapanır, peki ya camlar?  Tamam,  biliyorum camlar açılmaz ama illa ki bunun açılan bir yeri vardır diye, binlerce kişiye sormuşluğum vardır.
O an geldi. İş yerinde bir organizasyon düzenlenecekti. Mekan Antalya. Organizasyonu yapan 3 kişiden biri de bendim. Yaka kartlarından balonlara odalardan partiye video kliplerden ekip oyunlarına çekilişten kıyafete kadar her şey bizim görevimizdi. Hazırlık aşamasını tek tek anlatmayacağım ama üç hafta boyunca akşamları geceleri hafta sonları çalıştık. Bu arada genel müdür utanmadan uçak biletlerini BENİM  ayarlamamı istedi. Ben ne anlarım uçak biletinden, Uçak biletini okumayı bilmem; Bakıyorum bakıyorum bir şey anlamıyorum. Bu biletlerin  içinde kendi biletim de vardı. Ben otobüslere bakıyorum, bir gece önceden giderim diye.  Adam "siz de uçakla gidin lütfen"" dedi. Sonra alırım ben bileti" dedim, oyalandıkça oyalandım.

Sonunda ayıp olmasın diye aldım bileti; ama sadece almış olmak için. Bir yandan organizasyon iyi olsun diye ıncık cıncık çalışıyor, bir yandan da ben nasıl gideceğim stresiyle dal gibi sallanıyordum ortalarda. Üç hafta gerçekten yorucuydu.
 Arkadaşlarım “hadi, artık zamanı geldi” dedi,

Evdekiler “hadi, artık aş bunu dedi ;

Yeğenim “ çok şey kaçırıyorsun” dedi,

Mahalle bakkalı (evet hala benim bir mahalle bakkalım var)  “ben hacca gittim üç kere, iniyorsun, piniyorsun, bi şey yok “ dedi.
 Alt kattaki komşu “benim ömrüm Hollanda'yla İstanbul arasında uçmakla geçti git kızım, senin gibi modern bir kız nasıl gitmez,  çok ayıp” dedi.
Çaycımız “ben memlekete uçakla giderim, uuu otobüsle gidemem valla  14 saat “dedi.
 Aynaya baktım;  gözlerimin altı yorgunluktan ve yaşlılıktan çökmüştü, cildim eskisi gibi ışıldamıyordu, boynum hafiften kırışmıştı. “Ölsen ne olur, be”  dedim. “Gebersen dünya ne kaybeder. Amma da kıymetli canın var. Bak,  yaşlandın, kırışmaya başladın,  hala bu takıntıyla yaşıyorsun. Utan!”  dedim, utan! Bu kadar mı değerlisin sen milyarlarca canlının içinde…
O gece kararımı vermiştim; gidecektim; her ne olursa olsun. Öleceğimi bilsem de kararım kesindi. En azından  bir amaç uğrunda ölecektim. Bu da bir devrim sayılırdı benim için ve arkamdan “amacı uğruna öldü” diyeceklerdi.

Gece A4 boyutunda temiz bir kağıda(arkası karalanmıştı) şunları yazdım.   Annem, canım kardeşim, eski sevgilim, yeni sevgilim,  yeni müdürüm! Başıma gelenlerden kimse sorumlu değildir; artık zamanı gelmişti. Ölürsem arkamdan sakın ağlamayın; Ah,  yavruuumm,  uçaktan çok korkuyordu, korkusunu yendi, ölümü yenemedi diye ağıt yakmayın. Binmezsem ölecektim, beynimde bu çiviyle yaşayamayacaktım. Mektubu yatağa koydum.

