Mert Ulaş View RSS

Günlük
Hide details

Podcast player

This player allows you to view entire playlists of podcasts as opposed to single feeds




Stratejik Düşünme 27 Nov 2015 4:53 AM (9 years ago)

Rusya ile kritik zamanlar geçirdiğimiz şu günlerde "Stratejik Düşünme" hakkında bir yazı yazmak istedim. Bu yazıya ilham veren Ed Yong'un muhteşem TED konuşması oldu, bence konuşmanın tamamını mutlaka izleyin, benim yazımda değindiğim konu konuşmanın sadece giriş kısmı.  

Artemia (Tuz Karidesi)


Bu yan tarafta gördüğünüz canlı Artemia, tuz karidesi olarak da biliniyorlar. Yüksek bir besin değeri olduğu için yavru balıkların beslenmesinde çok değerli bir canlı yemdir (ha bir de flamingolar bunların tadına bayılır, aklınızda bulunsun) bu sebeple aşağıdaki fotoğraftaki gibi geniş yetiştirme tuzlu sularında üretimi yapılmaktadır. Bu canlı genelde sürüler halinde dolaşıyor, işte bu yüzden oldukça sosyal bir canlı olduğunu düşünebilirsiniz. Birlikten kuvvet doğar değil mi?


Aslında tam olarak değil!


Normalde bu canlı Trias devrinden beri (250 milyon yıldan beri) pek değişmemiş ve her ne kadar sürü halinde dolaşmayı seviyor gibi gözükse de aslında yalnız başına dolaşan bir canlı ve aslında tuzlu su tarlalarına bu kırmızı rengi veren canlının kendi rengi bile kırmızı değil, transparan, renksiz bir canlı aslında.

Peki neden asosyal bir canlı iken sosyalleşiyor ve bir de renk değiştiriyor?

Tapeworm - Cestoda (şerit asalak) ile tanışın!

Bizde tenya, asalak veya şerit solucanı olarak da bilinirler, insanlar ve çevremizdeki komplike hayvanlara kıyasla omurgasız oldukça basit canlılardır. Bu basit canlı temelinde bir parazittir ve bu asalaklar normalde suda kendi halinde dolaşan zavallı yalnız tuz karidesimizi kendine hedef belirler. Önce onun içine yerleşir, sonra vücudundaki besinleri sömürür, sonra onları hadım eder (ki üreme gibi şeylerle uğraşmasın), sonra onların yaşam ömrünü uzatır (kendi iyilikleri için mi?), sonra onların renklerini şeffaftan kırmızıya çevirir ve son olarak onların gruplar halinde dolaşmalarını sağlarlar.

Peki neden? Tamam vücudundaki besinleri sömürmesi ve hatta hadım etmesi de anlaşılabilir ama renklerini kırmızıya çevirip gruplar halinde onları sosyalleştirmenin manası ne?

Flamingo'yu tanımayan yoktur sanıyorum?

Gökyüzünün en zarif canlılarından, pembe renkleri, uzun bacak ve boyunları ile onları sürekli göllerden bişeyler yerken görürsünüz fotoğraflarda ve belgesellerde, işte görmesek de bayılarak yedikleri şey Artemia, bizim tuz karidesinden başkası değildir. Flamingolar peki Artemia'yı (tuz karidesini) eğer transparan ve tek başına dolaşıyor olsaydı fark edebilir miydi? Çok düşük bir ihtimal. Tapeworm tarafından vücudunun tüm kontrolü ele geçirilmiş tuz karidesi kırmızı ve gruplar halinde dolaşarak flamingoların dikkatini çekiyor ve bu sayede ona yem oluyorlar.

Peki ama hala çok mantıksız, sırf flamingoya yem olmak için bu kadar çaba niye?
diye soruyorsanız bu sorunun tek bir cevabı var;

Denizin altında yaşayan, gözle görülmeyecek büyüklükteki bu spesifik Tapeworm'un (şerit asalak paraziti) dünya üzerinde üreyebileceği tek uygun yer gökyüzünde uçan Flamingo'ların midesidir.

(Mühendislik seçip 100 kişilik sınıfta sadece 2-3 kız öğrenci ile birlikte üniversite öğretimini tamamlayan erkekler Tapeworm'un halinden iyi anlar)

İşte bu koşullar altında bu basit organizma bile "stratejik düşünme"de bize taş çıkartıyor, devamlılığını sağlamak, hedefe ulaşmak için her yolu kullanıyor ise bizim de başarıya ulaşmak için izlediğimiz stratejiyi (varsa) gözden geçirmemiz gerekir.

Tekrar gündeme, Türkiye-Rusya uçak krizine dönecek olursak, sizce Türkiye burada yukarıda anlatılan hangi canlıya daha çok benziyor, bir strateji izliyor mu? Yoksa masumca, başına geleceklerden habersiz suyun içinde tek başına dolaşıyor mu? 

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Bilişim Teknolojileri Zirvesi 2015 17 Nov 2015 11:26 AM (9 years ago)


İTÜ İşletme Mühendisliği Kulübü tarafından bu yıl 8. düzenlenecek Bilişim Teknolojileri Zirvesi 4-5 Aralık 2015 tarihlerinde İTÜ Maçka Yerleşkesinde yapılacak.

Etkinlik hakkında daha fazla bilgiye buradan ulaşabilirsiniz. Yurtdışındaki örneklerini aratmayacak güzel bir organizasyon olacağından eminim, bu tip etkinlikler sayesinde umuyorum Bilişim Teknolojileri'nde tüketici bir toplumdan ziyade üretici bir toplum haline dönüşebiliriz.





Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Aşık Veysel - Hiçbir Türlü Bulamadım Ben Beni 21 Mar 2013 10:04 AM (12 years ago)


Yıllarca aradım kendi kendimi
Hiçbir türlü bulamadım ben beni
Hayal mıyım rüya mı bilinmez
Hiçbir türlü bulamadım ben beni

İnsan mıyım mahluk muyum ot muyum
Ekilir biçilir bir nebat mıyım
Yoksa görünüşte bir sıfat mıyım
Hiçbir türlü bulamadım ben beni

Leyla mıyım Mecnun muyum çöl müyüm
Arı mıyım çiçek miyim bal mıyım
Köle miyim bir güzele kul muyum
Hiçbir türlü bulamadım ben beni

Varlığım yokluğum bir Veysel adım
Gök kubbede kalacaktır ses kadim
Elli üç yıl kendi kendim aradım
Hiçbir türlü bulamadım ben beni

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

İçimizdeki Ecce Homo'lar ölmesin! 6 Sep 2012 4:37 AM (12 years ago)


(Ecce Homo; latince, ingilizce çevirisi "Behold the Man", türkçeye sanırım "İşte bakın insan" olarak çevrilebilir. Pontius Pilate'nin İsa çarmıha gerilmeden önce dövülmüş, dikenli tellerle bağlanmış halini kalabalığa göstererek söylediği bu sözler daha sonra İsa'nın bu halini resmeden her türlü sanat eserine de bu tanımın verilmesine yol açmıştır)

Bugüne kadar kaçımız Elías García Martínez'in adlı İspanyol ressamın adını duymuştu? Peki ya onun İspanya'nın Zaragoza adlı küçük bir şehrin yakınlarında yer alan Sanctuary of Mercy kilisesindeki 19. yüzyılda yapılan Ecce Homo adlı duvar resmini? Pek fazla kişi olduğunu sanmıyorum taa ki bu duvar resmi Cecilia Giménez adlı 81 yaşındaki yerel bir kadın tarafından restore edilmeye çalışılıncaya kadar.




Muhtemelen bu resmi bir çok internet sitesinde veya haberlerde görmüşünüzdür. Her yerde tarihi bir restorasyon başarısızlığı olarak anılan bu duvar resmini restore etmeye çalışan Cecilia Giménez adlı 81 yaşındaki kadın maalesef medyanın yoğun ilgisinden dolayı evinden çıkamıyor, yeme güçlüğü çekiyor ve muhtemelen hayata küsmüş durumda. Şu anda şehir konseyi resmi bozduğu için kadına para cezası vermeyi düşünüyor. Halbuki kadın iyi niyetiyle, amatör ruhuyla, kilisesindeki yıpranmış bir resmi düzeltmeye çalışıyordu.

Bazıları bayan Cecilie'nin orjinal resmi bu kadar tahrip etmesinin ardında kötü bir niyet taşıdığını idda ediyor, dayanakları da şu; "bir insan bir resmi restore ederken ne kadar süre geçmesi gerekir ki batırdığını fark etsin? Hadi gözlerde batırdı, burunda batırdı artık ağzını da batırmaya girişmezsiniz"... Size bir resmi batırmak hakkında bir şey söylemem gerekirse, tıpkı kumar gibidir, bir resim yaparsınız, beğenirsiniz aklınızdan şurasını da şöyle yapsam çok güzel olur diye geçirirsiniz, sonra bakarsınız ki daha kötü olmuştur ama geri dönüş yoktur bir kere, e şurasını biraz değiştirsem şurasını böyle yapsam düzelir belki dediyseniz bir bakmışınız elinizde bir patates surat kalmış, insan yenilgiyi kolay kolay kabullenemez, hatta patates suratı bile beğenir hale gelirsiniz siz yaptığınız için... Bu sebeple ben içten anlıyorum Cecilia hanımın yaşadıklarını ve bence kesinlikle bir kasıt yoktur.



Yukarıdaki ilk resme ve son haline baktığımda ben kesinlikle bu ikisi aynı resim demezdim ama hikayeye bir de başka bir yönden bakmak gerekiyor bence; bugüne dek ben belki yüzlerce İsa'nın dikenlerle çarmıha gerilmesini konu alan resim görmüşümdür müzelerde ve internette. Bu konu artık o kadar çok işlendiği için bir yerden sonra hepsi aynı veya tekdüze geliyordu açıkçası ama düşünün 19. yüzyıl eserlerinin sergilendiği bir müzedesiniz, karşınıza birden bu restore edilmiş resmi görüyorsunuz, hatta bir tek bu olmasın İsa'nın yanında gene "insan-maymun-patates karışımı benzer tarzda şeylerin de resmedildiğini düşünün. Muhtemelen o müzede benim en çok ilgimi çekecek tablo o olurdu. Herkesin tek bir kopya çizdiği gerçekçi resimlerin yanında bu kadar "farklılaşabilmiş" bir tarz beni kesinlikle etkilerdi. Bu resim 19. yüzyılda resmedilmiş olsaydı, muhtemelen ressam idam edilir ve resim yakılırdı ama, diyelim ki günümüze kadar gelebilseydi bu resim, eminim ki çağının en yaratıcı resimlerinden biri olarak anılırdı.

Gene resmin ilk hali ve son haline baktığınızda aslında bu ikisinin iki farklı resim olarak değerlendirilmesi gerekiyor. İlkinde gözler yukarı bakıyor, sanki Tanrı ile konuşuyor "Tanrım kaderimde bu varsa kabulüm" dercesine, ikincisinde ise sanki gözler sağ arkaya kaymış, hani çarmıha gerilecek ama sanki aklı geride kalmış, acaba ütüyü fişte mi unuttum der gibi... Gene ilk resimde ağız yapısı mütevazi, hafif bir tebessüm gösteriyor, Tanrı'sına kavuşacağı için kaderini kabullenmiş bir ifadeyi yansıtırken, son halinde bariz bir dudak bükme, "uff çarmıha mı gerilecem bu da mı olacaktı" ifadesi var.

Anlatmak istediğim burada bayan Cecilia Giménez kesinlikle resmine kendinden duygular katmış, bu açıkça bir restorasyon olmaktan çıkıp bağımsız bir eser haline gelmiştir. Daha önceki ressamların eserlerinden ilham alarak yeni resimler oluşturan bir çok ünlü ressam var aşağıda görebileceğiniz gibi;



Neden bunu da aynı şekilde düşünemiyoruz? Doğruyu söylemek gerekirse bayan Cecilia'nın bu yeni eserinin eski esere oranla çok daha fazla ilgi gördüğü de yadsınamaz bir gerçek. Bence kesinlikle tekrar eski haline dönüştürülmemeli bu eser. Hatta ben bir müze yöneticisi olsam, hazır bu kadar ilgi çekmişken, ilk yapacağım iş ünlü eserlerin profesyonel reprodüksiyonlarını yaptırır, sonra onları kasten yıpranmış hale getirir ve bayan Cecilia'nın kapısında yalvarırdım bunları kendi tarzıyla restore etmesi için.

81 yaşındaki iyi niyetli bir kadını hayata küstürmenin ne manası var? Bırakalım herkes içindeki Ecce Homo'ları özgürce resmetsin, içimizdeki Ecco Homo'lar ölmesin!

