Rusya ile kritik zamanlar geçirdiğimiz şu günlerde "Stratejik Düşünme" hakkında bir yazı yazmak istedim. Bu yazıya ilham veren Ed Yong'un muhteşem TED konuşması oldu, bence konuşmanın tamamını mutlaka izleyin, benim yazımda değindiğim konu konuşmanın sadece giriş kısmı.
Peki ama hala çok mantıksız, sırf flamingoya yem olmak için bu kadar çaba niye?
(Ecce Homo; latince, ingilizce çevirisi "Behold the Man", türkçeye sanırım "İşte bakın insan" olarak çevrilebilir. Pontius Pilate'nin İsa çarmıha gerilmeden önce dövülmüş, dikenli tellerle bağlanmış halini kalabalığa göstererek söylediği bu sözler daha sonra İsa'nın bu halini resmeden her türlü sanat eserine de bu tanımın verilmesine yol açmıştır)
Bugüne kadar kaçımız Elías García Martínez'in adlı İspanyol ressamın adını duymuştu? Peki ya onun İspanya'nın Zaragoza adlı küçük bir şehrin yakınlarında yer alan Sanctuary of Mercy kilisesindeki 19. yüzyılda yapılan Ecce Homo adlı duvar resmini? Pek fazla kişi olduğunu sanmıyorum taa ki bu duvar resmi Cecilia Giménez adlı 81 yaşındaki yerel bir kadın tarafından restore edilmeye çalışılıncaya kadar.
Bazen şaşırıyorum, acaba bir insan / firma hata yaptığında ceza olarak şeriat kuralları mı geçerli oluyor, elini kolunu mu kesiyorlar hata yapan insanının ya da iş yerinde müdürleri dayak mı atıyor çalışanına Türkiye'mde diye... Başka türlü hatayı bu kadar kabul etmemek, özür dilememek için 40 takla atmaya anlam veremiyorum çünkü...
Geçen gün yeni aldığım telefonda bir arıza çıktı, garanti kapsamında teknik servise götürdüm, cihazı bıraktım, görevli memura sordum
"Faturası da gerekiyor mu?" diye çünkü yanımda getirmişim.
"Yok efendim gerekmiyor, bilgisayar üzerinden görebiliyoruz" dedi
"E iyi ne güzel sistem gelişmiş" dedim içimden
Ofise döndüm akşam üzeri telefon, beyefendi teknik servisten arıyoruz, arızaya bıraktığınız ürün için faturasını da ibraz etmeniz gerekiyor aksi halde işlem yapamıyoruz diye... İşlem yapamıyorsan bende nasıl teknik servis kağıdı var?
Bugün gene gittim,
"Bakın geçen faturayla gelmiştim, bana faturaya gerek olmadığını söylediniz, aradan 3 saat geçti faturayı da getirin" dediniz
"Evet beyefendi bazı işlemler için fatura gerekebiliyor çünkü"
"E madem gerekebiliyor, yanımda getirdiğimde alsanız beni 2 defa yorrmasaydınız daha mantıklı olmaz mıydı?"
"E biz bilemiyoruz hangi arıza için gerekebileceğini"
"Bilmiyorsanız en garantisi en baştan ne olur ne olmaz diye almak değil mi?"
"Tamam şimdi aldık, biz size haber vereceğiz"
Özür yok, bana sadece kusura bakmayın bir hata olmuş sizi iki kere yormak zorunda kaldık dese konu kapanacak ama sanırım özür dileyince ya elini kesiyorlar, ya da dayak atıyorlar iş yerinde. Belki de erkek adam ağlamaz mantığı gibi bir kavram işlemiş kurumsal kanımıza, bizim şirketimiz özür dilemez, altta kalmaz.
Bir diğer örnek de ünlü yabancı bir kargo firmasının gümrük departmanından, bana gelen ürünlerin yanına ürün tiplerimi yazmam isteniyor, bu sebeple bana gelen faturayı gönderiyorlar e-posta ile, e-postayı açtığımda bakıyorum ki bana bir ay önce gelen ürünleri faturası, mail atıyorum yanlış faturayı göndermişsiniz diye cevap yok.
Bugün arıyorum, karşımdaki temsilci;
"Mert Bey ben size UPS firmasından gelen faturayı yönlendirdim, başka bir fatura yok" diyor sonra da ekliyor "Ne yapalım ürünleri geri mi gönderelim?"