Benimle gidecek iki  arkadaşıma o zaman zarfında uçakla ilgili bir şey söylememelerini rica ettim. Sağ olsunlar, canlarım,  öyle destek oldular ki, onlar olmasa yapamazdım.
Uçuştan beş  gün önce psikiyatristime gittim; artık tamam dedim,  ben binmek istiyorum,  bana bir ilaç ver, rahatlayayım . Yazdı bir ilaç. Bir tane alırsın uçağa binmeden, dedi. Cesaret verdi ,falan filan. Bodruma tatile giderken bikinimin rengine uygun ojeleri, Julia Roberts çizmelerini bile koyan ben, o gece hem yorgunluktan hem stresten iki  şort, bir elbise,  bir de bikinimden ibaret bir çanta hazırladım. Balkona çıkıp gökyüzünü seyrettim bir süre. Tepede uçaklar vardı “ ey güzel Allah”ım,  şunlara gönül rahatlığıyla binmeyi bana da nasip eyle” deyip, bir iki damla gözyaşımla beraber yatağa yattım...

HAVAALANI VE BEN.

O gece hiç uyumadım. Sabah moralim düzelsin diye kısacak elbisemi giydim;   takılarımı takıp, en topuklu ayakkabılarımı da geçirdikten sonra( hosteslerin ve pilotların dikkatini çekmek için, (eğer paçoz gidersem benimle ilgilenmezler diye korktum) kıpkırmızı rujumu sürüp,  sonra da mutlu mesut cesur insanların olduğu kalabalık bir salona girdim. Uçağa binmeye bir saat kala ilacımı aldım,  hafiften rahatlamaya başladım. Doktorumu aradım, (bu arada kendimi Amerikalılar gibi hissettim;  psikiyatrımı aramam lazım kızlar,  dedim) bacaklarım hala titriyor dokturcum, binebilir miyim acaba,  “Hadi,  yarım daha al” dedi doktorcum.

Korkudan sırıtmaya gülmeye herkese sempatik davranmaya başladım. Gebereceğim,  yüzüme ateşler basıyor, ayakta duracak halim yok. Ve anons. Hadi,  dedi arkadaşım , gidiyoruz, Antalya bizi bekliyor. Geri dönüp otobüsle gidebilirim son anda,  dedim.  Yürrrrrüü,  bırak bunu şimdi,  dedi.

Körük denen o tuhaf şeyin üstünden tıngır mıngır Cennete gider gibi mutlu mutlu giden insanlar vardı. Bir baktım karşımda bir kapı ve hostes. Burası neresi,  dedim. Uçak nerde?  Uçağın devamı nerde.? Hostes hoş geldiniz,  dedi. Ne hoş gelmesi , sanki ben çok meraklıyım bu uçağa gelmeye. İçerisi minübüs gibi, “ aaa, dedim, “burası çook küçüüüüük” . Hostes “180 kişilik,  küçük değil “ dedi. Ben uçağı üç  koridorlu deri koltuklu bir yer sanmıştım.

“Benim özel bir durumum var,  bir şey konuşabilir miyiz?”  dedim. Girişi kapadığım için asık suratlı, sarımsak kokulu ve geceyi  çok istemesine rağmen sevişemeden geçermiş  bir adam bana baktı, ben de ona baktım.  "Bana bak, beni sinir etme!  uçağa biniyoruz herhalde"  diyesim geldi. Neyse hostes kız(Allah  bin kere razı olsun) korkmayın, çok kısa mesafe zaten, dedi .Titreyen dudaklarımla “ben hastayım, ilaç aldım,  kokpitte cam açılıyor mu,  görmem lazım , görürsem rahatlayacağım yoksa bu uçaktan ineceğim”  dedim. Kız” 11 Eylül”den sonra yasak ama”  dedi. “Üzerimi arayın, ben size ne yapabilirim ki” dedim. Kız acıyan suratıma dayanamadı .  En öne oturttu beni,  bizim kızlara binmeden önce ne dersem derim, sakın bir yorum yapmayın, susun diye tembihlemiştim. Geçin yerinize siz dedim.