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Kral Çıplak 4 Sep 2012 11:27 PM (12 years ago)

 Kral yeni elbiseleri ile saraydan çıkıp dışarıda tören için toplanan halkın önüne çıkmış tüm edasıyla kırmızı halıda yürüyerek, töreni izlemeye gelen halk kralı çıplak görünce çok şaşırmışlar ama hiçbiri idam riskini göze alıp birşey diyememiş. Sonra kalabalıktan küçük bir kız çocuğu haykırmış;

-"Kral çıplak!"


Size de sanki dışarıda savaş var gibi gelmiyor mu, üstelik tek bir savaşta değil her yönden bir çok savaş;



Bu liste daha uzar gider ve bu savaşlarda kim haklı taraf kim haksız taraf tartışmalarını da boş verelim ama kimse alenen dışarıda bir savaş var diyemiyor, ne devletten, ne medyadan, ne de halktan küçük bir kız çocuğu çıkıp da bu ülkede savaş var diyemiyor. 


Tıpta bir hastalıkla savaşırken önce o hastalığın tanımı konulur, adı konulur, ondan sonra nasıl mücadele edilebilir o tartışılır. Biz ise kötü ve hasta hissediyoruz ama bugünü de sağ çıkardık bir şekilde, yarın ola hayrola deyip geçiriyoruz günleri... 

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Ölmek var özür dilemek yok! 23 Jul 2012 5:03 AM (12 years ago)

Bazen şaşırıyorum, acaba bir insan / firma hata yaptığında ceza olarak şeriat kuralları mı geçerli oluyor, elini kolunu mu kesiyorlar hata yapan insanının ya da iş yerinde müdürleri dayak mı atıyor çalışanına Türkiye'mde diye... Başka türlü hatayı bu kadar kabul etmemek, özür dilememek için 40 takla atmaya anlam veremiyorum çünkü...

Geçen gün yeni aldığım telefonda bir arıza çıktı, garanti kapsamında teknik servise götürdüm, cihazı bıraktım, görevli memura sordum

"Faturası da gerekiyor mu?" diye çünkü yanımda getirmişim.
"Yok efendim gerekmiyor, bilgisayar üzerinden görebiliyoruz" dedi
"E iyi ne güzel sistem gelişmiş" dedim içimden

Ofise döndüm akşam üzeri telefon, beyefendi teknik servisten arıyoruz, arızaya bıraktığınız ürün için faturasını da ibraz etmeniz gerekiyor aksi halde işlem yapamıyoruz diye... İşlem yapamıyorsan bende nasıl teknik servis kağıdı var?

Bugün gene gittim,

"Bakın geçen faturayla gelmiştim, bana faturaya gerek olmadığını söylediniz, aradan 3 saat geçti faturayı da getirin" dediniz
"Evet beyefendi bazı işlemler için fatura gerekebiliyor çünkü"
"E madem gerekebiliyor, yanımda getirdiğimde alsanız beni 2 defa yorrmasaydınız daha mantıklı olmaz mıydı?"
"E biz bilemiyoruz hangi arıza için gerekebileceğini"
"Bilmiyorsanız en garantisi en baştan ne olur ne olmaz diye almak değil mi?"
"Tamam şimdi aldık, biz size haber vereceğiz"

Özür yok, bana sadece kusura bakmayın bir hata olmuş sizi iki kere yormak zorunda kaldık dese konu kapanacak ama sanırım özür dileyince ya elini kesiyorlar, ya da dayak atıyorlar iş yerinde. Belki de erkek adam ağlamaz mantığı gibi bir kavram işlemiş kurumsal kanımıza, bizim şirketimiz özür dilemez, altta kalmaz.

 Bir diğer örnek de ünlü yabancı bir kargo firmasının gümrük departmanından, bana gelen ürünlerin yanına ürün tiplerimi yazmam isteniyor, bu sebeple bana gelen faturayı gönderiyorlar e-posta ile, e-postayı açtığımda bakıyorum ki bana bir ay önce gelen ürünleri faturası, mail atıyorum yanlış faturayı göndermişsiniz diye cevap yok.

Bugün arıyorum, karşımdaki temsilci;

"Mert Bey ben size UPS firmasından gelen faturayı yönlendirdim, başka bir fatura yok" diyor sonra da ekliyor "Ne yapalım ürünleri geri mi gönderelim?"

"Bakın siz bana doğru ürünlere ait faturayı göndermediniz, bana attığınız faturada ki ürünler çoktan elime ulaştı, neyi geri göndereceksiniz, lütfen bir daha bakın lütfen"

"Şu anda size gönderdiğim faturayı bulamıyorum Mert Bey"

"Ben size e-posta ile göndermiştim, bu fatura yanlış diye"

"E-postanız bana ulaşmadı Mert Bey"

"O zaman lütfen faturayı tekrar bana gönderebilir misiniz?"

"O zaman ben isterseniz faturayı size tekrar e-posta ile atayım"


"Evet.... lütfen"


Ben de hata yapıyorum, bazen bir e-postaya yanlış ek koyabiliyorum ama hiç bir zaman kontrol etmeden kendimden emin konuşmuyorum. "Kusura bakmayın yanlış ek göndermiş olabilirim, hemen kontrol ediyorum" demek bu kadar zor mu? 


Hata yapmak da özür dilemek de tanrısal şeyler değil, insanlar için hepsi... Dediğim gibi kesin biz Türkler zamanında hata yapıp özür dileyenlerin ya başına kakmışız sürekli hatalarını ya da ellerini kollarını kesmişiz herhalde, öyle bir işlemiş ki özür dilemektense 40 takla 3 parende atarız daha iyi. Ölmek var özür dilemek yok.



Not: Yukarıdaki fotoğrafta ise geçen sene Nisan ayında Sony'nin 3 en üst düzey yöneticisi Playstation Network sisteminde gerçekleşen veri hırsızlığı sonucu özür dilerken görülüyor, hala kolları elleri yerinde, hiç dayak da yemediler.

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Bomba uzmanı ve teyze 27 Mar 2012 2:47 AM (13 years ago)

Bu fotoğraf karesinin ödül alması gerekir; içinde bomba olmasından kuşkulanılan otoyol kenarına bırakılmış bir buzdolabını özel kıyafetli bomba uzmanı incelerken 2 adım yanından bir elinde elektrik süpürgesi, bir elinde çarşı torbası taşıyan teyze geçiyor. Herşey güvenliğimiz için.


Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Into The Wild 18 Mar 2012 1:05 PM (13 years ago)

Bu gece aklıma geldi bu film, bir ara tekrar izlemek istedim...

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

180 derece, lider olmak böyle birşey 23 Nov 2011 3:59 AM (13 years ago)


Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Arkadaşım rica etsem bir iter misin? 1 Nov 2011 9:33 AM (13 years ago)


Arkadaşım rica etsem bir iter misin? Teknoloji ne kadar gelişse de arkadaşın yerini tutamıyor tabii ki...

Orjinal haber için bakınız...

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Açık kaynaklı yaşam için ilk adımlar 11 Aug 2011 10:18 AM (13 years ago)



Marcin Jakubowski: Uygarlık için Açık Kaynaklı Projeler

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Şüpheli bir durum yok, dağılın 18 Jul 2011 9:51 PM (13 years ago)

İngiltere'de patlayan telekulak skandalında skandalın ortaya çıkmasına yol açan ve kapatılan "News of the World" gazetesinde eski magazin muhabiri Sean Hoare çalıştığı gazetesinin sıklıkla telefonları yasadışı olarak dinlendiğini itiraf etmişti, bunun üzerine polisin gözaltına aldığı Sean kefaletle serbest bırakılıyor ve serbest bırakıldıktan kısa bir süre sonra ise dün polise gelen ihbar ile evine gidiliyor ve ölü olarak bulunuyor.

Polisin yaptığı açıklama;
''Ölüm sebebi şimdilik belirsiz, ancak şüpheli bir ölüm olduğunu düşünmüyoruz''

Adamın yaptığı itiraf yüzünden İngiltere'nin 168 yıllık en eski gazetelerden biri kapatılıyor, milyarder işadamı Murdoch inanılmaz bir maddi bir zarar görüyor, kredibilitesi çöküyor tüm gazetelere sayfa sayfa özür dilerim diye ilan geçiyor, bir hafta sonra itirafçı, yani tüm bunlara sebebiyet veren adam, evinde ölü bulunuyor ama "şüpheli" bir şey yok.

Aslında bu olayın İngiltere'de olması beni sevindirdi, en azından gelişmiş bir ülke yani sadece Türkiye'de insanlar aptal yerine konmuyor dünyanın neresine gitseniz aynı çark dönüyor diye avutabilir insan kendini.

Ha ama hala İngiltere ile aramızda gözardı edilemiyecek bir fark var, orada telekulak skandalı sebebiyle 168 yıllık gazete kapanıyor, insanlar hapse atılıyor sırf bazı kişilerin özel yaşamlarına izinsiz müdahale edildiği için. Bizim burada ise "seçim meydanlarından daha piyasaya çıkmamış ama yakında çıkacak ve özel yaşamı tüm çıplaklığı ile ortaya seren yeni kasetlerin havadislerini veriyor" politikacılarımız. Gizli telekulaklar, gizli video kameralar için soruşturma mı? Şüpheli bir durum yok arkadaşlar, dağılın...

E olsun o kadar fark, burası Türkiye.

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

İtalya da nükleer enerjiye HAYIR dedi... 13 Jun 2011 9:37 PM (13 years ago)

Türkiye'de nükleer enerji santralleri hala politikacıların ve rantçıların iştahını kabartırken İtalya'da halk referandumda konuştu ve nükleer enerjiye hayır dedi.

Şu anda Avusturalya, Avusturya, Danimarka, Yunanistan, İrlanda, Latvia, Luxembourg, Malta, Portekiz, İsrail, Malezya, Yeni Zellanda, Norveç, Almanya, İsviçre ve son olarak İtalya gibi ülkeler nükleer enerjiye HAYIR diyor... (1)

Hemen yarın Türkiye'de bir referandum yapılsa %50'den fazlası "Evet" der bence... Yeni patlayan Fukuşima'ya aldırmadan evet çıkar, hatta zamanında içtikleri radrasyonlu çayları düşünmeden, kanserden kaybettikleri yakınlarının neden kanser olduğunu düşünmeden en fazla "Evet" de Karadeniz'den gelir bence.


Evet diyeceklerin arasında "nükleer teknoloji ve nükleer savaş" meraklıları vardır;

Derler ki "Türkiye'nin nükleer teknoloji ile mutlaka tanışması lazım, bu nükleer enerji santralleri bizim de nükleer silahı olan ülkeler kervanına katılmamız için bir fırsat olacaktır" 

Türkiye'de 5 MW'lık TR-2 araştırma reaktörü var, Türk Atom Enerjisi Kurumu var, teknolojiyi çok merak ediyorsan bu kurumlara yatırım yap, ödenek ayır. Ama yok zanneder ki elin Rus'larına, Kore'lilerine, Japon'larına nükleer enerji santrali yaptırınca bu teknolojiyi sana altın tepside sunuyorlar, bundan silah yapman için sana yol gösteriyorlar... Bunlar zanneder ki uranyum zenginleştirmesini dünyadaki diğer büyük ülkelere çaktırmadan yapıp silah üretebileceğiz, bunlar zanneder ki geleceğin savaşları nükleer silahlar ile olacak...

Evet diyeceklerin bazıları da enerji bağımlılığından dem vuracaktır;

Derler ki "Petrol bağımlılığından kurtulmak için nükleer enerji şart"

Nerdeyse hiç petrol üretimi bulunmayan (Tükettiğinin %10'undan az üreten) ülkelerden Almanya günde 2,862,000 baril petrol tüketiyor, gene neredeyse hiç petrol üretimi bulunmayan İtalya günde 1,911,000 baril tüketirken ve bu ülkeler buna rağmen nükleer enerjiye hayır diyebiliyorken Almanya ve İtalya'ya göre çok daha az, günde 734,600 baril tüketen Türkiye'nin (2) petrol bağımlılığından kurtulmak için nükleer enerjiye ihtiyacı varmış... Almanya ve İtalya geri zekalı çünkü onlar hiç anlamıyor bu enerji bağımlılığı işlerinden değil mi? Almanya ve İtalya gibi Avrupa'nın en çok üreten iki ülkesi, Avrupa'nın en çok enerji ihtiyacı olan iki ülkesi, nükleer enerjiye sırtını dönebiliyor, onlar alternatif enerji kaynaklarına göre geleceğini planlarken biz neden hala nükleer diyoruz biliyor musunuz?