"Bakın siz bana doğru ürünlere ait faturayı göndermediniz, bana attığınız faturada ki ürünler çoktan elime ulaştı, neyi geri göndereceksiniz, lütfen bir daha bakın lütfen"
"Şu anda size gönderdiğim faturayı bulamıyorum Mert Bey"
"Ben size e-posta ile göndermiştim, bu fatura yanlış diye"
"E-postanız bana ulaşmadı Mert Bey"
"O zaman lütfen faturayı tekrar bana gönderebilir misiniz?"
"O zaman ben isterseniz faturayı size tekrar e-posta ile atayım"
"Evet.... lütfen"
Ben de hata yapıyorum, bazen bir e-postaya yanlış ek koyabiliyorum ama hiç bir zaman kontrol etmeden kendimden emin konuşmuyorum. "Kusura bakmayın yanlış ek göndermiş olabilirim, hemen kontrol ediyorum" demek bu kadar zor mu?
Hata yapmak da özür dilemek de tanrısal şeyler değil, insanlar için hepsi... Dediğim gibi kesin biz Türkler zamanında hata yapıp özür dileyenlerin ya başına kakmışız sürekli hatalarını ya da ellerini kollarını kesmişiz herhalde, öyle bir işlemiş ki özür dilemektense 40 takla 3 parende atarız daha iyi. Ölmek var özür dilemek yok.
Bu fotoğraf karesinin ödül alması gerekir; içinde bomba olmasından kuşkulanılan otoyol kenarına bırakılmış bir buzdolabını özel kıyafetli bomba uzmanı incelerken 2 adım yanından bir elinde elektrik süpürgesi, bir elinde çarşı torbası taşıyan teyze geçiyor. Herşey güvenliğimiz için.
Bu gece aklıma geldi bu film, bir ara tekrar izlemek istedim...
İngiltere'de patlayan telekulak skandalında skandalın ortaya çıkmasına yol açan ve kapatılan "News of the World" gazetesinde eski magazin muhabiri Sean Hoare çalıştığı gazetesinin sıklıkla telefonları yasadışı olarak dinlendiğini itiraf etmişti, bunun üzerine polisin gözaltına aldığı Sean kefaletle serbest bırakılıyor ve serbest bırakıldıktan kısa bir süre sonra ise dün polise gelen ihbar ile evine gidiliyor ve ölü olarak bulunuyor.
Polisin yaptığı açıklama;
''Ölüm sebebi şimdilik belirsiz, ancak şüpheli bir ölüm olduğunu düşünmüyoruz''
Adamın yaptığı itiraf yüzünden İngiltere'nin 168 yıllık en eski gazetelerden biri kapatılıyor, milyarder işadamı Murdoch inanılmaz bir maddi bir zarar görüyor, kredibilitesi çöküyor tüm gazetelere sayfa sayfa özür dilerim diye ilan geçiyor, bir hafta sonra itirafçı, yani tüm bunlara sebebiyet veren adam, evinde ölü bulunuyor ama "şüpheli" bir şey yok.
Türkiye'de nükleer enerji santralleri hala politikacıların ve rantçıların iştahını kabartırken İtalya'da halk referandumda konuştu ve nükleer enerjiye hayır dedi.
Şu anda Avusturalya, Avusturya, Danimarka, Yunanistan, İrlanda, Latvia, Luxembourg, Malta, Portekiz, İsrail, Malezya, Yeni Zellanda, Norveç, Almanya, İsviçre ve son olarak İtalya gibi ülkeler nükleer enerjiye HAYIR diyor... (1)
Hemen yarın Türkiye'de bir referandum yapılsa %50'den fazlası "Evet" der bence... Yeni patlayan Fukuşima'ya aldırmadan evet çıkar, hatta zamanında içtikleri radrasyonlu çayları düşünmeden, kanserden kaybettikleri yakınlarının neden kanser olduğunu düşünmeden en fazla "Evet" de Karadeniz'den gelir bence.
Yıl 1986
Çernobil Faciası sonucunda yayılan radrasyon ülkemizde özellikle Karadeniz kıyılarını vurmuş. Uzman ekipler o dönem Karadeniz'de yetişen çayda kilogram başına 10 bin ton bekörel oranında radyasyon tespit etti ve imha edilmeli dediler.
Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı "Cahit Aral"
- Biraz radrasyon iyidir
diyerek kameralar önünde çay içti
Dönemin Başbakanı "Turgut Özal"
- Radyoaktif çay daha lezzetlidir
Dönemin Cumhurbaşkanı "Kenan Evren"
- Radrasyon kemiklere yararlıdır
Bu dönemden sonra Karadeniz'de kanser vakalarında yıllar içinde inanılmaz bir artış kaydediliyor.
Yıl 2011
Japonya Fukuşima santralindeki facia sonucunda tüm dünyada nükleer enerji tartışılıyor.
Almanya -1980'den önce kurulan 7 santralin 3 ay için kapatılacağını açıkladı.
İsviçre - İsviçre hükümeti güvenliğin ana öncelik olduğunu açıklayarak ülkedeki nükleer santral planlarını askıya aldığını duyurdu.
Fransa - Aktif 58 nükleer reaktöre sahip Fransa'da Yeşiller Partisi, Japonya depremi sonrasında nükleer enerjiden vazgeçilmesi için kampanya başlattı.
Türkiye - Rusya'nın Türkiye topraklarında enerji satın alım garantili "Rusya'ya ait" santralin kurulması anlaşmasına haftalar kaldı duramayız diyor. Zamanında Çernobil nükleer santralini inşa eden Rusya'dan güvence istiyor, Rusya Devlet Başkanı sözlü olarak teminatını veriyor kameralara gülümseyerek.
Dönemin Başbakanı "Recep Tayyip Erdoğan"
- Aygaz tüpü de riskli, geri adım atmayız
Aradan 25 yıl geçmiş, çeyrek asır, bu zamanda Türkiye çok gelişmişmiş, bir varmış bir yokmuş....
Biz de ne diyelim, aygaz tüpüyle çok çay demledik, biraz da Rusya'nın nükleer enerjisi ile demleyelim çayları...
Şehirdesin, trafik ile boğuşuyorsun, kalabalıktan nefes almak bile zor geliyor, her köşede bir tiyatro oynanıyor daha çok para kazanablmek için... İşte öyle zamanlarda "neyse şimdi bu hayata katlanırım sonra da belki emeklilik günlerinde Anadolu'da küçük bir kasabaya yerleşirim" hayalini kuruyorsun, gerçek olur olmaz ama en azından hayalini kurabiliyorsun... Peki ya o hayal bile suya gömülürse? O zaman nereye gideceksin, nasıl hayal kuracaksın?
Geçenlerde numaramı başka bir operatöre taşımıştım, eski operatörümden son olarak aşağıdaki fatura geldi.
Zonguldak'ta ölen madenciler ile Şili'de kurtulan madencilerin farkını sorguluyor belki de bu aralar bir çok kişi. Belki kimileri hala iddia edecek kurtulmak Şili'li madencilerin "kader"iymiş diye gözümüze baka baka... Kimileri diyecek ki "Biz daha iyiyiz, biz 3 günde çıkarırdık". Hem de iki madencimizin cesetleri hala madende çürürken diyecekler bunu...
Şili ile Türkiye arasındaki farklara bakalım;
Uzun zamandır bir yazı yazamıyordum günlüğe, bunun sebebi sanırım hayatımdaki büyük değişikliğe hazırlık döneminin yoğunluğu ve sanırım bu süreçte pek de yazma ihtiyacı hissetmemiş olmam.
21 Kasım'da eşimle beraber yeni bir hayata başladık. Yoğun bir hazırlık sürecinden sonra sonunda evlendik, evlenme hazırlıkları özellikle iki taraf da çalışıyorsa oldukça yorucu olabiliyor çünkü işten arta kalan az zamanı çok iyi değerlendirmek gerekiyor.
Yeni bir ev, yeni eşyalar, hayatımı paylaşacağım eşim... kısaca yeni bir hayat.
Bu arada 6 aydır İstanbul metrosunun ve Marmaray'ın trenlerini üreten Hyundai-Rotem firmasında sinyalizasyon mühendisi olarak çalışıyorum. Demiryollarında sinyalizasyon'u kısaca yolcuların güvenli bir şekilde seyahat edebilmesi için tren ve hat üstü ekipmanlar arasında kurulan sistem diye özetleyebilirim sanırım. Neyse bizim araçlar sayesinde yakın zamanda özellikle iş çıkışı saatlerinde yaşanan yolcu sıkışıklığının çözüleceği müjdesini verebilirim. Belki sinyalizasyon ve yaptığım işlerle ilgili ayrı bir internet günlüğü veya sayfası hazırlayabilirim. Şimdilik vakit bulabilir miyim bilmiyorum ama zaman ayırmaya çalışacağım.
