
Epey uzun bir aradan sonra ilk blog yazısını Kardemir Karabükspor'un ilk ciddi sınavını bahane ederek yazayım dedim. Bakalım devamı gelir mi? Göreceğiz...
Bizleri inanılmaz yıpratan ve fakat, sonunda müthiş bir coşku ve mutluluk yaşadığımız o unutulmaz sezonun ardından yepyeni bir sayfayı umutla açıyoruz. Bugün TSYD Ankara Şubesi tarafından düzenlenen 15 Temmuz Demokrasi Turnuvası'nda Konyaspor'la karşılaştık. Bugüne kadar dört hazırlık maçı yapmıştık fakat bu karşılaşma şu ana kadar verdiğimiz en ciddi sınav oldu. Neden en ciddi sınavdı? Karşımızda Türkiye'nin en iyi teknik direktörlerinden birine sahip, geçen sezon Süper Lig'i üçüncü sırada bitiren, UEFA Avrupa Ligi'ne direkt katılım hakkı elde etmiş (Şu an Osmanlıspor, Başakşehir ve Fenerbahçe'nin katılmak için ön eleme oynayacağı UEFA Avrupa Ligi), kadro iskeletini büyük ölçüde koruyan ve hatta üzerine takviye yaparak daha da güçlenmiş ve gücüne güç katmış Konyaspor vardı. Bu sezonki hedefi de ligi yine en azından ilk beşte bitirmek olan, her hafta ortalama 25 bin kişiye oynaması beklenen Konyaspor...
Peki şu an itibariyle biz ne durumdayız? Lige yeni çıktık. PTT ligi standardındaki kadromuzu olması gerektiği gibi dönüştürme çabasındayız. Yeni, heyecan verici, kaliteli oyuncularımız var. Tabii ki içinde bulunduğumuz kısıtlı ekonomik şartlar ölçüsünde oluşturulmuş bir kadro. Ancak yine de kabul edelim, iyi bir kadro... Yeni bir hocamız var. Yeni hoca demek, yeni sistem, yeni
alışkanlıklar ve her şeyden öte yeni bir akıl demek. Bambaşka karakterler, bambaşka akıllar ve tüm bu yenilerden bir takım ortaya çıkarmaya çalışıyoruz. Elbette bu iş akşamdan sabaha olacak bir iş değil. Kusura bakmayın ama belli bir zaman istiyor.
Yani özet geçeyim. Bugün, ilk 11'inde geçen seneki kadrosundan farklı olarak sadece iki oyuncu barındıran Konyaspor'la yine ilk 11'inde geçen seneki kadrosundan sadece iki oyuncu barındıran Kardemir Karabükspor karşılaştı. Ve bu maç 3-2 Konyaspor üstünlüğüyle sona erdi.
Maçtan önce Twitter'da bu maçın en ciddi sınav olduğunu, yeni bir takım olduğumuzu, iyi bir futbol ve iyi bir sonuç alma ihtimalimiz olduğu gibi tam tersi bir ihtimal de olduğunu ve sonuç iyi olursa takımı göklere çıkarmamamız gerektiğini, kötü olursa da yerin dibine batırmamamız gerektiğini, kısaca kesin yargılar için erken olduğunu yazmıştım. Tam da bunu doğrulayan bir maç izledik.
Hocamız Igor Tudor, 3-4-3 formasyonuyla çıkardı takımı sahaya. Kalede Adriano, savunmada Barış, Dany ve Gaman; orta alanda Hakan Aslantaş, Ceyhun, Osman ve Lato; hücumda ise Lucky, Yatabare ve Serdar Deliktaş oynadı. İlk yarıda tutuk bir görüntü verdik. Savunmada derinliği kaybettiğimiz iki pozisyonda da araya atılan toplarla birbirinin kopyası denebilecek iki gol yedik. Buna karşın Lato'nun şık bir frikik golü, Yatabare'nin kişisel yeteneğiyle kaleyi yokladığı bir pozisyon ve bir de kornerden kafa topu pozisyonu ürettik. Oyun olaraksa orta alanın göbeğini fazla kullanamadan, genelde kenarlardan hücıma kalkmaya çalıştık. Fakat ilk yarı bize şunları öğretti:
1-Osman'la Ceyhun, iki adet defansif orta saha (6 numara) olarak yan yana oynamaz. Oynarsa bugünkü gibi hücumda göbekten ilerleyemeyiz. İki oyuncu da savunma yönü kuvvetli olsa da pozisyon ve rolleri gereği topu ikinci bölgeden üçüncü bölgeye geçirme konusunda yetersiz, rakip ceza sahası çevresinde topla oynamaya pek eğilimli olmayan oyuncular. Dolayısıyla bu tarz iki oyuncunun göbekte yan yana oynaması nedeniyle top hakimiyetini sağlayamadık ve çizgi kenarlarına sıkıştık.
2-İlk yarıdaki ileri üçlümüz olan Lucky, Yatabare ve Serdar, her biri merkez forvet oynamaya daha yatkın oyuncular. Lucky biraz daha kenarda oynama eğilimi taşıyor ama net bir kanat oyuncusu rolü üstlenemez. Dolayısıyla üçü de beslenmesi gereken oyuncu. Ve netice olarak üçü de kanatlarda oynayan Hakan ve Lato ile ikili oyunlara giremedikleri için kanat varyasyonlarımız da kısır kaldı.
3-Savunmada derinliği kolay kaybettik. Bunda Barış'ın pozisyon bilgisinin zayıflığı önemli bir etkendi. Kokalovic aynı sorunu yaşamayacaktır. Ya da Barış oynadıkça arkadaşlarıyla uyumu artacak ve durumu toparlayacaktır. Nitekim Barış ikinci yarıda üçlünün ortasına geçince daha verimli oynadı.
4-Yatabare iki pozisyonda bize ne kadar değerli katkılar yapacağını gösterdi. İlki, arkadan atılan uzun topa dönerek gelişine yaptığı etkili vuruş çok klastı. Kaleci topu zorlukla kornere çeldi. İkincisi, ilk yarının sonlarında rakip ceza sahasına yakın alanda tam bir pivot santrafor rolü üstlenip topu saklarken faule maruz kaldı ve tehlikeli yerden serbest vuruş kullanıp golü bulduk.
5-Ceyhun pek hareketli değildi. Normaldir. Ceyhun gibi fizikli oyuncular geç form tutar. Düzenli oynadıkça açılır. Zaman tanımak lazım.Yatabare de aynı şekilde oynadıkça daha iyi olacak.
İkinci yarıya değişikliklerle başladık ve bu değişikliklerle takım biraz daha takıma benzedi. Kalede yine Adriano; savunmada Kerim (ilginç şekilde stoper oynadı ama zamanında Recep Çetin de Beşiktaş'ta benzer fiziğiyle bu rolü üstlenirdi), Barış ve Kokalovic; sağ kenarda Rodic, solda Hakan Aslantaş, göbekte ise Osman ve Poko; hücumda ise Traore, Serdar ve Lucky (sonra da İlhan Depe) ile oynadık. Daha etkiliydik. Hakan Aslantaş'ın bireysel hatası nedeniyle bir gol yedik fakat İlhan, Serdar ve Traore'nin güzel organizasyonuyla da bir gol attık. Maçtan asla kopmadık ve her an tehdit yaratabilecek bir potansiyel ortaya koyduk.
Poko'ya özel olarak değinmek istiyorum. Farkını net olarak hissettirdi. Orta alanın göbeğinde top taşıyabilen, adam eksiltebilen ve sahaya enerji, atletizm koyabilen bir oyuncu olarak büyük bir boşluğu kapadı. Bir tane daha Poko olsa bambaşka şeyler olabilirdi. Çok kaliteli ve klas bir oyuncu. Umarım sakatlıksız ve verimli bir sezon geçirir.
Ayrıca Traore de yeteneğiyle rakip yarı alanda top hakimiyetimize katkı yaparken ceza sahası civarında ne kadar etkili olduğunu gösterdi. Rodic'e gelince, ondan çok fazla varyete beklememek lazım. Tam bir takım oyuncusu. Çok koşacak, gösterişsiz oynayacak fakat yararlı olacak. Bugün bunların işaretini verdi. Traore gibi peş peşe üç beş kişi çalımlasın diye bekleyen hata eder. Ayrıca çaprazdan kaleyi yokladığı pozisyonla da rakip kalede ciddi bir tehlike oluşturdu.
Attığımız golde Traore'nin takipçiliği kadar İlhan'ın enerjisi, Serdar'ın ise kurnazlığının altını çizmek gerek.
Netice olarak ilk yarıda yanlış kurgu nedeniyle tutuk, ikinci yarıda ise doğruları bulduktan sonra umut veren bir takım gördük. Tabii ki yanlış kurgu da olacak. Asla karamsarlığa yer yok. Hoca deneyecek ve olanı olmayanı görecek. Bundan daha doğal bir şey yok.
Bir de neden çok transfer var diye eleştiriler okuyorum. Bugünkü Konyaspor karşısına Köksal'lı Muhammet Reis'li Rıza'lı kadroyla çıktığımızı düşünün. Bu oyuncuların temposunu aklınıza getirin. Başka bir şey demeye gerek yok.
Bir de lütfen şu bakış açısıyla futbol izlemeyin. Eğer futbolu bu kafayla izliyorsanız hiçbir şey anlamadığınız için vakit kaybediyorsunuz. Futbol haricinde de çok güzel sporlar var. Curling'le falan ilgilenin mesela. Tam size göre...