Çünkü alternatif enerjide henüz bir rant oluşmadı, çünkü bizim halkımızın geleceği Almanya'daki Hans'ın, İtalya'da ki Luca'nın geleceği kadar önemli değil...

Ne diyelim "patlarsa ekime patlamazsa atomun köküne kadar nükleer"...

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

"Zaman"e gazeteciliği 21 Apr 2011 11:31 PM (13 years ago)

Zaman gazetesi bugün internet sitesinde yayınlanan gündem başlıklarından biri olan ve buradan ulaşılabilecek haberin başlığı:

Büyük puntolarla " Öldürülen teröristlerin okuduğu kitap"

Teröristler Hanefi Avcı'nın "Haliç'te yaşayan simonlar" kitabını okuyorlarmış.

Ha bu arada teröristler çıkan çatışmada öldürülmüş, şu silahlar bulunmuş, teröristlerin planları şunlarmış, jandarma şöyle başarılı bir operasyon yapmış, şöyle yakalanmışlar vs... bunlar başlık olacak kadar önemli değil.

Önemli olan kitap, o kitabı teröristler okuyor. Teröristin başucu kitabı hatta belki de terörist olmasına teşvik eden o yegane kitap. Mesaj bu.

Peki ya teröristin üzerinden Kur'an çıksaydı ? "Yerse aynı manşeti koy"...

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Uçan dairenin duvarına Kur'an asmak 21 Apr 2011 10:53 PM (13 years ago)

 

Nasıl bir hayal gücüdür bu... İmla hataları olmasa kurgu bir karakter dersin. Haberin ve yorumun orjinaline buradan ulaşabilirsiniz.

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Aygaz tüpü ile değil nükleer enerjiyle demlensin çaylar 15 Mar 2011 11:37 PM (14 years ago)

Yıl 1986

Çernobil Faciası sonucunda yayılan radrasyon ülkemizde özellikle Karadeniz kıyılarını vurmuş. Uzman ekipler o dönem Karadeniz'de yetişen çayda kilogram başına 10 bin ton bekörel oranında radyasyon tespit etti ve imha edilmeli dediler.

Dönemin Sanayi ve Ticaret Bakanı "Cahit Aral"
- Biraz radrasyon iyidir
diyerek kameralar önünde çay içti

Dönemin Başbakanı "Turgut Özal"
- Radyoaktif çay daha lezzetlidir

Dönemin Cumhurbaşkanı "Kenan Evren"
- Radrasyon kemiklere yararlıdır

Bu dönemden sonra Karadeniz'de kanser vakalarında yıllar içinde inanılmaz bir artış kaydediliyor.

Yıl 2011

Japonya Fukuşima santralindeki facia sonucunda tüm dünyada nükleer enerji tartışılıyor.

Almanya -1980'den önce kurulan 7 santralin 3 ay için kapatılacağını açıkladı.
İsviçre - İsviçre hükümeti güvenliğin ana öncelik olduğunu açıklayarak ülkedeki nükleer santral planlarını askıya aldığını duyurdu.
Fransa - Aktif 58 nükleer reaktöre sahip Fransa'da Yeşiller Partisi, Japonya depremi sonrasında nükleer enerjiden vazgeçilmesi için kampanya başlattı.

Türkiye - Rusya'nın Türkiye topraklarında enerji satın alım garantili "Rusya'ya ait" santralin kurulması anlaşmasına haftalar kaldı duramayız diyor. Zamanında Çernobil nükleer santralini inşa eden Rusya'dan güvence istiyor, Rusya Devlet Başkanı sözlü olarak teminatını veriyor kameralara gülümseyerek.

Dönemin Başbakanı "Recep Tayyip Erdoğan"

-  Aygaz tüpü de riskli, geri adım atmayız

Aradan 25 yıl geçmiş, çeyrek asır, bu zamanda Türkiye çok gelişmişmiş, bir varmış bir yokmuş....

Biz de ne diyelim, aygaz tüpüyle çok çay demledik, biraz da Rusya'nın nükleer enerjisi ile demleyelim çayları...

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Nereye gideceksin? 5 Mar 2011 4:37 AM (14 years ago)

Şehirdesin, trafik ile boğuşuyorsun, kalabalıktan nefes almak bile zor geliyor, her köşede bir tiyatro oynanıyor daha çok para kazanablmek için... İşte öyle zamanlarda "neyse şimdi bu hayata katlanırım sonra da belki emeklilik günlerinde Anadolu'da küçük bir kasabaya yerleşirim" hayalini kuruyorsun, gerçek olur olmaz ama en azından hayalini kurabiliyorsun... Peki ya o hayal bile suya gömülürse? O zaman nereye gideceksin, nasıl hayal kuracaksın?

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Verilmeyen hizmetin vergisi, sıfır alışveriş bir fiş 13 Nov 2010 11:26 AM (14 years ago)

Geçenlerde numaramı başka bir operatöre taşımıştım, eski operatörümden son olarak aşağıdaki fatura geldi.


Konuşma ücreti, aylık ücret hepsi "0" ama devlete hala borçlu çıkmışız. Devlet verilmeyen hizmetin vergisini almaya başlayınca böyle garip faturalar çıkıyor ortaya...


 

Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

Kader kısmet işleri 13 Oct 2010 10:51 PM (14 years ago)

Zonguldak'ta ölen madenciler ile Şili'de kurtulan madencilerin farkını sorguluyor belki de bu aralar bir çok kişi. Belki kimileri hala iddia edecek kurtulmak Şili'li madencilerin "kader"iymiş diye gözümüze baka baka... Kimileri diyecek ki "Biz daha iyiyiz, biz 3 günde çıkarırdık". Hem de iki madencimizin cesetleri hala madende çürürken diyecekler bunu...

Şili ile Türkiye arasındaki farklara bakalım;


  • Şili'de madende göçük oluşur oluşmaz belki bir yaşayan vardır diye teknolojinin tüm imkanlarını kullanarak yerin 700 metre altındaki madencileri tespit ediyorlar. Zonguldak'ta nasıl araştırıldı?



  • Madencileri en kısa zamanda nasıl çıkarırız diye yerli yabancı yüzlerce mühendis kafa patlattı. Zonguldak'ta ki taşeron firmada kaç mühendis doğru düzgün çalışıyordu?