Geçen hafta kaçırdığım yuva belgeselinin tekrarını NTV'de bu gece seyrettim. Dünyaya genel bir bakış olarak çok yardımcıydı ve şu an yaşadığımız dünyada ben ve bu yazıyı okuyabilen insanların aslında dünyanın ne kadar şanslı ve elit bir kısmını oluşturduğumuzu dehşet içinde izledim. Belgeseli izlerken aslında dünyanın şu anda geçici bir lale devrinden geçtiğini, şu ana dek birikmiş dünya mirasımızdan yediğimiz için bu hızlı gelişmelerin gerçeklştiğini daha iyi anlıyor insan. Dünyanın sınırlı kaynağının sonu geldiğinde ve dünyadaki ekosistemin bozulması sonucunda yaşanacak göç, açlık ve kuraklık dalgalarının getireceği sorunlar ise gerçekten inanılmaz boyutlarda.
Bu sabah duştayken aklıma gelen bir fikir... Aslında pazarlamayı pek sevmem ve neden aklıma pazarlama fikirleri geliyor bilmiyorum ya neyse.
Aslında bir tür hedef kitleye yönelik gerilla pazarlama oyunu diyebiliriz. Bir firma sosyal reklamını yapmak istediği bir ürün için bir oyun düzenliyor, oyunun amacı firmanın kiraladığı bir kişiyi bir alan içinde bulmak. Bulanlara hediye çeki veriliyor. Bulunacak kişi hakkında ise çok az şey söyleniyor. Bulunması istenen kişi muhtemelen firmanın hedef kitlesine uygun biri olacak ve onu bulmak için ona ürünün sloganını söylemeniz gerekiyor. Daha kolay anlatmak için bir örnek vereyim;
On beş yıldır benimle birlikteydi, onu ilk gördüğümde o 1.5 aylık, ben ise 13 yaşındaydım. Onu aldıktan bir kaç gün sonra hasta old
uğunu farketmiştik, kanlı ishal teşhisi konmuştu ve bu yavru köpekler için ölümcül bir hastalıktır. Onu aldığımız yere geri vermeyi düşünmüştük ama geri verdiğimizde onunla ilgilenilmeyeceğini ve ölebileceğini düşündüğümüz için onu hayvan hastanesine götürdük, orada bir kaç gün seruma bağlandı, güçlü bir köpek olduğunu o zamandan kanıtlamıştı ve bu hastalıktan kurtuldu.
Yavruyken küçücük vücuduna oranla büyük kafasını öne doğru eğip alttan alttan sert(!) bakışlar attığı için babam ona "Maço" adını koydu. Kısa sürede ailenin bir üyesi olmuştu. Zorlu geçen ergenlik dönemimdeki en yakın arkadaşımdı. Karşılıksız yaptığı sevgi gösterileri sonunda hiç hayvan sevmeyen insanları bile kendine bağlıyordu. Hiç şımarık bir köpek olmadı, her zaman asil, onurlu ve güçlüydü.
Hayatı boyunca bir çok şey atlattı. Bir araba ona çarpıp kaçtığında bacağı kırıldı, yanlış kaynadı ama gene de koşmaya devam etti. Haftasonu tatilinde gittiğimiz yazlığımızda bir gün boyunca kayboldu ve biz o pazar gecesi İstanbul'a dönmek zorundaydık. Pazartesi sabahı yazlıktan komşumuz onu kapısının önünde beklerken bulmuş, bizi bulamadığı için komşumuzun kapısında beklemiş. Bir hafta boyunca kaçırılmıştı, daha sonra kaçıranlar onu aradığımızı farkedip utanınca onu geri iade etmişlerdi. 8 yaşından beri bir gözünde katarakt oluştu, 10 yaşından beri iki gözü de tamamiyle kör olarak, sadece koku duyusuyla yönünü buldu. Son zamanlarında ise kalbi büyümeye devam ettiğinden ciğerini sıkıştırıyor ve nefes almasını zorlaştırıyordu. Heyecanlanmaması gerektiği halde benim kokumu duyduğunda yere yatıp kendini sevdiriyor, gıdıklatıyordu. Sanırım bunu hep kendi görevi gibi gördü. Sevmek ve sevdirmek...