Kardemir Karabükspor için müthiş bir fırsat maçını daha geride bıraktık. Bıraktık fakat pek de hoş bırakmadık. Maalesef geçen hafta gelen liderlik, bu hafta iç sahada oynanmasına rağmen uçup gitti. Üstelik Samsunspor, Elazığ gibi zor bir deplasmanda kazanırken. Bugün alınan Boluspor yenilgisinin izahı, akılla mantıkla açıklanır yanı yok. Ne olursa olsun alınmalıydı bu maç.
Birçok önyargıya rağmen geride kalan iki haftada geçer not alan Elvir Baliç, bu hafta belli ki çok sert eleştiriler alcak. Eleştirileceği noktalar aslında belli. Taraftarın büyük kısmı aynı argümanları savunuyor. Bunlardan en önemlisi iki haftadır sahaya Osman Çelik'ten yoksun bir kadroyla çıkması. Osman, savaşçı yapısıyla bu ligde iddialı olmak isteyen her takımın kadrosunda
isteyeceği bir oyuncu. Ne var ki bir sakatlığı olmamasına ve takıma geldiği günden bu yana farkını hissettirmesine rağmen iki haftadır Elvir Baliç'in tercihleri arasına giremiyor. İlk 11'de oynamadığı yetmiyormuş gibi sonradan bile oyuna dahil olamıyor. Bunun bir açıklaması olmalı.
Osman'ın görev almadığı Samsunspor maçına orta alan göbeğini Murat Akın ve Recep Aydın'dan oluşturarak çıkmıştı Baliç. Bugün Boluspor karşısında da Murat Akın-Bekir Ozan Has ikilisi tercih edildi. Baliç'in kafasındaki şeyi az çok anlayabiliyorum. Dünya üzerinde son dönemde yaygın olan tipik defansif orta saha içermeyen düzeni anlaşılan Baliç de benimsemiş. Bir kesici bir de çift yönlü orta saha göbeği yerine iki tane çift yönlü ve ayağı top yapan oyuncu ile sahaya çıkıp top hakimiyetini elinde tutmak istiyor. Haliyle bu iki oyuncudan da savunmada ekstra çaba... Bu elbette modern bir düşünce ve üst düzey liglerde oyuncular bu rolü rahatlıkla üstlenebiliyor. Ama Baliç'in unutmaması gereken bir şey var. O da PTT liginin kendine has gerçeklerinin olduğu. PTT liginde en önemli unsur savunmadaki temel üçlüdür. Bu üçlü nelerden oluşur? İki stoper ve önlerindeki defansif orta saha... Önce burayı sağlama alacaksın. Takımın iskeleti bunun üzerine inşa edilir. Bu düzende Karabükspor'un iki iyi stoperi var. Önlerindeki Osman Çelik'le çatı güzel bir şekilde tamamlanabiliyor. Tabii teknik direktör bu çatıyı kusursuz bir şekilde kurmayı tercih ederse!... Bugün bu tercih gelmedi ve Karabükspor orta alanını oluşturan Bekir Ozan Has ve Murat Akın, savunma önünde doğru düzgün alan parselleyemeyince özellikle ilk yarıda çok önemli Bolu tehlikeleri yaşandı. Hücumda da beklenen, asıl görevleri olan pas akışkanlığını ortaya koyamadılar.
Bugün taraftara saç baş yolduran isimlerden biri de Simon Zenke'ydi. Bugün Zenke üç metreye pas atmaktan aciz, önü bomboşken sürdüğü topu ayaklarına dolaştıran ve müsaitken yaptığı ortaları dağa taşa gönderen bir oyuncu görünümündeydi. Ve kendisine 80 dakika sabredildi! Neye istinaden? Anlayan beri gelsin... Oysa sezonun ilk gününden bu yana Zenke'nin özünde bir santrafor olduğunu, Türkiye'de bu şekilde görev aldığı ilk senesinde gol kralı olduğunu ve sonra zaruretten dolayı üstlendiği kanat oyuncusu rolünün üzerine yapıştığını yazıp/söyleyip duruyorum. Üstelik hücum hattının en ucunda da kanatta oynayabilecek (Zenke'den çok daha iyi oynayabilecek) Alexe gibi bir isim var. Bu iki oyuncu neden maç içinde değişmez, anlamak gerçekten mümkün değil. Acaba biz mi basite indirgiyoruz bazı şeyleri yoksa hoca olarak saha kenarında yer alan isimler mi dar bakıyor? İnanın çözemedim...
Gelelim Muhammet Reis'e... Evet büyük bir yetenek. Evet ne zaman ne yapacağı belli olmaz. Evet son dakikada bir frikik golü atar, maçı sana getirir. Ama bekle bekle nereye kadar. Takım onun yüzünden haftalardır 10 kişi... Bekliyoruz ki Muhammet Reis gerçek kimliğine bürünecek. Oyuna ağırlığını koyacak. Elini taşın altına sokacak... Çok şey mi bekliyoruz yoksa? Bugün de 72 dakikamıza maloldu bu bekleyiş mesela... Elde onun mevkisinde oynayabilecek Recep Aydın ve Gabriel Iancu gibi iki isim var. Üstelik Reis'in yerine Recep'i oynatarak ona da yer bulmak için çırpınmaya gerek kalmaz. Geçen hafta yeri olmayan çift yönlü orta saha rolünde oynayan Recep, bugün de kenar oyuncusu gibi bir görevle maça başladı. Tabii doğal yeri olmayınca yine başarısız göründü Recep. Verimsizdi de gerçekten. Bal yapmayan arı gibi çırpındı çırpındı ama sonuç koca bir hiçti. Belki bir kez de asıl yeri olan forvet arkasında denemek gerekiyordur Recep'i. Kim bilir? Recep olmadı mı? Iancu'yu denersiniz. Kadro alternatifli. Yeter ki kullanmaya niyeti olsun hocaların. Hüseyin Kalpar'ın niyeti yoktu. Umarım ki Baliç'in bundan sonra niyeti olur.
Velhasılıkelam, aslında yapılacak şeyler zor değil. Herkes kendi yerinde oynayacak. Mevkilerinin en iyileri oynayacak. Netice olarak da şöyle bir ideal diziliş ortaya çıkacak.
Her şey ortada. Herkes mevkisinin adamı. Ne Zenke yeri olmadığı mevkide, ne Recep... Şenol Güneş'in Beşiktaş'ta uyguladığı şey bu mesela. Herkes kendi yerinde ve her mevkiye o mevkinin en iyisi... Çok zor değil. Bu kadro çok şey başarmaya müsait, geniş bir kadro. Doğru kullanılmadığında başkanın ve yönetimin emeklerine yazık oluyor. Doğru kullanmak lazım...

Herhalde rastlamayan yoktur. Geçtiğimiz haftasonu Kayseri'de çok üzücü bir olay yaşandı. Kayserispor tribünündeki Fenerbahçe formalı küçük taraftar ve Kayserispor tribün liderinin başrolünde olduğu bu mesele hakkında gerek yazılı ve görsel medyada, gerekse de sosyal medyada olumlu ve olumsuz anlamda yapılabilecek hemen her yorum bir şekilde dile getirildi. Bir kez de ben üzerinden geçmek ve kakofoniye katkıda bulunmak istemedim. Fakat dün okuduğum haber üzerine "birkaç şey karalamazsam olmaz" diye düşünüyorum.
Öncelikle neler olduğunu bir hatırlamak lazım. Bilindiği gibi Kayserispor-Fenerbahçe maçında, Kayserispor tribününde babasıyla maçı izlemek üzere hazır bulunan Fenerbahçe formalı bir çocuk vardı. Fenerbahçe'nin golünden sonra "doğal olarak" sevinen
çocuk (Berkay), aynı tribünde bulunan Kayserispor amigosu Recai'den tepki görmüştü. Eh, 5-6 yaşlarındaki çocuk, 35-40 yaşlarında bir adam tarafından kendisine (ya da babasına) bu şekilde bir tepki gösterildiğini görünce korktu ve ağlamaya başladı. Hatta babasının anlattığına göre "Volkan diye bağırsam beni döverler baba" diye de bir cümle kurdu. Olayın medyaya yansımasının ardından da hemen hemen tüm taraflardan birer açıklama geldi. Kayserispor taraftarları ve olayın başrolündeki amigo Recai, verilen tepkinin babaya olduğunu söyledi.

Şimdi burada hareket noktası "Kayserili bir vatandaşsan, öncelikli olarak Kayserispor'u tut, çocuğunu da İstanbul takımları yerine Kayserisporlu yetiştir" mantığı. Hani birçok Anadolu kentinde olan "şehrinin takımına sahip çık" hadisesi. Şehir takımları konusunda açıkçası ben de aynı şeyi düşünüyorum. Elbette herkes hür iradesiyle hareket edip kararını verir ancak ben de şehir takımlarına daha çok sahip çıkılması gerektiğini düşünüyorum. Benim çocukluğumda, en azından benim yetiştiğim yer olan Karabük'te böyle bir anlayış yoktu. Ben Galatasaraylı büyüdüm. Tabii ki bunda iletişim kanallarının yetersizliği, Karabükspor'dan yeterince haber alamama (özellikle de üniversite zamanlarımda) gibi faktörler de etkiliydi. Çocukluğum Karabük'te geçti ancak gazeteyi açtığımda karşıma Karabükspor değil, sadece İstanbul takımlarının haberleri çıkıyordu. Dolayısıyla çocukluk kahramanlarımızı da oralardan seçtik ister istemez. Bugün durum farklı. İnternet ve sosyal medya sayesinde amatör kümede olan bir takımdan bile gayet doyurucu haberler alabiliyoruz. Yani bu işin bir bahanesi de kalmadı. Ve bu iletişim kanalları arttıkça da şehrimin takımı Karabükspor benim önceliğim oldu.
Neyse, konu dağılmasın. Amigo Recai'nin çıkış noktasının şehrinin takımına sahip çıkmak olduğunun altını çizmiştik yukarıda. Eyvallah, herkes şehrinin takımına sahip çıksın, yeni nesiller de böyle yetişsin ama bunun tepkisini böyle öküzlemesine vermek mi lazım? Yahu karşındaki her şeyden önce çocuk. Kelli felli adamın çocuğa çıkışması kadar acizce bir davranış olamaz. Burada herkes hemfikirdir herhalde. Zaten bunun savunulacak bir yanı olmadığı için asıl tepkiyi çocuğun babasına gösterdiklerini söylemişler. Hadi diyelim tepkiyi babaya gösterdin, bu da mı doğru bir hareket? Bize bu zamana kadar yanında çocuğu, eşi ya da annesi olan kimselere sonuna kadar haklı da olsak, karşı taraf saçmalığın daniskasını da yapsa küçük düşürücü tepkiler vermemeyi öğrettiler. Yani kardeşim, sen tepkiyi küçük Berkay'ın babasına da vermiş olsan matah bir şey yapmış olmuyorsun. Dolayısıyla tüm bunları tribün kültürü adına yaptığını iddia ediyorsan, yani bir çocuğu dolaylı da olsa tribün kültürü uğruna ağlattıysan, çok affedersin sokayım ben öyle tribün kültürüne. Bu arada bu cümleleri Kayserispor tribünü özelinde kurduğum sanılmasın. Genel olarak Türkiye'deki tribün kültüründe vardır bu sorun.

Gelelim dünkü saçmalığa... Aslında niyet güzel. Kayseri valisi en basit ifadeyle anlatmak gerekirse çocuğun gönlünü almak istemiş. Ancak oluşan ortam bir garip. Amigo Recai'yi çağırmışlar. Berkay'la yan yana oturtmuşlar. Vali konuşmayı uzattıkça çocuk sıkılıyor. Çocuk sıkılıp kendi kendine mırıldandıkça amigo Recai çocuğu dürtüp sus işareti yapıyor. Recai, çocukla barışma anında "senle aramızda geçen kötü olay, gerçi sebebi ben değilim ama..." diye hatırlatma yaparken halen daha babayı işaret ediyor falan... En kötüsü de "hadi bana bir tokat at da barışalım" cümlesi. Recai, ağlattığı çocukla bir misilleme karşılığında barışacağını düşünüyor. Çocuk için ne kadar tehlikeli bir durum olduğunun farkındasınızdır umarım. Ben konunun uzmanı değilim ama dünyaya bakışı şekillenmemiş bir çocuk, uğradığı bir haksızlığın telafisini karşı tarafa benzer bir misilleme yani kıssasa kıssas yöntemiyle yapabileceğini düşünmeyecek mi dünkü merasimden sonra? Çocuk bu şekilde intikam kültürüyle yetişmiş olmuyor mu? Bunu ben akıl edebiliyorsam devletin valisi akıl edemiyor mu mesela? Kısaca başından sonuna kadar elde kalan bir hadise. Valinin niyeti güzel ama uygulama şovence ve amatörce...
Demem o kii, bu arkadaşlar bir şeyi düzeltelim derken iyice sıvamışlar. Böyle konularde dikkatli olmak ve uzmanlardan yararlanarak hareket etmek gerekir. Hele de işin içinde bir çocuk varsa...