  • Şili'deki madencileri çıkarmak için belki milyonlarca dolar harcandı, sadece 33 can için, "kader"leri ölüm olmasın diye. Türkiye'de madendeki kaza ile ilgili teknik rapor yayınlandı, suç oranları belirtildi. Peki sonuç ne oldu? Soru en sonunda şu noktaya geliyor, bizim ülkemizde 33 cana biçilen değer nedir?



  • Şili'de 700 metreden 33 madenciyi canlı çıkarıyorlar, Türkiye'de 500 metredeki 2 madencinin cesedi aradan kaç ay geçmesine rağmen bulunamadı.



  • Şili'de bakan diyor ki, bu madende daha önce de kaza olmuştu, bu olaydan sonra bu madeni kapatacağız, bizde madende can pazarı yaşanıyor, ertesi yıl tekrar faal maden, sadece fazladan bir iki işçi sağlığı-güvenliği tabelası asılmış olarak.


    • İşte kader ile ölüm arasındaki farklar bunlar. Engellenebilecek, önlenebilecek hiçbir ölüm kimsenin kaderi değildir, olamaz. Bu ancak "kaderci" kafaların ürettikleri bahanelerdir. Maalesef Türkiye'nin tek kadersizliği var o da "kader - kısmet"çi zihniyetlerin eylemsizliğidir.

    Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

    Yunusların Gözyaşları 14 Sep 2010 9:58 PM (14 years ago)



    2010 yılı Türkiye'de Japon yılı olarak kutlanıyor. Bu kapsamda Japon kültürünü ve Japonya'yı tanıtan bir çok etkinlik var Japonya Büyükelçiliği tarafından desteklenen.

    Ne yazık ki 2010'da Japonya ismini Türkiye'ye ve dünyaya çok daha farklı bir şekilde, Japonya ve insanlık açısından kötü bir şekilde duyurdu.

    2009 yapımı The Cove adlı belgesel ülkemizde 4 Haziran2010'da "Koy" adıyla gösterime girdi. Bu belgesel kısaca eski yunus eğitmeni Ric O'Barry'nin bir grup aktivist ile Japonya'nın Taiji şehrinde her yıl tekrar eden yunus balığı katliamını durdurmak için bu katliamı gizli kamera ile kayıt altına almalarını konu alıyor. Koy belgeseli dünya çapında çeşitli festivallerden bir çok ödül kazandı. Bu belgesel NTV'de Yeşil Ekran kuşağında da yakın zamanda yayınlandı. Gerçekten etkileyici olan bu belgeseli izlemenizi tavsiye ederim.

    Bugün ntvmsnbc'de ki habere göre yunus katliamının yeniden başladığını okudum ve bu katliamın durdurulması ve yunusların insanları eğlendirip para kazanmak uğruna gösteri merkezlerinde hapsedilip stres altında  hapsedilmesine engel olmak için neler yapabilirim diye düşündüm ve başlangıç olarak daha fazla insanı bilgilendirebilirim diye düşünerek bu blog yazısını yazmaya karar verdim.

    Bunun dışında Türkiye'de Doğa Derneği tutsak tutulan yunuslar için imza kampanyası başlatmış. Kampanya sayfasında yer alan hazır metni japon büyükelçisi Nobuaki Tanaka'ya eposta atabilirsinizBu kampanyaya katılarak da umuyorum sesimizi daha fazla duyurabiliriz.


    Live grubundan "Dolphins Cry" şarkısı bu yazıyı bitirmek için uygun olur sanırım.

    Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

    Yeni Hayat 25 Dec 2009 5:09 AM (15 years ago)

    Uzun zamandır bir yazı yazamıyordum günlüğe, bunun sebebi sanırım hayatımdaki büyük değişikliğe hazırlık döneminin yoğunluğu ve sanırım bu süreçte pek de yazma ihtiyacı hissetmemiş olmam.

    21 Kasım'da eşimle beraber yeni bir hayata başladık. Yoğun bir hazırlık sürecinden sonra sonunda evlendik, evlenme hazırlıkları özellikle iki taraf da çalışıyorsa oldukça yorucu olabiliyor çünkü işten arta kalan az zamanı çok iyi değerlendirmek gerekiyor.

    Yeni bir ev, yeni eşyalar, hayatımı paylaşacağım eşim... kısaca yeni bir hayat.

    Bu arada 6 aydır İstanbul metrosunun ve Marmaray'ın trenlerini üreten Hyundai-Rotem firmasında sinyalizasyon mühendisi olarak çalışıyorum. Demiryollarında sinyalizasyon'u kısaca yolcuların güvenli bir şekilde seyahat edebilmesi için tren ve hat üstü ekipmanlar arasında kurulan sistem diye özetleyebilirim sanırım. Neyse bizim araçlar sayesinde yakın zamanda özellikle iş çıkışı saatlerinde yaşanan yolcu sıkışıklığının çözüleceği müjdesini verebilirim. Belki sinyalizasyon ve yaptığım işlerle ilgili ayrı bir internet günlüğü veya sayfası hazırlayabilirim. Şimdilik vakit bulabilir miyim bilmiyorum ama zaman ayırmaya çalışacağım.

    Bir de tekrar dayı oldum, Alp çok sevimli bir bebek. Oldukça sessiz ve düzenli uyuyan bebeklerden. Şimdilik Deniz abisi hala kıskanıyor onu ama zamanla güzel bir abi-kardeş bağı kuracaklarına eminim.

    Yazamadığım 6 ay boyunca hayatımda ki değişiklikleri böyle özetleyebilirim sanırım. Halimden oldukça memnunum umarım böyle devam eder.

    Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

    Yuva belgeseli 14 Jun 2009 1:13 PM (15 years ago)

    Geçen hafta kaçırdığım yuva belgeselinin tekrarını NTV'de bu gece seyrettim. Dünyaya genel bir bakış olarak çok yardımcıydı ve şu an yaşadığımız dünyada ben ve bu yazıyı okuyabilen insanların aslında dünyanın ne kadar şanslı ve elit bir kısmını oluşturduğumuzu dehşet içinde izledim. Belgeseli izlerken aslında dünyanın şu anda geçici bir lale devrinden geçtiğini, şu ana dek birikmiş dünya mirasımızdan yediğimiz için bu hızlı gelişmelerin gerçeklştiğini daha iyi anlıyor insan. Dünyanın sınırlı kaynağının sonu geldiğinde ve dünyadaki ekosistemin bozulması sonucunda yaşanacak göç, açlık ve kuraklık dalgalarının getireceği sorunlar ise gerçekten inanılmaz boyutlarda.