20 Mayıs Çarşamba günü sabahı onu bahçemizdeki ağacın önünde başı yukarı doğru kasılmış olarak gördüm, dili yandan sarkmış, salyaları akıyordu. Bir krize girmişti, nefes alamadığı için boynunu hep yukarıda tutuyordu. Hemen veterinere götürdüm, veterinere gitmeyi hiç sevmezdi, orada çok huzursuz olurdu. Veterinerde serum verildi, oksijen verildi, kortizon iğnesi yapıldı. Veteriner hekim sonunda ötenazi yapılmasını önerdi. Daha önce de ben Amerika'dayken böyle bir krize girmiş ve veteriner anneme de aynı şekilde önermişti ama annem bu kararı alamamıştı ve evde bahçesine geri getirmişti Maço'yu, o da mucizevi bir şekilde iyileşmiş ve 1.5 yıl daha yaşamıştı. İçimde hala yaşayabileceğini ümit ediyordum ve bu kararı da veremezdim ama acı çekmesini de istemedim. Eğer ölücekse de evinde kendi bahçesinde ölmesini tercih ederim dedim kendime çünkü veterinerden ne kadar korktuğunu biliyordum. Veteriner şu an zaten komada olduğu için acı çekmediğini, kortizon iğnesinin onu rahatlattığını söyledi. Veterinere dedim ki eğer acı çekmeye başlarsa size telefon açarım iğneyle gelirsiniz.
Onu bahçede en sevdiği köşesine yatırdım, zar zor nefes almaya devam ediyordu. Başını okşuyordum. Sonra bir on, on beş saniye inlemeye başladı. Aklımdan o kararı vermeye çalışıyordum o anda, veterinere telefon açmalı mıyım diye... İşte o anda son nefesini verdi Maço, doğal yollardan öldü. Veteriner çok acı çekmediğini söyledi. Ölmeden önceki 15 saniyelik süre hariç hiç inlememişti gerçekten de...
Bazı insanlar çok bağlanacaklarından korktukları ve öldüklerinde çok üzüleceklerini düşündükleri için hayvan beslemekten korktuklarını söylüyorlar. Bir şeyi kaybetme korkusunun ona sahip olma hissinden daha yoğun olması bence daha korkunç. Üzüntüm çok büyük olsa da geriye dönüp birlikte paylaştığımız anlara, duygulara bakınca kesinlikle buna değerdi.
Maço'yu bahçenin kenarına gömdük ama onun dostluğu ve sevgisi anılarımda hiç gömülmeyecek. Huzur içinde uyu güzel oğlum...
Kendime bir hedef koyduğum zaman çoğu kez kafamın içinde bir benlik oluşuyor. Kendine güveni tam, baskıcı değil ama hırslı ve belki de biraz ısrarcı biri olabilir. Hedeflerimi gerçekleştirmem için o kafamın içinde benimle konuşuyor, hatta bana kendi adımla sesleniyor, beni motive ediyor. "Şöyle yapmalısın Mert, ya da dayanmalısın Mert" gibi. Sanırım ortaokuldan beri orada ve gerektiğinde ortaya çıkıyor, aslında ona ihtiyacım olduğunda ben çağırıyorum demek daha doğru.
Tamamen bilinçli yaratılan ve ihtiyaç duyulduğunda aktive edilen bir otokontrol mekanizması. Tahmin ediyorum çoğu insanın zihninde farklı şekillerde vardır ama pek konuşulmuyor sanırım bu konuda. Kimisinin kafasındaki ses ölmüş büyükannesidir, kimisinin babası, kiminin bende olduğu gibi kendi hatta kiminin ki de tanrı veya allah.
Asıl kafamı kurcalayan bu yardımcı olan otokontrol mekanizmasını beynimiz nasıl oluşturuyor, onun karakterini nasıl belirliyor? Acaba o da bizimle birlikte büyüyüp gelişiyor mu yoksa aslında o bir duyguyu mu temsil ediyor? Kendi örneğimde; acaba ortaokuldaki hali ile bugünkü hali bir mi? Nasıl mutluluk duygusunun hissi değişmez, sadece mutlu olduğunuz şeyler değişir, işte kafamızda yarattığımız otokontrol mekanizması da bir bakıma his mi acaba? Belki de çevremizden farkında olmadan aldığımız bir tür enerjidir.