Spor ayakkabıları, spor ve antrenmanların en önemli olmazsa olmazlarından biri. Onsuz bir spor düşünülemez bile. İyi bir spor ayakkabısı, sağladığı konfor kadar tasarımıyla da etkilemeli. Özellikle sporu, hayatlarının bir parçası haline getiren insanlar için doğru spor ayakkabıyı seçmekten daha önemli bir şey yok denilebilir.
Yoğun antrenman temponuza uyum sağlayan, enerjinizi ve hareket kabiliyetinizi en üst seviyeye çıkaran bir ayakkabıyı seçmek, yapacağınız sporun kalitesini de artıracaktır.
PUMA Ignite ailesinin en yeni üyesi olan Ignite XT, bir antrenman ayakkabısı olarak tüm beklentilerinizi karşılıyor. Modern ve şık tasarımıyla dikkat çekerken, sağladığı maksimum enerji ile enerjinizi zirveye taşıyor ve sporu daha keyifli hale getiriyor.
Ignite XT yüksek geri sekme ve Ignite Foam yastıklaması ile hareket kabiliyetinizi en yüksek seviyeye çıkararak darbe etkisini azaltıyor ve uzun süreli dayanıklılık sağlıyor. Ignite XT, koşu yaparken verdiğiniz enerjiyi size iade eden köpük teknolojisi ile sizi bitiş çizgisine taşıyarak bir sonraki hedefinize ulaştırıyor.
Ignite XT, bütün ayakkabı boyunca uzanan esneme kanalları sayesinde her yönde hızlı ve dinamik hareketi mümkün kılıyor. Orta ve yan yüzlerde artırılan topuk kalınlığı yanal hareketleri desteklerken, dış tabanda yer alan sağlam kauçuk kapsüller ağırlık yapmaksızın zeminle tam temas ve tutuş sağlıyor. Dünyanın En Hızlı Adamı Usain Bolt ve ünlü yıldız Rihanna da antrenman yaparken, uzun süreli performans vadeden PUMA Ignite XT’yi tercih ediyor. Ignite XT, sunduğu renk seçenekleriyle antrenmanlarınızı ateşliyor.
Yoğun antrenmanları boyunca yüksek enerji isteyen sporcular için özel olarak tasarlanan PUMA Ignite XT, çok yakın zamanda bir ikon haline gelecek gibi gözüküyor.
Siz de en esnek koşu ve antrenman ayakkabısını deneyimlemek isterseniz, Ignite XT’yi tüm PUMA mağazalarında ve
www.puma.com/ignite adresinde bulabilirsiniz.
Bir boomads advertorial içeriğidir.

Bir bahis skandalı... Alt lige düşürülen köklü bir kulüp... Slovenya sınırına yakın, yaşlı nüfuslu bir şehir... Futbola yatırım yapmak isteyen bir sanayici ve İtalya'dan taşıp İngiltere ve İspanya'yı da kapsamaya başlayan bir başarı hikayesi. Giampaolo Pozzo ve Udinese isimleri bir arada anılınca akla gelen ilk ayrıntılar bunlar olsa gerek.
Bugün gelinen noktada Udinese'nin her sezon transferde yaptığı satışlar neticesinde çok büyük karlar elde ettiğini görüyoruz. Az harcıyorlar ancak çok kazanyorlar. Ayrıca Pozzo ailesinin (oğul Gino Pozzo'dan da bahsedeceğiz) Udinese haricinde İspanya'nın Granada ve İngiltere'nin Watford kulüplerinin de yatırımcısı olması, organizasyonun geldiği boyutu gözler önüne seriyor. Biz en başa gidelim ve bugüne nasıl gelindiğini çok da ayrıntısına girmeden görelim...
İşadamı Giampaolo Pozzo ile Udinese'nin yolu 1986'da kesişti. Genoa'dan sonra İtalya'nın en eski kulübü olan Udinese, kuruluşunun 90. yılı olan 1985-86 sezonunda karıştığı şike skandalı nedeniyle bir alt lige düşürüldü. Pozzo da bunu fırsat bilip kulübü satın alarak belki o dönemde kendisinin bile tahmin etmeyeceği bir serüvene yelken açmış oldu. İlk birkaç sezon elbette inişli çıkışlıydı ve Udinese Serie A ile Serie B arası mekik dokudu. Pozzo'nun o dönemde yaptığı yatırımla teknik direktörlüğe Nedo Sonetti'yi getirip kadroyu Antonio de Vitis, Guiseppe Minaudo, Angelo Orlando ve Antonio Paganin gibi isimlerle takviye etmesiyle birlikte istikrar da yakalanmış oldu.
Siyah beyazlı kulübün ilk ciddi başarısı 1996-97 sezonunda geldi. O dönemde takımın teknik direktörlüğünü üstlenen Alberto Zaccheroni ile Serie A'yı Juventus ve Inter'in ardından üçüncü sırada bitirerek UEFA Kupası'na katılmaya hak kazandılar. Avrupa mücadelesine çıkan çıta, 2004-05 sezonunda Luciano Spaletti'nin teknik direktörlüğünde Şampiyonlar Ligi katılımıyla daha da yükseldi.

Biraz da Gino Pozzo'ya dönelim. Giampaolo Pozzo'nun oğlu olan Gino Pozzo, 1994-95 sezonundan itibaren Udinese'de scouting organizasyonunun temellerini atan adam. Zaten yukarıda da okuduğunuz Zaccheroni ve Spaletti dönemiyle yukarıya doğru ivmelenen başarı eğrisinin altında da düzgün ve planlı scouting organizasyonu, dolayısıyla da Gino Pozzo'nun çalışmaları yatıyor. Şu anda kulüp bünyesinde ve outsource olarak 100'ün üzerinde scout görev yapıyor. Tabii ki scouting ile gelen planlı transfer yönetimi ve istikrar, Giampaolo Pozzo'ya bireysel bir başarı olarak da döndü ve 2007-08 sezonunda Serie A'da yılın en iyi kulüp başkanı ödülünü getirdi.
Peki bu işin rakamsal boyutu nerede? Bunun tahmini tespitini yapabilmek için maalesef 90'lı yıllara kadar inemiyoruz. Transfermarkt sitesindeki verilere göre son on yılda ne olup bittiğine kabataslak bir bakalım.
2005-06 sezonundan itibaren Udinese'nin yaptığı transfer harcaması toplamda yaklaşık olarak 195 milyon Euro. Aynı sezondan itibaren yapılan oyuncu satışlarından elde edilen gelir ise yaklaşık 408 milyon Euro. Aradaki fark 213 milyon Euro. İşte bu muazzam bir başarının rakamsal boyutu.
Elde edilen bu gelirin ana kalemlerine de kısaca bir göz atalım:
Oyuncu Alış Bedeli Sonraki Kulübü Satış Bedeli Kiralama Gelirleri
Alexis Sanchez 3 Milyon € Barcelona 26 Milyon € Toplam 1.15 Milyon €
Gökhan İnler 1 Milyon € Napoli 18 Milyon € -
Kwadwo Asamoah 1 Milyon € Juventus 18 Milyon € -
Antonio Candreva 500 Bin € Lazio 8,2 Milyon € Toplam 3 Milyon €
Christian Zapata 500 Bin € Villarreal 9 Milyon € -
Mauricio Isla 525 Bin € Juventus 13,9 Milyon € -
Medhi Benatia Bedelsiz Roma 13,5 Milyon € -
Samir Handanovic Bedelsiz Inter 12 Milyon € -
Luis Muriel 1,5 Milyon € Sampdoria 10,5 Milyon € -
Roberto Pereyra 2 Milyon € Juventus 14 Milyon € 1,5 Milyon €
Allan 3 Milyon € Napoli 11,5 Milyon € -
Tabii ki bu isimler Udinese'nin yaptığı önemli transferlerin sadece bir kısmı. Bu tarz örnekleri çoğaltabiliriz. Ayrıca şu an kadroda bulunan Silvan Widmer, Emmanuel Badu, Bruno Fernandes ve Lucas Evangelista gibi oyuncular da kulübün elinde nasıl bir potansiyel olduğunu ortaya koymak için yeterli.
Udinese'ye burada bir ara verelim ve gelelim işin Granada boyutuna... Giampaolo Pozzo'nun Granada'yı satın aldığı 2009 senesinde takım 3. ligde ve finansal sorunlarla boğuşuyordu. Pozzo'nun elinin değmesiyle birlikte daha ilk seneden (2009-10) 2. lige çıkmayı başardılar. Bir sonraki sene ise 2. ligde play-off oynadılar ve İspanya'nın en üst seviyesi olan La Liga'ya terfi ettiler. Bu transit geçiş, herhalde Granada'ya dokunan elin ne denli güçlü olduğunun göstergesi olsa gerek.
Şu anda Udinese ve Granada arasında yoğun bir futbolcu alışverişi var. Aslen Udinese'nin oyuncusu olup kiralık olarak forma giydiği Granada'da parlayan oyuncular arasında Allan Nyom, Odion Ighalo, Guilherme Siqueira, Luis Muriel ve Orestis Karnezis gibi isimler var.
Granada, sadece Udinese'den aldıklarını parlatmıyor. Kendi bulduğu potansiyelli oyuncuları da parlatıp Udinese'ye gönderiyor. Bunların arasında Gabriel Silva, Allan, Douglas Santos, Silvan Widmer, Naldo, Alexis Zapata ve Molla Wague gibi isimler var.
Tüm bunların haricinde bir de Udinese'ye hiç uğramadan Granada'nın bulup, daha yüksek bedelle doğrudan dışarıya sattığı oyuncular var. Bunların en önemlileri Yohan Mollo, Mikel Rico, Brayan Angulo, Yacine Brahimi ve Jeison Murillo... Bu, şu anlama geliyor: Granada sadece Udinese'nin oyuncularını parlatan, ekonomik olarak da sadece Udinese ve dolayısıyla Pozzo ailesine sırtını dayayan bir kulüp değil. Kendi başına değer yaratan ve bunu gelire dönüştüren bir kulüp. Tekrar rakamlara bakacak olursak, Granada'nın Pozzo ailesi tarafından satın alındığı yılın bir sonraki sezonundan itibaren (2010-11) transfere yaklaşık olarak toplam 40,7 milyon Euro para harcadığını, buna karşın oyuncu satışlarından da yaklaşık 44,1 milyon Euro kazandığının altını çizelim. Üstelik burada bir ayrıntı daha var. Örneğin Granada'ya 3 milyon Euro karşılığında kazandırılan Udinese'ye gönderilirken de 3 milyon Euro'ya gönderilmiş. Yani arada gösterdiği performansla değeri artmış olmasına rağmen bu değer artışı Udinese'ye yapılan satışa yansıtılmamış. Bu tarz oyuncular başka bir kulübe gönderilse Granada çok daha fazla gelir elde edebilirdi.