    Belgesel gerçekleri yansıtmasının yanında (veya sonucu olarak) oldukça karamsar aslında, belgeselin son beş dakikasında "hala umut var" düşüncesini biraz olsun yaymaya çalışsalar da belgeselin geneline oranla bu bölüm oldukça sönük kalıyor. Karşılacaşacağımız sorunlar hakkında oldukça çarpıcı olan belgeselin, çözüm önerileri konusunda daha bilgilendirici olmasını beklerdim aslında. Ben inanıyorum ki dünyanın sonunu getirecek şey insanların içindeki umudun yokolmasıdır. Eğer dünyaya iki gün sonra engellenemez bir meteorun çarpacağını bilseydik kaçımız ertesi gün işe giderdik? Aslında genç nesillerin daha savurgan, önemsemez olmasının sebeplerinden biri de bu bence, geleceğe dair umutları yok. Şu anki güç savaşları ve anlık kazançlara yönelik dünya düzenine dair haklı olarak bir güvenleri ya da bu sistemin değişeceğine dair bir umutları yok. Bu umutları canlı tutabilmek bence önümüzdeki yıllar için en büyük sorunlardan biri olabilir. Aslında bu tür belgeseller ilköğretim ve lise dönemi çocuklar için dünyanın içinde bulunduğu durumu anlamaları açısından oldukça faydalı olurlardı, tabii biraz daha umut dolu olmaları ve bu çocukların birşeyleri değiştirebileceklerini inandırmaları şartıyla. Keşke her ilkokul ve lisede haftada bir saat de olsa bir belgesel saati düzenlense...

    Bu arada belgeseli seyrettikten sonra duşa girdim, belgeselde bahsedilen dünya su kaynaklarının tükenmesinin de etkisiyle aklıma küçük bir fikir geldi. Çoğumuz duşa girdiğimizde sıcak suyu açarız ve bir süre akıp giden suyun yeterli sıcaklığa ulaşmasını bekleriz. İşte bu süre zarfında belki de 1 litre su boşu boşuna akar. Bunu engellemek aslında kolay olabilir ve insanların duş alma sayısını düşünürsek toplamda büyük bir israfın önüne geçilebilir. Şöyle bir çözüm düşündüm;

    Her duş başlığının içine küçük bir termostat yerleştirilir, siz termostatı ayarlayarak istediğiniz su sıcaklık değerini girersiniz, daha sonra musluktan suyu açtığınızda duş başlığı hemen su çıkışına izin vermez, termostatın sudan aldığı sıcaklık değeri sizin istediğiniz değere ulaşana dek su duş başlığının içinde devir daim olur, termostat ne zaman istenilen sıcaklığa ulaşıldığını bildirirse o zaman duş başlığından su çıkışına izin verilir. Bu sistem tabiki duş başlığından önce duş bataryasına da uygulanbilir ama duş başlıkları değişebilir, modüler sistemler oldukları için bu şekilde eski tüm mevcut bataryalara uyum sağlanır.

    Bunun dışında en az yarım saat banyoda kalan ben bu duşumu 7 dakika gibi bir sürede tamamladım. Bir de belgeseli izledkten sonra et tüketimimi azaltma kararı aldım. Öldürülmek için "üretilen" hayvanlar, bu hayvanları beslemek için boşa üretilen tahıllar ve bu tahılların yetişebilmesi için ormanları keserek kuraklaştırılan topraklar ve tüm bu işlemler için harcanan su ve enerji miktarı düşünüldüğünde bence her insanın alması gereken bir karar. Ha bu arada McDonalds'da 3 katlı hamburger çıkmış, Burger King ise kat çıkmamış ama et gramajını arttırmış... Ne güzel, ne güzel.

    Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

    Gerilla pazarlama fikri 7 Jun 2009 11:37 AM (15 years ago)

    Bu sabah duştayken aklıma gelen bir fikir... Aslında pazarlamayı pek sevmem ve neden aklıma pazarlama fikirleri geliyor bilmiyorum ya neyse.

    Aslında bir tür hedef kitleye yönelik gerilla pazarlama oyunu diyebiliriz. Bir firma sosyal reklamını yapmak istediği bir ürün için bir oyun düzenliyor, oyunun amacı firmanın kiraladığı bir kişiyi bir alan içinde bulmak. Bulanlara hediye çeki veriliyor. Bulunacak kişi hakkında ise çok az şey söyleniyor. Bulunması istenen kişi muhtemelen firmanın hedef kitlesine uygun biri olacak ve onu bulmak için ona ürünün sloganını söylemeniz gerekiyor. Daha kolay anlatmak için bir örnek vereyim;


    Bir konser alanı, firma önceden tanıtımını yaptığı deodarant ürünü için bir slogan belirlemiş ve bulunmasını istediği kişinin bu konser alanında olduğunu, bir kadın olduğunu, 25-35 yaşlarında olduğunu (ve bunun gibi hedef kitleye yönelik bir kaç ipucu veriyor) Onu bulmak için o kişi olduğunu sandığınız kişinin yanına gidip ürünün sloganını söylüyorsunuz. Hiçbirşey anlamamış gibi görünüyorsa o değil demektir, size gizlice bir hediye çeki uzatıyorsa buldunuz demektir. Böylelikle o belirlenen kişiyi bulmak için birçok kişi tanımadıkları kişilere ürünün sloganını yaymış olacaklar ve ürünün bilinirliği artacak.

    Gerçi insanlar için biraz rahatsız edici olabilir, tanımadıkları insanların gelip kendilerine alakasız şeyler söylemesi ama küçük konser alanı gibi yerlerde sanırım bu hoş karşılanabilir.

    Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

    Bir dostu kaybetmek 24 May 2009 4:04 AM (15 years ago)

    On beş yıldır benimle birlikteydi, onu ilk gördüğümde o 1.5 aylık, ben ise 13 yaşındaydım. Onu aldıktan bir kaç gün sonra hasta olduğunu farketmiştik, kanlı ishal teşhisi konmuştu ve bu yavru köpekler için ölümcül bir hastalıktır. Onu aldığımız yere geri vermeyi düşünmüştük ama geri verdiğimizde onunla ilgilenilmeyeceğini ve ölebileceğini düşündüğümüz için onu hayvan hastanesine götürdük, orada bir kaç gün seruma bağlandı, güçlü bir köpek olduğunu o zamandan kanıtlamıştı ve bu hastalıktan kurtuldu.