Kız beş  dakika bekleyin,  deyip beni oturttu. Ve sonra Lienchenstan' ı bağışlasalar o kadar sevinemeyeceğim haberi verdi. Bordu renkli rujlu dudaklarıyla  gülümseyerek “pilotumuz sizinle tanışmak istiyor” dedi. O an kendimi nasıl hissettim biliyor musunuz, Bok bilirsiniz, nerden bileceksiniz, sizin hiç o kadar korkan bir tanıdığınız oldu mu?  Çantalarımı ön koltuklara  fırlatıp(orası boştu)   koşa koşa kokpite gittim. Belki acırlar diye eteğimi biraz daha yukarı çektim.
pilotcum, Gelin bakalım sizin gibi biri neden uçaktan korkarmış, dedi.

Pilota” bu camlar açılıyor mu, bana gösterir misin?”  dedim. “Tabii dedi, açtı kapadı. “Ama sadece yerdeyken” dedi.

Evet, bitti o anda, adamı ve pencerenin açıldığını görünce her şey  bitmişti. Yeniden doğacağımı hissediyordum, hayat benim için yeniden başlıyordu. Tüm kötü günler korkular bitiyordu. Ben de herkes gibi yurt dışına uçakla gidecek, acil bir toplantım var Antalya”ya UÇUYORUM diyecektim kuş olmasam da. Mama sandalyesi gibi bir yere oturttular. Hostes pilotla konuşmamamın uygun olacağını söyledi ama pilot bu konuyu hiç üstüne alınmadı. Hem sohbet etti benimle hem de gördüğüm bütün düğmeleri sağa sola aşağı yukarı itti,. Uçak kullanmak böyle bir şey; bütün düğmeleri çevirince oluyor, bir de gaz pedalı var.


Uçak biraz geç havalandı. Pilotcum bana tek tek sebeplerini söyledi. Şimdi içeride yolcular çok sıkılırlar dedi. Sıkılsın ezikler, dedim. Ben yıllarca sıkıldım.
ve uçağın tekerleklerinin betondan kopuşunu hissettim. Yükseldik, içim hop etti, ama ne güzel şeymiş böyle uçakta olmak arkadaşlarım. Hayat ne güzel şeymiş meğer, özgür olmak nasıl bir şeymiş  böyle. Ben de normal bir insandım artık, NORMAL! 
Yalnız ben kokpitte zevkten dört köşeyken uçağın 10 dakika boyunca gezmesinden tedirgin olan arkadaşlarımın aklına tek şey gelmiş. Bu kız uçaktan inmek istiyor ve pilot onu ikna etmek için turluyor.
Hostese sormuşlar neden kalkmıyoruz hala,  arkadaşımıza bir şey mi oldu diye. Arkadaşınız içeride çay içiyor,  çok mutlu deyince, rahatlamış canlarım
İlaç iyice kafa yapmıştı zaten. Adam en son Toroslardan bahsedince ne Toros”u,  biz orada mıyız dedim. Evet kalacağın otel de şu kısımda dedi. Bitmişti… Antalya”ya gelmiştim hem de 50 dakikada. Yollarda 12 saat gitmek vardı bir de 50 dakikada Antalya da olmak.
“Yalnız uçaktan geç ineceksiniz” dedi. “Siz ve 2 arkadaşınız”. Ben ne derse tamam dediğim için buna da tamam dedim. Kokpitten çıkarken bir de fotoğrafımı çektiler, hostese sarıldım öptüm pilota sarıldım öptüm. Kokpitin kapısını perdelerini körüğü  filan öptüm sonra da bizim kızları. Biz uçaktan hoplaya zıplaya inerken körük gibi bir şeyin kenarında (bak aşağıda fotosu var)




 4 ,5 kişi bize güle güle dedi, yakalarında kartlar vardı. Bizi önemli birisi sandılar galiba dedim. Sonra kırmızı bir ip gördük. O ipi açtık” aaa yolcular gitti ya kapatmışlar” dedim. Bir kırmızı ipi daha açtık. Bu arada fotoğraf çektiriyoruz salak salak. Bavulların alınacağı yere gittik;  hayatımda ilk kez dönen bir yerden bavul alacaktım. Zaten orada 3 bavul kalmıştı. Onlar da bizimdi. Telefonlar çalıyor herkes benim sağ olup olmadığımı merak ediyordu. Benim telefonuma ulaşamayanlar yanımdaki 2 arkadaşın telefonlarından bilgi alıyorlardı.  Etrafta hiç kimse kalmamıştı,  aa şurdan çıkalım , gelin dedim.