Dönelim bir diğer yatırım olan Watford'a... Pozzo'ların Watford'u satın aldıkları 2012 yılında yaptıkları yatırım yaklaşık olarak 15 milyon Pound civarındaydı. Kulübün stadının yenilenmesi için de yaklaşık 18 milyon Pound tutarında bir para harcadılar. Gino Pozzo'nun başında bulunduğu bu projede üç yıl geride kaldı ve takım 2014-15 sezonundaki başarılı performansıyla İngiltere'de futbolun zirvesinde yer alan Premier Lig'e çıkmayı başardı. Şu anda Watford'un geldiği nokta rüya gibi. Gino Pozzo, henüz Championship'teyken yaptığı açıklamalarda Watford'un bir pilot takım değil, başlı başına bir proje olduğunu söyledi. Ki bu da Premier Lig ve Serie A'nın yayın ve reklam gelirleri, dünya çapında izlenirliği düşünüldüğünde işin gittiği doğal nokta aslında. Şu an Watford, önceliği Udinese'den alıp Pozzo ailesinin birinci önceliği haline gelmiş durumda. Tabii ki bunun etkilerini gözlemleyebilmek için takımın önce Premier Lig'de kalıcı olması gerekiyor.
Watford da aynı Granada gibi bu zamana kadar Udinese'nin oyuncularının tecrübe kazanmasına yardımcı oldu. Ve fakat yine aynı Granada gibi kendi yetiştirdiği oyuncuları da ihraç etti. Bunun haricinde Watford'la Granada arasında da bir oyuncu trafiği var. Şu anda projenin para harcanan, yatırım yapılan ayağı Watford. Çok zorlu bir ligde tutunmaya çalışıyorlar ve kısa vadede para kazanmaktan çok, kalıcı olup uzun vadede kazandırma misyonu üzerlerine yüklenmiş durumda. Gino Pozzo için zor ancak başarılabilir bir sınav. Neler olacağını önümüzdeki dönemde göreceğiz.
Bir gün bir Türk kulübü de benzer işlere bu rollerden herhangi birini üzerine alarak girer mi bilemiyorum. Girerse doğru organizasyon ve planlı bir çalışmayla kalkınacağı kesin...

Kardemir Karabükspor, yeni sezon öncesi Afyon'da sürdürdüğü ikinci etap hazırlık kampının ikinci hazırlık maçını Afyon Zafer Kupası kapsamında Alanyaspor'la oynadı. İlk maçta Giresunspor karşısında alınan bir yenilgi vardı fakat neredeyse tamamına yakını U21 takım oyuncularından kurulu bir kadroyla maça çıkıldığı için bu yenilgi çok da ölçü niteliği taşımıyordu. As oyuncuları ilk kez bir arada görmek ve uyumlarını test etmek açısından asıl önemli sınav Alanyaspor karşılaşmasıydı.
Önce genel olarak yorumlayacak olursak, Karabükspor'un bu maçta sezon için umut verdiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Özellikle ilk yarıdaki etkili ve baskılı futbol, takımın fiziksel durumu daha iyi geldikçe maçların geneline yayılabilirse bu sezonu üst sıralarda tamamlamak mümkün olacak gibi gözüküyor. Teknik direktör Hüseyin Kalpar'ın elinde birçok hücum silahı var ve o da bu çeşitliliği inanıyorum ki en verimli şekilde kullanacaktır. Bu kadroyla çok değişik varyasyonlar, B ve C planları yapmak ve en önemlisi de bu planları oyuncu değişikliği yapmadan sahada uygulamaya koymak mümkün. Çünkü oyunculara baktığımızda tek bir mevkinin adamı olmadıklarını, birden fazla mevkiden oynayan versatil oyuncular olduklarını görüyoruz. Örneğin Simon Zenke'yi kanatta
kullanabileceğiniz gibi en uçta da kullanabilirsiniz. Ya da bir Marius Alexe hücumun en ucunda, sol çizgide veya forvet arkasında aynı verimle rahatlıkla oynayabilecek bir oyuncu. Aynı şeyi dün forma bulamasa da forvet arkası ve kanatta görev alabilen Köksal Yedek'te de görebiliyoruz.
Takım dün ilk yarıda daha baskılı ve rakibi boğucu bir oyun sergiledi. İkinci yarıda oyuncular yorulunca tempo biraz düştü. Fiziksel yorgunluğun haricinde bir etken daha vardı, o da ilk yarıda orta sahayı çok iyi yönlendiren ve takımın saha içindeki beyni vazifesini üstlenen Bekir Ozan Has'ın ikinci yarıda oynamamasıydı. Bekir Ozan'la ilgili ayrıntılara birazdan değineceğim. Düne dair en olumlu bulduğum ayrıntılardan biri de maçın son anlarında bile takımın önde tempolu bir şekilde rakibe baskı yapması ve savunmadan kolay kolay top çıkaramamalarını sağlamasıydı. Ayite ve Perovic gibi ligin en iyi hücum ikililerinden birini doğru düzgün besleyemedi Alanyaspor. Ayrıca savunmadaki Kokalovic-Rıza ikilisinin uyumu da oldukça umut vericiydi.
Bireysel performanslara geçelim...
Adriano Facchini: Brezilyalı kaleci dün akşam fazla zorlanmadı. Kendisine iş düşen topu topu 1-2 pozisyon vardı. İlk yarıda rakip takımın Barış Örücü'yle kullandığı serbest vuruş esnasında hemen önündeki rakip oyuncuların açısını kapatmasına rağmen tehlikeli gelen topu bir şekilde çıkarmayı başarması reflekslerinin iyi olduğunu ve topu iyi takip ettiğini gösteriyor. Bunun haricinde 1-2 yan topta topu tokatlamayı başardı. Bu da önemli bir özellik. Adriano'nun zayıf yanı ayakları. Bu sezon kaleciye mümkün olduğunca az pas yapmak gerek. Top ayağındayken baskı yediğinde pek dengeli kalamıyor. Ayrıca ikinci yarıda ceza sahası dışında rakibi yere indirdiği pozisyonda daha kararlı davranıp ilk anda top hakimiyetini sağlayabilseydi hiç problem yaşamayacaktı. Sanıyorum ki konsantrasyon eksikliği sebebiyle bir an topu alıp almamakta tereddüt etti ve o pozisyon yaşandı. Oynadıkça, takıma alıştıkça kendine olan güveninin de yerine gelmesi elbette mümkün.
İzzet Yıldırım: Çok enerjik bir futbolcu. Zaten bir bek oyuncusundan da beklenen şey enerjik olması. Savunmada çok ciddi bir hatası olmadı. Hatta zaman zaman arkadaşlarının kademesine girerek onları da rahatlattı. Hücuma çıkmayı seviyor. Önündeki oyuncuyla uyum sağlarsa sağ kanattan bolca tehlike yaratmak mümkün olacak. Fizik olarak henüz tam hazır değil ama zaman var. Ayrıca takımda alternatifi yok. Bu durum onu rehavete sokarsa performansı düşer. Ayrıca sakatlık ve ceza gibi durumlarda sıkıntı yaşanır.
Rıza Efendioğlu: Tecrübesini hemen belli etti. Kokalovic'le uyumu önemli. Biraz ağır bir oyuncu olsa da tecrübesiyle ve nerede duracağını iyi bilmesiyle bu açığını kapatıyor. Ayrıca kaptanlık için doğru seçimlerden biri olduğunu düşünüyorum.
Elvis Kokalovic: Savunmada liderliği ele almış ve bu rol ona çok yakışmış. Hücuma da elinden geldiğince destek olmaya çalışıyor. Top çıkarırken titiz olması güzel. Gelişigüzel toplarla çıkış yapmıyor. Ayağa oynamaya çalışıyor. Fizik kalitesi üst düzey. Bu ligi domine edeceği her halinden belli. Rıza ile beraber rakip forvetlere fırsat vermediler. Ayrıca hava toplarında da yeterince etkiliydiler.
İsmail Dinler: Garantici bir sol bek. Fahiş hata yapıp takımı yakacak bir oyuncu değil. Tehlike anında en garanti çözüm neyse onu yapıyor. Akmaz kokmaz. Hücuma çıkmayı pek tercih etmedi. Büyük ihtimalle sezon boyunca da benzer bir anlayışla sahada olacaktır. Biraz kilo vermesi lazım. İyi bir Ergün Teber'in İsmail Dinler'i kesebileceğini tahmin ediyorum.
Onur Cenik: Defansif orta saha olarak görev yaptı. Elinden geleni yaptığını söyleyebiliriz. Tabii ki bu pozisyonda direkt ilk 11 oynayacak bir oyuncuya ihtiyaç var fakat Onur da aslen stoper orijinli bir oyuncu olmasına rağmen defansif orta saha olarak ihtiyaç duyulduğunda üzerine düşeni yapabileceğini gösterdi. Top rakipteyken alan kapatma konusunda hataları olsa da gayretliydi. Top kendi ayağındayken ise riske girmeden, en yakınındaki oyuncuya oynamayı tercih etti. Aslında teknik kapasitesi uzun oynamaya ya da dikine pas yapmaya müsait. Daha çok çalışırsa bir şeyler olur.
Bekir Ozan Has: Takımın beyni konumunda. Savunmayla forvet arasındaki bağlantıyı oynadığı sürece başarıyla sağladı. Pas trafiğini çok iyi yönetti. Geçen seneki ağır sakatlığının ardından tekrar futbola adapte olmaya çalışıyor. Fizik olarak henüz yetersiz olsa da (45 dakikadan fazlası olmaz şu an) futbol zekasıyla takıma çok şey katıyor. İlk yarıdaki baskılı oyunun mimarlarından biriydi. Umarım ki yine bir sakatlık yaşamaz çünkü sağlam bir Bekir Ozan Has'ın takıma katkısı öngörülenden fazla olacaktır.
Recep Aydın: Forvet arkası olarak görev yaptı. Müthiş hırslı bir oyuncu. Sürpriz golcü olarak rakip ceza sahasına başarıyla sızdı ama son vuruşlarda bazı şanssızlıklar yaşadı. Gol atmayı çok istediği için bazı pozisyonlarda erken vuruş tercihleri yaptı. 3-4 gol tane çok net pozisyona girmesi bu sezon yapabilecekleri açısından fikir veriyor. Tercihleri de ideale yaklaştığı zaman katkısı olur. Bu isteği ve azmi koruması lazım. Ayrıca rakip savunmaya yaptığı baskı sayesinde de rakibin kolay kolay top çıkaramamasını sağladı. Motivasyonunu kaybetmemesi lazım. Konya'da sürekli oynamaması nedeniyle 90 dakikayı kaldıracak seviyede değil henüz. Oynadıkça daha iyi olur kanısındayım.
İlhan Depe: Sol çizgide maça başladı ama oynadığı süre içerisinde gezgin bir rol üstlendi. Zaman zaman ortaya ve sağa da deplase oldu. Fiziksel olarak daha iyi seviyeye gelmesi lazım. Çok sert ikili mücadelelerden şu an için kaçıyor. Normalde tarz olarak rakibi sürati ve tekniğiyle geçen bir oyuncu. Sezonun çok başında olduğumuz için bu özelliklerini tam kapasiteyle kullanamıyor oluşu normal. Oynadıkça ve kondisyonu yerine geldikçe özgüveni de yerine gelecektir. Marius Alexe'ye attığı gol pası çok ince. Gerek Alexe'nin boşa kaçışını görmesi gerekse de pas kalitesi kusursuza yakındı. Çok yararlı olacağını düşünüyorum.
Simon Zenke: Sağ ön tarafta maça başladı. Zaman zaman olumlu hareketlerinin yanı sıra eksikleri de göze çarptı. Takıma yaptığı en önemli katkı ön alanda top tutma konusundaki başarısıydı. Kolay kolay top kaybetmiyor ve rakip ceza sahası çevresinde topu muhafaza ederek takımın da rakip yarı alana yerleşmesi için zaman yaratıyor. En uçta oynarsa daha yararlı olabilir. Tipik bir kanat oyuncusu olmadığı için çizgiyi terk ederek içeriye kat ediyor. Fiziksel durumundan dolayı bazı pozisyonlarda ağır kalıyor ya da beli dönmediği için de topla yön değiştirmesi biraz zaman alıyor. Bu durumda da rakip savunmaya yerleşme ve karşılama fırsatı tanımış oluyor. Yani olumlu özellikleri de var olumsuz özellikleri de. İyi niyetli olduğundan şüphe yok ama dün görev aldığı bölgede daha iyi bir çözüm mümkün.
Marius Alexe: Daha ilk maçtan klasını ve farkını ortaya koymayı başardı. Romanya'da ligler başlayalı birkaç hafta olduğu için fizik kalite açısından takımın en hazır futbolcusu. Tekniği ve oyun görüşü PTT liginin üzerinde. Nerede duracağını çok iyi bildiği için rahatlıkla pozisyona girebiliyor. Vuruşları da net. Dün savunmadan gelen 3-4 yüksek topu kafayla arkadaşlarına indirmeyi başardı. Girdiği pozisyonlar ve attığı golü de düşününce santrafor olarak gönül rahatlığıya görev verilebileceğini söylemek mümkün. Ayrıca ilk yarının ortalarında sol çizgide rakibi yakaladığı bir pozisyonda süratinin yardımıyla rakibi rahat bir şekilde geçerek tehlike yarattığı pozisyona da dikkat etmek gerek. Kendisini sol kenar forvet, merkez santrafor ve forvet arkası olarak kullanabiliriz. Bu çok yönlülüğü sayesinde hocanın elini zenginleştirecektir. Ayrıca maç içinde arkadaşlarını sürekli teşvik etmesi çok olumlu. Tam bir lider karakter.
Gökhan Alsan: İkinci yarının başında oyuna dahil oldu ve Bekir Ozan Has'ın yerinde görev yaptı. Daha çok rakibi bozma işlevini gördü. Top kullanırken risksiz tercihlerde bulundu. Bu da ilk yarıda kurduğumuz baskıyı ikinci yarıya taşıyamamamızdaki etkenlerden biriydi. Çok koştu. Enerjisiyle rakibe orta alanda rahat top yapma imkanı tanımadı. Diğer oyuncular gibi onun da zamana ihtiyacı var. Kullandığı frikik çok klastı. Henüz eksikleri olsa da takıma adapte oldukça sezon boyunca güvenilir bir alternatif olacak potansiyeli gösterdi.
Alpay Koçaklı: Yaşına göre muazzam bir oyuncu. Fiziksel gelişimi de gayet iyi yolda gidiyor. Kendisinden çok daha tecrübeli oyunculara karşı güçlü fiziğiyle direnç gösterebiliyor. Tecrübesizliği nedeniyle bazı top kullanma tercihlerinden hata var ama bunu aşmak için oynaması, şans bulması da şart. Takımda Alexe gibi futbolu çok iyi bilen bir oyuncunun bulunması onun için şans. Alexe'den çok şey öğrenmesi gerek. Yalnız bazı eleştirilecek noktaları da yok değil. Yeteneğinin ve potansiyelinin farkında fakat bu durum onda biraz egosal problemlere yol açmış. Biraz "oldum" havasında gibi geldi bana. İkinci yarının başlarında sağ çizgide bir faul pozisyonunda hakem düdüğü çaldıktan sonra topu hırsla dışarıya göndermesi ileride başına dert açabilir. Zaman zaman rakiple ve arkadaşlarıyla girdiği diyaloglar ve yaptığı jest/mimikler pek iyi sinyaller vermedi bana. Kullandığı serbest vuruşta çok iyi bir şut çıkardı ancak serbest vuruşu kendisinin kullanacağını arkadaşlarına söyleme şekli bile biraz fazla özgüvenli ve sert geldi bana. İçindeki istek ve hırsı öldürmeden biraz törpülenmesi gerekebilir. Geleceği çok parlak. Kaybedilmemeli...
Selim Kayacı: Sonlara doğru oyuna girdi. O da çok yönlü bir oyuncu. Orta sahanın ortasında ve savunmanın iki kanadından oynayabilir. Oyunda olduğu sürece doğru yerlere koşu yapması dikkatimi çekti. Fazla topla oynama fırsatı bulamadığı için tercihleri ve becerileri konusunda çok net fikirler verecek zamanı olmadı. Ama kadroda bulunması gereken, ihtiyaç halinde enerjisiyle katkı verebilecek ve gelişime açık bir oyuncu. Eğer kiraya verilecekse de iddialı ve oynayabileceği bir kulüp tercih edilmeli.
Son tahlilde takımı her ne kadar umut verici bulsam da eksikler malum. Forvet, forvet arkası, defansif orta saha, stoper ve sağ bek pozisyonlarına takviye yapmak gerekiyor. Forvete mutlaka yerli bir yedek oyuncu şart. Eğer yabancı forvet de alınırsa Alexe'yi daha etkin kullanmak mümkün olacaktır. Recep Aydın iyi bir forvet arkası oyuncusu ancak sezon uzun ve koca sezonu eksiksiz oynaması beklenemez. Buraya da imkan varsa mutlaka kaliteli, Muhammet Reis gibi bir oyuncu takviye edilmeli. Ezcümle, ben bu takımdan umutluyum.