    Yavruyken küçücük vücuduna oranla büyük kafasını öne doğru eğip alttan alttan sert(!) bakışlar attığı için babam ona "Maço" adını koydu. Kısa sürede ailenin bir üyesi olmuştu. Zorlu geçen ergenlik dönemimdeki en yakın arkadaşımdı. Karşılıksız yaptığı sevgi gösterileri sonunda hiç hayvan sevmeyen insanları bile kendine bağlıyordu. Hiç şımarık bir köpek olmadı, her zaman asil, onurlu ve güçlüydü.

    Hayatı boyunca bir çok şey atlattı. Bir araba ona çarpıp kaçtığında bacağı kırıldı, yanlış kaynadı ama gene de koşmaya devam etti. Haftasonu tatilinde gittiğimiz yazlığımızda bir gün boyunca kayboldu ve biz o pazar gecesi İstanbul'a dönmek zorundaydık. Pazartesi sabahı yazlıktan komşumuz onu kapısının önünde beklerken bulmuş, bizi bulamadığı için komşumuzun kapısında beklemiş. Bir hafta boyunca kaçırılmıştı, daha sonra kaçıranlar onu aradığımızı farkedip utanınca onu geri iade etmişlerdi. 8 yaşından beri bir gözünde katarakt oluştu, 10 yaşından beri iki gözü de tamamiyle kör olarak, sadece koku duyusuyla yönünü buldu. Son zamanlarında ise kalbi büyümeye devam ettiğinden ciğerini sıkıştırıyor ve nefes almasını zorlaştırıyordu. Heyecanlanmaması gerektiği halde benim kokumu duyduğunda yere yatıp kendini sevdiriyor, gıdıklatıyordu. Sanırım bunu hep kendi görevi gibi gördü. Sevmek ve sevdirmek...

    20 Mayıs Çarşamba günü sabahı onu bahçemizdeki ağacın önünde başı yukarı doğru kasılmış olarak gördüm, dili yandan sarkmış, salyaları akıyordu. Bir krize girmişti, nefes alamadığı için boynunu hep yukarıda tutuyordu. Hemen veterinere götürdüm, veterinere gitmeyi hiç sevmezdi, orada çok huzursuz olurdu. Veterinerde serum verildi, oksijen verildi, kortizon iğnesi yapıldı. Veteriner hekim sonunda ötenazi yapılmasını önerdi. Daha önce de ben Amerika'dayken böyle bir krize girmiş ve veteriner anneme de aynı şekilde önermişti ama annem bu kararı alamamıştı ve evde bahçesine geri getirmişti Maço'yu, o da mucizevi bir şekilde iyileşmiş ve 1.5 yıl daha yaşamıştı. İçimde hala yaşayabileceğini ümit ediyordum ve bu kararı da veremezdim ama acı çekmesini de istemedim. Eğer ölücekse de evinde kendi bahçesinde ölmesini tercih ederim dedim kendime çünkü veterinerden ne kadar korktuğunu biliyordum. Veteriner şu an zaten komada olduğu için acı çekmediğini, kortizon iğnesinin onu rahatlattığını söyledi. Veterinere dedim ki eğer acı çekmeye başlarsa size telefon açarım iğneyle gelirsiniz.

    Onu bahçede en sevdiği köşesine yatırdım, zar zor nefes almaya devam ediyordu. Başını okşuyordum. Sonra bir on, on beş saniye inlemeye başladı. Aklımdan o kararı vermeye çalışıyordum o anda, veterinere telefon açmalı mıyım diye... İşte o anda son nefesini verdi Maço, doğal yollardan öldü. Veteriner çok acı çekmediğini söyledi. Ölmeden önceki 15 saniyelik süre hariç hiç inlememişti gerçekten de...

    Bazı insanlar çok bağlanacaklarından korktukları ve öldüklerinde çok üzüleceklerini düşündükleri için hayvan beslemekten korktuklarını söylüyorlar. Bir şeyi kaybetme korkusunun ona sahip olma hissinden daha yoğun olması bence daha korkunç. Üzüntüm çok büyük olsa da geriye dönüp birlikte paylaştığımız anlara, duygulara bakınca kesinlikle buna değerdi.

    Maço'yu bahçenin kenarına gömdük ama onun dostluğu ve sevgisi anılarımda hiç gömülmeyecek. Huzur içinde uyu güzel oğlum...

    Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?

    Otokontrol Hissi 12 May 2009 8:35 PM (15 years ago)

    Kendime bir hedef koyduğum zaman çoğu kez kafamın içinde bir benlik oluşuyor. Kendine güveni tam, baskıcı değil ama hırslı ve belki de biraz ısrarcı biri olabilir. Hedeflerimi gerçekleştirmem için o kafamın içinde benimle konuşuyor, hatta bana kendi adımla sesleniyor, beni motive ediyor. "Şöyle yapmalısın Mert, ya da dayanmalısın Mert" gibi. Sanırım ortaokuldan beri orada ve gerektiğinde ortaya çıkıyor, aslında ona ihtiyacım olduğunda ben çağırıyorum demek daha doğru.

    Tamamen bilinçli yaratılan ve ihtiyaç duyulduğunda aktive edilen bir otokontrol mekanizması. Tahmin ediyorum çoğu insanın zihninde farklı şekillerde vardır ama pek konuşulmuyor sanırım bu konuda. Kimisinin kafasındaki ses ölmüş büyükannesidir, kimisinin babası, kiminin bende olduğu gibi kendi hatta kiminin ki de tanrı veya allah.

    Asıl kafamı kurcalayan bu yardımcı olan otokontrol mekanizmasını beynimiz nasıl oluşturuyor, onun karakterini nasıl belirliyor? Acaba o da bizimle birlikte büyüyüp gelişiyor mu yoksa aslında o bir duyguyu mu temsil ediyor? Kendi örneğimde; acaba ortaokuldaki hali ile bugünkü hali bir mi? Nasıl mutluluk duygusunun hissi değişmez, sadece mutlu olduğunuz şeyler değişir, işte kafamızda yarattığımız otokontrol mekanizması da bir bakıma his mi acaba? Belki de çevremizden farkında olmadan aldığımız bir tür enerjidir.

    Add post to Blinklist Add post to Blogmarks Add post to del.icio.us Digg this! Add post to My Web 2.0 Add post to Newsvine Add post to Reddit Add post to Simpy Who's linking to this post?