Arkadan “ nereye gidiyorsunuz, yasak” diye bir erkek sesi duydum. Arkamızı döndük. 2 adet polis. Aaa biz geç kaldık servisi kaçırdık filan dedim. Ne servisi ne kaçırması dedi. Siz nerden geliyorsunuz dedi polis. Uçaktaaaan dedim gururla. Hangi hava yolları dedi söyledim,  siz nereye gidiyorsunuz dedi. Antalyayayaaaaa, dedim,  Siz nerde olduğunuzun farkında mısınız dedi. Yooo, dedim. Düsseldorf uçuşunda ne işiniz var sizin, dedi. Sizi buraya kim gönderdi, hakkınızda yasal işlem başlatacağız dedi. Ben hala uçağa binmiş olmanın derin hazzıyla gülüyorum. Şurdan çıkalım o zaman dedim. Orası gümrük çıkamazsınız dedi. Ee enerden gidebiliriz dedim gidemezsiniz dedi. Ben sizin havayolu yetkilinizi arıyorum soracağım ben onlara dedi. Yok yok aramıyon onların bir suçu yok desek de gencecik sırım gibi adamları yanımıza çağırdılar. Ben hala ne olduğunu anlamıyorum. Arkadaşım heyecanla beni göstererek o uçaktan korkuyordu ilaç aldı kokpitte gitti, pilot da bizi en son indirdi dedi. Polis; hadi o ilaç aldı,  peki size ne oldu” dedi. Siz o kırmızı iplerden geldiniz değil mi dedi evet dedim, açtık geldik. Sonra yanındakine dönüp “bunlar üç kafadar iplerini koparıp gelmişler” dedi.

Bir tane memurla bir asansöre binip alt kata indik bizi bir arabaya bindirip” bunları taksi durağına bırakın” demek suretiyle,  resmen postaladı.
Ben olayı sonradan anladım,  o anda tek derdim uçuşun mutluluğunu yaşamaktı…
Şimdi herhangi bir ülkeye bilet bakıyorum, neresi olduğu önemli değil ama otobüsle gidilemeyecek kadar uzak olan bir ülkeye.
Çantamı hazırlayıp vizemi de aldıktan sonra kimseye boyun eğmeyeceğim” uçakla gitmeyelim,  otobüsle gidelim nolur”  diye. Hem yorgunluğun hem stresin hem uykusuzluğun hem uçağın sonucu olarak organizasyonun ikinci gününde tansiyonum yükseldi,  doktora gittim,  bir gün odadan çıkamadım.
Bu yazıyı hemen yazmak istiyordum ama yazarken bile öyle heyecanlandım ki, sakinleşmeyi bekledim. Hala o kalkış iniş anının coşkusunu yaşıyorum. Rüyamda hala uçuyorum.  Bu konuda derdi olup, bu yazıyı okuyan yardıma ihtiyacı olan herkese yardımcı olmaya kararlıyım. Ben uçtuktan sonra siz de uçarsınız.
Haa,  bu arada madem uçak korkumu yendim bunu da yapayım diyerek dalgıçlık kursu aldım otelde.  Kafamı bile suya zor sokan ben, havuzun içinde yakışıklı eğitmenle kucak kucağa yüzdük. İlk başta korkudan sıçan ben,  eğitimin sonuna doğru havuzun dibinde adamı mıncıklayınca eliyle yukarı çıkalım işareti yaptı, asla anlamında başımı salladım,  bu da korkularıma kapak oldu.
Yaşadığımı hissediyorum, hayat güzelmiş lan.
Balkondayım şu anda yukarılarda bir uçak sesi duydum, başımı kaldırdım. Biliyorum içeride mutlu mesut insanlar var; benim gibi...

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?