Kardemir Karabükspor, mutsuz sonla tamamladığı çalkantılı sezonun yaralarını sarmaya çalışıyor. Bu sene PTT liginde mücadele edilecek ve değişen planlar, yapısal bir revizyonu da beraberinde getirmekte.
Karabük enteresan bir yerdir. Ya çok seversiniz ya da nefret edersiniz. Biz, çok sevenler tarafındayız şüphesiz. Fakat yanlış bulduğumuz, kızdığımız şeyler de olmuyor değil. Mesela sosyal hayat kısıtlıdır Karabük'te. Sekiz kilometre ötedeki Safranbolu da olmasa yapacak pek bir şey bulamazsınız. En önemli aktivitelerden biri de hiç şüphesiz 15 günde bir Karabükspor'un maçını stattan izlemektir. Kızdığımız şeyler arasında Dr.Necmettin Şeyhoğlu Stadı'nın 15 günde bir de olsa dolmaması var şüphesiz. Süper Lig'e çıkılan sezondan bu yana tribün inşaatları sebebiyle televizyon ekranlarına hep yarım yamalak haliyle yansıyan
stadyum, hasbelkader tamamlandığı sene de başta passolig olmak üzere takımdaki düşük performans ve kulüple taraftar arasındaki iletişim eksikliği gibi çeşitli sebeplerle boş kaldı.
Şimdi yeni bir sayfa açılıyor ve Karabükspor'un eskisinden daha güçlü ve planlı bir şekilde Süper Lig'e geri dönmesi şart. Şehirdeki insanların ilgisizliği zaman zaman can sıksa da işçinin alınterinin beslediği kulüp bu ülke futbolunun en üst kademesinde temsil edilmeli.
Kulüpte önümüzdeki sezonun hazırlıkları sürüyor. Mustafa Yolbulan başkanlığındaki yönetim, takımı tarihinde ilk kez Avrupa kupalarında götürme başarısını gösterirken geçen sene yaşanan düşüşü engelleyememiş ve sezon sonunda da görevi bıraktığını açıklamıştı. Şimdi ise geçici bir yönetimin ardından kulübün efsane başkanlarından Ferudun Tankut göreve geldi. Takımı oluşturmakta olan isim de yine daha önce kulüpte senelerce başkanlık yapmış, takımı Süper Lig'e çıkarıp görevden ayrılırken kasada 60 milyon TL bırakmış olan sayın Ferudun Tankut.
Yeni sayfa, efsane başkan gibi durumlar elbette olumlu. Ancak kulübün içinde bulunduğu zor durumu asla inkar edemeyiz. Süper Lig seviyesindeki futbolcu maaşları, ligden yeni düşmüş külüpleri iflasa götüren en önemli sebep tabii ki. Bunu son olarak Orduspor yaşamıştı. İşte Karabükspor yönetimi de bunun bilincinde olarak yüksek maliyetli takımı dağıtıp, yerine ekonomik ama yine iddialı bir takım kurmak için kolları sıvadı. Maaşları PTT ligi seviyesinde olan ve takıma bir şeyler verebileceğine inanılan birkaç futbolcu hariç herkes gönderilmek isteniyor. Bir kısmı gitti, bir kısmı da gönderilmeyi bekliyor. Yeni kadro oluşturmak kolay değil. Karabükspor ismini duyan herkes yükseklerden uçuyor. Sebebi malum. Arkasında Kardemir gibi bir kurum olan, futbolcu alacaklarını genelde günü gününe ödeyen, piyasa ortalamasının üzerinde maaş veren bir kulüp algısı var birkaç senedir. Yalan da değil. Bu "paralı kulüp" algısı özellikle Nevzat Şahin'in başkanlık yaptığı dönemde Bülent Korkmaz'ın teknik direktör olduğu sıralarda yapılan devre arası transferleriyle oturmaya başlamıştı. O dönem can havliyle transfer yapan Karabükspor, üç liralık adamlara beş lira vermek zorunda kalmış, ligde de bu şekilde tutunmuştu. Oysa ki ligdeki ilk sezonda Ferudun Tankut yönetimi ayağını yorganına göre uzatan bir anlayışı benimsemişti. Sonrasında da hep yüksek paralar harcandı. Bu paralar aslında sürekli olarak kulübün kasasına giren bir gelir kaynağından gelmiyor, yukarıda da bahsettiğim, Ferudun Tankut'un görevi bırakırken kasada bıraktığı 60 milyon TL ve Kardemir'den alınan sponsorluk ücretlerinden, yani bir nevi cepten karşılanıyordu. Şimdi bu algıyı yıkma zamanı. Kolay olmuyor ancak bu da oturacak. Futbolculara ödeyebileceği rakamları vaat eden bir Karabükspor göreceğiz artık. Piyasa kurnazlarının yolunacak kaz olarak gördüğü kulüp artık tarihe karıştı.
Yapılan transferler, belli bir mali disiplin çerçevesinde gerçekleştiriliyor. Rumen golcü Marius Alexe de bunlardan biri. Romanya'nın Dinamo Bükreş takımından çok cüzi bir ücret karşılığında transfer edildi. Yaşı 25. Santrafor ve sol forvet gibi oynayabiliyor. Boyu 1.86. Buraya kadar her şey normal. Fakat bu oyuncu kesinlikle Süper Lig kalitesinde. Bunu zaten bir sakatlık yaşamazsa, izledikçe göreceğiz. Alexe, futbola Dinamo Bükreş'te başlamış ve henüz 16 yaşındayken Glasgow Rangers'ın ilgisini çekmiş. İskoç kulübü kendisine 250 bin Avro'luk bir teklif yapmış. Aynı zamanda Hearts ve Aberdeen de oyuncuya talip olmuş ancak Alexe o dönem kulübünde kalmayı tercih etmiş. Dinamo Bükreş tarafından tecrübe kazanması için Astra'ya kiralandığı 2008/09 sezonunda 23 maçta attığı 6 golle takımın Romanya 1.ligine çıkmasına katkıda bulunmuş. Bir sonraki sezona da Astra'da başlayıp 3. maçında Dinamo'nun ezeli rakibi Rapid Bükreş'e 2 gol birden atınca kiradan geri çağrılmış ve Dinamo Bükreş forması giymeye başlamış. Aynı sezon Dinamo formasıyla 29 maç daha oynayıp rakip filelere 5 gol göndermiş.
Marius Alexe'nin etkileyici 2009/10 sezonu performansı Romanya U21 milli takımındaki başarılı maçlarıyla birleşince ona çok büyük bir fırsat olarak geri dönmüş. O dönem "yeni Adrian Mutu" olarak lanse edilen oyuncuyu sezon sonunda Chelsea transfer etmek istemiş. Dinamo Bükreş'in bu transfer için 5 milyon Avro transfer bedelinde ısrar etmesi bu transferin gerçekleşmemesine sebep olmuş. 2013 yılında kulübünden ayrılmaya karar veren Alexe, o sezon Serie A ekiplerinden Sassuolo'ya 500 bin Avro karşılığında ve 2 milyon Avro opsiyonla kiralanmış. Hatta anlaşmaya göre Alexe'nin 10 gol atması halinde Dinamo Bükreş'in 300 bin Avro, 15 gol atması halindeyse 400 bin Avro bonus alması tasarlanmış. Ancak şansslızlık burada Alexe'nin yakasına yapışmış ve sol diz ön çapraz bağlarından geçirdiği sakatlık sebebiyle 6 ay sahalardan uzak kalmasına sebep olmuş. Sassuolo'nun bu sakatlık üzerine opsiyonu kullanmaması nedeniyle Alexe de yuvası Dinamo'ya dönmek zorunda kalmış. Bu arada oyuncuyu bir dönem Beşiktaş'ın da istediğini ancak bu transferin gerçekleşmediğini de belirtelim.
Bugüne kadar 26 kez Romanya'nın alt yaş kategorilerinde, 8 kez de A kategorisinde milli takım forması giyen Marius Alexe geçtiğimiz sezonu Dinamo Bükreş'te geçirdi ve sakatlığını tamamen atlatmış bir futbolcu görüntüsü verdi. Oynadığı 26 lig maçında 6 golü ve 4 asisti var. Bu rakam az gibi gelebilir ancak bu maçların tamamında ileri uç oyuncusu olarak oynamadığının altını çizelim. Marius Alexe, çok yönlü bir oyuncu. Santrafor olarak futbola başlamış ancak zamanla sol forvet ve forvet arkası pozisyonlarında da görev almış. Geçen sene de çeşitli maçlarda bu üç pozisyonda birden kullanıldı. Sol forvet oynuyor ancak solak değil. İki ayağını da çok iyi kullanabiliyor. Çok net şutları var. Kenarda oynarken süratinin verdiği avantajı kullanıyor. Teknik kapasitesi ve sürati en kuvvetli yönleri. İvmeli bir oyuncu. Çevik yapısı sayesinde ikili mücadelelerde ve topla driplinglerinde çok etkili olabiliyor. Mesafe ve açı gözetmeksizin kaleyi yoklayabiliyor. Ayrıca hava toplarında da çok etkili bir oyuncu. Hem ideal santrafor ölçütlerini karşılayabiliyor, hem de kenar forvet ve forvet arkası gibi oynayabildiğim için teknik direktörüne maç içinde oyuncu değişikliği yapmadan hamle şansı tanıyor.
Kardemir Karabükspor'un istikrarlı ve üst düzey bir futbolcu aldığını ve bunu çok küçük bir meblağ karşılığında gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. Marius Alexe eğer bir talihsizlik yaşamazsa adından çok söz ettirecektir.
Kulübün diğer transferlerine baktığımızda genel olarak tecrübeli ve lig için kaliteli oyuncuların kadroya katıldığını, alternatifli bir kadro oluşturulduğunu söyleyebiliriz. Gelen oyuncular daha önceki kariyerlerinde şampiyonluklar yaşamış, formasını giydikleri kulüpleri Süper Lig'e taşımış isimler. Yani kazanmaya alışkın ve bu yarışın stresini kaldırabilecek oyuncular tercih ediliyor.
Bu transferler, Karabükspor'un yeniden Süper Lig'e çıkmak için ne kadar istekli olduğunu gösteriyor. Bu şekilde iddialı birkaç transfer daha göreceğiz. İlerleyen senelerde de kendisiyle birlikte takımı da büyütecek, takımın Emmanuel Emenike'den İshak Doğan'dan aşina olduğumuz vitrin karakterine uygun oyuncular tercih edilecek. Bunun için elbette organize bir scouting çalışması da yapılacaktır. Ben bu takımın PTT liginde misafir olduğuna gönülden inanıyorum. Tecrübeli yönetim, tecrübeli teknik ekip ve doğru oyuncu kimyasıyla bu işin olmaması için hiçbir neden yok.Tek ihtiyaç taraftarın koşulsuz desteği, sabrı ve güveni. Taraftar üzerine düşeni yaptığında neler olduğunu tüm Türkiye gördü. Bir daha neden olmasın?

Bu yaz, Türk futbolcuların Avrupa için transferleri açısından oldukça verimli geçiyor. Gerek halihazırda Avrupa'da oynayanlar, gerekse de Türkiye'den Avrupa'ya gidenlerle ilgili hemen her gün yeni bir haber alıyoruz. Bugün de Nadir Çiftçi'den böyle bir haber geldi.
Nadir Çiftçi, Hollanda'da yetişmiş bir gurbetçi. Onu önce Portsmouth takımında tanıdık. Portsmouth'ta oynarken ilk kez A milli oldu. Ardından Kayserispor'la Türkiye ligine giriş yaptı fakat burada başarılı olamadı. Ardından Hollanda'ya NAC Breda'ya transfer oldu. Orada da vasat geçen bir sezonun ardından soluğu ilginç bir şekilde İskoçya'nın Dundee United takımında aldı. Dundee'de iki sezon oynadı ve müthiş bir grafik sergiledi. 82 resmi maça çıkıp 33 gol 21 asist üretti. Bu başarısı da ona İskoçya'nın şu anki
en yüksek profilli kulübü Celtic'in kapılarını açtı. Celtic, bugün yaptığı açıklamayla 23 yaşındaki Nadir'i dört yıllığına kadrosuna kattığını duyurdu. Bonservis ücreti 2.1 milyon Avro... Nadir'in başarısız dönemin ardından yaptığı çıkış takdire değer.
Bu yaz Avrupa'da transfer yapmış diğer oyuncuları kısaca bir toparlayalım
Arda Turan / Atletico Madrid -> Barcelona
Enes Ünal / Bursaspor -> Manchester City
Batuhan Altıntaş / Bursaspor -> Hamburg
Atınç Nukan / Beşiktaş -> RB Leipzig
Doğan Erdoğan / Samsunspor -> LASK Linz
Cerem Talha Dinçer / Başakşehir -> Villarreal B (kiralıktı ve opsiyonu kullanıldı)
Ayrıca Rizespor'la sözleşmesini fesheden Sezer Özmen'in Mouscron'a, Bursasporlu Ozan Tufan'ın da Valencia'ya transferleri söz konusu. Erciyessporlu Oğulcan Çağlayan için de baz söylentiler mevcut.
Bu bolluğun altında hiç şüphesiz Türkiye'de yabancı oyuncuya getirilen serbestlik de yatıyor. Türk oyuncular yurtdışında daha iyi bir eğitim alıp daha üst düzey futbolcular haline gelecek. Bu şüphe götürmez bir gerçek. Mesela bir Atınç'ın, Ralf Rangnick'in rahle-i tedrisatından geçtikten sonra nasıl bir stoper olacağını hayal etmek bile heyecan verici. Senelerdir neyi bekledik, anlamak mümkün değil. Umarım ki bu örnekler her geçen sene artarak çoğalır.

Haftalardır beklenen haber bugün gerçekleşti. Önce Ahmet Bulut açıkladı, ardından Barcelona'nın sosyal medya hesaplarında duyuruldu. Arda Turan artık Barcelona'nın futbolcusu...
Sözleşme 5 yıllık. Barcelona, Atletico Madrid'e tam 41 milyon Avro ödedi Arda'ya formasını giydirebilmek için. Galatasaray bu transferden herhangi bir yetiştirme bedeli alamıyor. Arda başka kulübe kiralanabilecek veya Barça'nın transfer yasağı sebebiyle altı ay boyunca sadece idmanlara çıkmakla yetinecek. Barcelona'da göreve gelecek olan yeni yönetim isterse 20 Temmuz'a kadar 30.6 milyon Avro karşılığında Arda'yı Atletico Madrid'e satabilecek.
Blogda Arda Turan'a tepki gösterdiğim çokça yazı mevcuttur. Haksızlığa uğradığında onu savunduğum yazılar da vardır ancak bakıyorum da genelde Arda'ya tepki göstermiş, kızmışım. Fikrim halen değişmiş değil elbette. O dönemin şartlarında Arda bana göre çok büyük hatalar yapmış ve özellikle de Galatasaray'a zarar veren bir oyuncu olmuştu. İspanya transferi hem ona hem de
Galatasaray'a yaradı. İspanya'daki Arda Turan profesyonelliği, yabancı milletlerden oyuncularla bir arada uyumla çalışmayı ve aslında "yabancı olmayı" öğrendi. Atletico Madrid'le müthiş bir istikrar yakaladı. Önemli başarılar elde etti. Arada Türkiye'ye geldiğinde bana göre yine saçma laflar ettiği de oldu (faizler düşmeli konusu en başta) ama futbolculuğunu çok çok ilerilere taşıdı. Barcelona'ya da sonuna kadar hak ederek gitti. Umarım ki başarılarını sürdürür.
Bu transferi bir başka açıdan daha okumak lazım. Arda Turan Barcelona'ya transfer oldu diye geçiştiremeyiz. Altyapı eğitimini Türkiye'de alan bir oyuncu dünya üzerindeki en büyük 2-3 kulüpten birine transfer oldu diye düşünmek lazım. Bu hakikaten muazzam bir durum. Tabii ki bu transfer Türkiye'deki altyapıların mükemmel olduğu anlamına gelmez. İyi bile değiller. Arda gibi bir yetenek 15-20 yılda bir çıkar ve gider. Ama bunun bir alışkanlık haline geldiğini düşünelim. Sadece Arda değil, altyapısını Türkiye'de almış beş altı tane daha futbolcunun böyle zirve kulüplere transfer olabildiğini düşünelim. İşte o zaman Türk futbolu kurtulur.

Japonya ligi bu sezon ilginç bir statüde oynanıyor. Daha önceki sezonlardan alışık olduğumuz klasik sezon anlayışı yerini iki etaplı ve play-off içeren bir sisteme bıraktı. Tabii bunun da kendine göre karmaşıklıkları ve çözümleri var. Kaynaklar biraz kısıtlı ancak ben kafamda netleştirebildiklerimi buradan iletmek istiyorum. Yanlış algıladığım noktalara varsa da şimdiden affola...
Japonya ligi yani J-League, 2005'ten bu yana klasik lig anlayışıyla oynanıyor. Bu sezon ise yeni bir statü getirildi. Benzer bir statü, 1993-2004 yılları arasında da uygulanmıştı. Buna göre, sezon 1. ve 2. etap olmak üzere iki farklı etaba ayrılıyor. Bu iki etabın ardından play-off ve şampiyonluk serisi maçları oynanıyor. Play-off sistemi çoğumuz için tanıdık, hatta ülkemizde de bir
şekilde uygulanmaya çalışılmış bir sistem. Fakat iki etap olayı meseleyi karmaşıklaştırıyor. Zaten Tsubasa'nın topraklarındaki futbolseverler de duruma oldukça tepkili. Detaylara gelelim ve madde madde ilerleyelim...
- Her iki etabı ilk sırada tamamlayan takımlar, play-off oynama hakkı kazanıyor.
- Genel sezon puan tablosunun ikinci ve üçüncü sırasında bulunan takımların da katılımıyla play-off turu dört takıma tamamlanıyor. Etap birincileri genel sezonu ilk iki sırada tamamlamışsa genel sezon dördüncüsü de play-off oynuyor.
- 1. ve 2. etap birincilerinden puanı yüksek olan takım (eşitlikte averaja bakılıyor), genel sezon üçüncüsüyle; puanı düşük olan takım ise genel sezon ikincisiyle oynuyor.
- Play-off maçlarının galibi, genel sezonun birincisi ile çift maç üzerinden şampiyonluk serisine çıkıyor.
- 1. ve 2. etap birincilerinden birisi eğer genel sezonu da lider tamamlamışsa play-off oynamasına gerek kalmadan direkt olara şampiyonluk serisine katılma hakkı elde ediyor.
- Bu durumda örneğin X takım eğer 1. etabı ilk sırada tamamlamış ve genel sezonu da lider bitirmişse 2. etap birincisi olan Y takım, önce normal sezon üçüncüsü, ardından bu serinin galibi de normal sezon ikincisi ile oynayıp X takımın rakibi olmaya çalışıyor.
- Eğer 1. ve 2. etapları aynı takım lider tamamlamışsa, bu takım normal sezonun da lideri olacağından direkt olarak şampiyonluk serisine çıkıyor. Genel sezon ikinci ve üçüncüsü de play-off oynayıp bu takıma rakip olmaya çalışıyor.
- Genel sezonu son üç sırada bitiren takımlar direkt küme düşüyor.
Bu haftasonu 1. etap maçları sona eriyor. Geride kalan 16 hafta sonunda en yakın rakibinin beş puan önünde bulunan Urawa Red Diamonds, ilk etabı lider bitirmeyi garantiledi. Dolayısıyla play-off oynamaya da şimdiden hak kazanmış durumdalar. Eğer normal sezonu da lider tamamlarlarsa direkt şampiyonluk serisine çıkacaklar.
Şu ana kadar J-League ile ilgili çözebildiklerim bu kadar. Elbette eksik kalan ya da yanlış algıladığım noktalar olabilir. Bu noktaları da yorum kısmından düzeltirseniz seve seve yayınlarız.
Kabuk Değişimi
18 Jun 2015 7:38 AM (9 years ago)

Fenerbahçe bugün yaptığı açıklamayla Pierre Webo, Egemen Korkmaz, Selçuk Şahin, Bekir İrtegün ve Mert Günok'la yeni sözleşme imzalanmayacağını ve yolların ayrıldığını duyurarak oyunculara başarılar diledi. Gün için de de Bekir İrtegün sosyal medyadan yaptığı açıklamayla kulübünden ayrılacağını ilan etmiş ve Fenerbahçe camiasına teşekkür etmişti.
Bunlar karşılıklı şık davranışlar. Keşke her kulüpte ayrılıklar böyle olsa. Futbolcular da ilerleyen dönemde ayrıldıkları kulübe başka görevlerle gelebileceklerini düşünüp (ortada çok büyük bir haksızlık yoksa) camialarla küsmeden yolları ayırmayı başarabilse... Olay, etik boyutuyla ideale yakın. Teknik boyutu ise olumlu ve olumsuz anlamda tartışılacaktır.
Adı geçen oyuncuları incelediğimizde Mert Günok haricindekilerin 30 ve üstü isimler olduklarını görüyoruz. Fenerbahçe belli ki takımı gençleştirmek ve yavaş yavaş kabuk değiştirmek istiyor. Dün yapılan Simon Kjaer transferi de bu görüşü destekler nitelikte
ve doğru bir transfer. Takımın yaşlılarından Dirk Kuyt zaten ayrılmıştı. Tabii gençleştirme operasyonu söz konusuyken Volkan Demirel ve Emre Belözoğlu gibi isimlerle devam edileceğinin de altını çizmek gerek. Akla gelen diğer isimlerden Mehmet Topuz'un da takımdan ayrılması bekleniyor.
Şimdi geçtiğimiz günlerde yazdığım şu linkteki yazıda değindiğim nokta öne çıkıyor. Fenerbahçe'nin yerli iskeletindeki beton harcı vazifesi gören isimlerden Bekir, Egemen ve Selçuk artık takımda olmayacak. Bu isimler asla birer yıldız değil. Ancak takım ruhunun sürekli diri kalması için önemli yapı taşları. Türkiye'deki başarı kriterlerinden en önemlisinin de sistematik ve modern futboldan ziyade takım ruhu/vatan millet sakarya edebiyatı olduğunu düşündüğümüz vakit, bu oyuncuların sanıldığından da önemli oldıuklarını idrak edebiliyoruz.
Şimdi Fenerbahçe'nin yapması gereken, bu yerli iskeleti yeniden takviye etmek. Elde Volkan Demirel, Gökhan Gönül, Emre Belözoğlu, Mehmet Topal, Caner Erkin ve Alper Potuk gibi isimler var. Bunlara yenileri katılmalı. 14 yabancı kimseyi kandırmasın. Yerlileriniz baskın karakterli değilse sezon sonunda başarı gelmez. Fatih Terim'in Galatasaray'ın başındayken başarıyı yakaladığı her dönemde elinde baskın bir yerli oyuncu iskeleti vardı. Bu iskelet milli takımı bile uzun süre başarıya taşıdı. Önümüzdeki günlerde Fenerbahçe'nin Şener Özbayraklı ile sözleşme imzalayacağı yazılıp çiziliyor. Şener iyi bir seçim ancak asla tek başına yetmez. Kadro iskeletini yabancı ağırlıklı kuracaksanız o zaman o yabancılara da aidiyet duygusu aşılamanız gerek. Dirk Kuyt'ta bu vardı. Felipe Melo'da da var. Maalesef Türkiye'de bu oyun akıldan ziyade duyguyla oynanıyor ve başarı da buna endeksli. O yüzden uluslararası başarılarımız da tesadüflere bağlı, saman alevi başarılar. Ancak bu gerçeğin değişmesi kısa vadede mümkün değil. Değiştirmesi için eline yetki verilen kişiyse bu duygusal ve hamasete dayalı anlayışın en önemli temsilcilerinden Fatih Terim. Bekleyip göreceğiz...

Yabancı kuralı değişti değişeli buralar bambaşka oldu. Tüm kulüplerin transfer stratejileri önceki senelere göre bambaşka bir hal aldı. Yeni yabancı kuralına gücü yetecek olan da olmayan da benzer bir yol haritası çizmiş durumda. Oysa olay hiç de öyle görüldüğü gibi basit değil. Süper Lig'de başarı kriterleri yine çok başka olacak.
14 yabancılı sistem elbette son yıllardaki abartı sınırlamanın yanında çok daha efektif olabilecek nitelikte. Bu serbestiyi doğru kullanan kulüpler muhakkak rakipleri karşısında avantaj elde edecekler fakat bu işin de bir maliyeti var. Kadronuzdaki 14 yabancı kontenjanını da kullanacak olursanız TFF'ye 6 milyon TL tutarında bir fon payı ödüyorsunuz. Bu öyle görüldüğü gibi az bir rakam
değil. Yabancı oyuncu, Türkiye gibi az gelişmiş liglerde takımın iskeletinden ziyade tamamlayıcı unsur olarak kullanıldığı takdirde yararlıdır. Buradan asla yabancı karşıtı olduğum anlamı çıkarılmasın. Aksine, yerli oyuncuların ve çoğu yerli hocanın altyapısal sorunları nedeniyle uluslararası alanda asla iş yapamayacağını düşünenlerdenim. Keşke tüm takımı kaliteli ve altyapısı düzgün oyunculardan (yani yabancı ve gurbetçilerden) oluşturup Süper Lig'i alabilecek bir takım olsa. Türkiye'nin gerçeği maalesef bu. Kalitesiz futbol ortamı, başarıyı da kalitesiz olana zimmetliyor. Baskın bir yerli iskeleti olan takımlar, her şekilde ligi domine edecektir. Bunu bu sene de göreceğiz.
Biz bu gerçekleri yaşarken, başta Fenerbahçe'de çok acayip işler oluyor. Kulübün İtalya'dan ithal sportif direktörü Terraneo, Avrupa'da çok başarılı olabilecek bir takım kurma amacında. En azından spor haberlerinde denk geldiğimiz isimler bunun habercisi. Peki bu takım Süper Lig'de ne yapar? İşte orası muamma. Fenerbahçe her zaman iddialı olabilecek, ligin doğal favorilerinden biri olarak düşünmemiz gereken bir camia. Ancak bu sezon gelenlerden çok, gidenler konuşulacak gibi. En azından şimdiye kadar öyle oldu. Kaleci Mert Günok'la yolların ayrılması kesinleşti. Mert ve menajeri Batur Altıparmak bu konuda net açıklamalar yaptılar. Bu, bir yabancı kaleci alınacağının da işareti. Peki yabancı kaleci alınacakken gönderilen isim 25 yaşındaki Mert Günok mu olmalıydı yoksa 34 yaşındaki Volkan Demirel mi? Kiralık olarak oynadığı Sivasspor'dan dönecek olan Ertuğrul Taşkıran'a güveniliyor olabilir fakat şu anda yerli kaleci olarak Mert Günok gibi bir değeri bedelsiz olarak bırakmak pek de akıl işi değil. Kim ne derse desin, Mert şu haliyle ligde 14-15 takımın kalesini gözü kapalı teslim edebileceği bir isim. Ayrıca sonradan olma bir kaleci de değil. Türk futboluna yıllarca hizmet etmiş, bir dönemin meşhur kalecisi Mahir Günok'un oğlu. Bazı şeyler gerçekten kalıtsal...
Ayrılıklar Mert Günok'la da bitmiyor. Bekir İrtegün ve Egemen Korkmaz'ın da takımdan ayrılacakları konuşuluyor. Mert, Bekir ve Egemen gibi isimler şu halleriyle takımın yıldızı değiller elbet. Ancak bir beton harcı vazifesi görüyorlar. Sağlam bir yerli iskelet derken tam da bunu kastediyorum aslında. Türkiye'de gerçek bir "takım" oluşturacaksanız bunu para için gelen Meireles'i, Sneijder'i, Cardozo'yu ya da Demba Ba'yı takım iskeletinin ana unsuru yaparak başaramazsınız. Sizi takım yapanlar Selçuk İnan, Mehmet Topal, Olcay Şahan ya da Özer Hurmacı'dır.

Yeni yabancı kuralının çok hoş getirileri de olacak. Bunlardan biri de yerli oyuncuların yurt dışında oynamaya daha hevesli yaklaşmaları olacak şüphesiz ki. Bugünkü haberlere göre bunun ilk örneği de gerçekleşmek üzere. Beşiktaş'ın uzun süredir çok şeyler bekleyip neredeyse hiç verim alamadığı Muhammed Demirci'nin, Rosenborg'la idmanlara çıkacağı yazılıp çiziliyor. Her yıldız oyuncu illa ki Arda Turan gibi Avrupa'nın büyük kulüplerine gidecek değil. Belçika, Hollanda, Avusturya ve Norveç gibi ligler de tercih edilmeli ve bu haber doğruysa Muhammet Demirci doğru bir adım atmış. Umarım ki devamı gelir.
Bu arada Galatasaray'da da Hamza Hamzaoğlu'nun Lukas Podolski'ye mesafeli yaklaştığı ve Aydın Yılmaz'la sözleşme yenileneceği söylentileri var. Aman diyeyim. Sağlam yerli iskelet dediysek, o kadar da değil. Aydın Yılmaz da nedir :)
Ezcümle, yeni kural doğru bir şekilde uygulandığında fark yaratmak için bire bir. Bunun için de düzgün bir yapı, sabır, scouting ve uzun vadeli planlar gerek. Bunları uygulayan birkaç adım öne geçer. Yaşayıp göreceğiz.
Bilic'e Veda
30 May 2015 12:58 AM (9 years ago)

Beşiktaş bugün iki sezondur teknik direktörlüğünü yapan Slaven Bilic'e veda ediyor. Bu vedanın sebebi beklenen saha başarısının gelmemiş olması şüphesiz. Neydi acaba bu beklenen saha başarısı? Bir oturup düşünmek lazım.
Bilic gibi karakterler Türkiye'de daha çok aranır. Taraflı tarafsız birçok futbolsever tutar Bilic'i. Hataları elbette oldu. Bu sezonki şampiyonluğun kaçışını bile Bilic'e bağlayanlar mevcut. Haklı argümanları da var muhakkak. Pektemek ısrarı, Tolgay Arslan'dan
en formda döneminde bile yeterince faydalanamamış olması... Çeşitli şeyler sayarsın. Zor değil...
Fakat bir de sormak lazım. İki sezondur kendine ait bir sahası bile olmayan göçebe Beşiktaş'ı ilk sezonunda (Fenerbahçe'nin cezasıyla da olsa) Şampiyonlar Ligi elemesine götürmek, ikinci sezonunda da şampiyonluğu son haftalara kadar kovalamak, Avrupa'da Arsenal'e kök söktürüp, Tottenham ve Liverpool'u devirerek son 16'ya kalmak kolay iş mi? Bakın burada saha olayı çok mühim. İnönü Stadı'nın bitiş tarihi çok kez revize edildi. Geçtiğimiz Ağustos ayında stadı açmaktan bahsediyordu Fikret Orman. Tabii ki yetişmedi. Acaba önümüzdeki Ağustos'a yetişir mi? Ortada bir başarısızlık varsa net olarak budur. Ve birileri başarısızlık nedeniyle gidecekse o kişi Bilic midir?
Her neyse... Ben Beşiktaş taraftarı değilim. Ancak Slaven Bilic'in gidişi beni de üzdü. Onun Türkiye'deki futbol ortamına katacağı daha çok şey vardı. Kusursuz değildi. Olması da beklenemezdi. Saha içi bazı takıntıları vardı. Hangi teknik direktörün yok ki? Ne var ki bu kusurlu hali bile onun gidişinin bir "kayıp" olmasını engellemiyor. Güle güle Slaven Bilic...

Türkiye'deki futbol kamuoyunun ve muhtemelen de çoğunlukla Galatasaray taraftarlarının yıllardır beklediği bir futbol adamı Tugay Kerimoğlu. Bugün, kendisinin Gençlerbirliği ile görüştüğü fakat henüz sonuç alınamadığı haberleri var basında. Doğrudur ya da yanlıştır bilemem.
Genç yaşta Galatasaray kaptanlığına layık görülmesi, ilerleyen yaşına rağmen Premier Lig'de yaptıkları ve kamuoyunda gördüğü saygı, Kerimoğlu'nun müstakbel teknik adamlık kariyeriyle ilgili umutlanmak için gayet geçerli sebepler. Aslında Manchester City rezerv takımında, ardından da Galatasaray'da Gheoghe Hagi ve Roberto Mancini'nin ekiplerinde yardımcı antrenör olarak görev
alarak işe inceden de olsa bir başlangıç yapmıştı. Fakat bu dönemler -özellikle de Hagi dönemi- saha içi sonuçları bakımından kesinlikle tatmin edici geçmedi ve Tugay Kerimoğlu da gerekli inisiyatifi almadığı gerekçesiyle oldukça sert eleştirilere maruz kalmıştı.
Daha sonra İngiltere'den Cardiff City ve Fulham gibi kulüplerle adı geçse de bu söylentiler bir türlü gerçeklik kazanmamıştı. Ki aslında Ada futboluna yatkın, o coğrafyada oynanan futbolu teorik olarak özümsemiş bir Tugay Kerimoğlu, söz konusu kulüplerde gayet başarılı olabilirdi.
Türk futbolunun bu önemli ismi bugün 45 yaşında ve halen daha aktif olarak bu işin içinde değil. Bana göre bu çok büyük bir kayıptır. Tugay Kerimoğlu, doğru bir proje ve geniş bir hareket alanı ile çok önemli işler yapabilecek bir tecrübedir. Futbolculuğında saha için organizatörlüğünü nasıl iyi yapıyorsa, şimdi de saha dışındaki organizasyonu aynı kusursuzlukta düzenleyebilecek melekeler onda vardır. Bugün dünya futbol piyasasına baktığımızda Bayern Münih teknik direktörü Pep Guardiola'nın 37 yaşında Barcelona'da birinci adam olduğunu; Alman milli takımının hocası Joachim Löw'ün 36 yaşındayken Stuttgart'ın başına geçtiğini; Roberto Di Matteo'nun 39 yaşındayken West Bromwich Albion, 42 yaşındayken de Chelsea'nin başına geçip bir Şampiyonlar Ligi kupası kaldırdığını; Tugay Kerimoğlu'nun da birlikte çalıştığı Roberto Mancini'nin 37 yaşındayken Fatih Terim'in yerine Fiorentina'da göreve başladığını görebiliyoruz. Örnekler çoğaltılır. Aynı Tugay Kerimoğlu gibi saygın bir kulüp kariyerine sahip olup genç yaşta önemli kulüplerde görev alan Frank Rijkaard, Sinisa Mihajlovic, Stefano Pioli, Vincenzo Montella, Filippo Inzaghi ve Bruno Labbadia gibi çok fazla isim sayabiliriz. Çok uzağa gitmeye de gerek yok aslında. Fatih Terim milli takımı Euro 96 elemelerine götürdüğünde 43 yaşındaydı. Öncesinde de ligde iki takım çalıştırıp yine milli takımlar seviyesinde de Akdeniz Oyunları şampiyonluğu kazanmıştı.
Tabii ki bu örneklerden bahsederken Tugay Kerimoğlu'nun 39 yaşına kadar üst düzey platformlarda futbol oynadığını da göz önünde bulunduruyorum ancak bu durum, asla bir şeylere geç kalınmak üzere olunduğu gerçeğini değiştirmez.
Sözün özü, Tugay Kerimoğlu'nun boşa geçirdiği her gün hem kendine, hem de Türk futboluna zarardır ve artık bu sezondan tezi yok saha kenarındaki yerini almalıdır. Bu noktada en çok ihtiyaç duyulan şey hiç şüphesiz cesaret. Bu tek taraflı olacak bir şey değil. Buna hem kendisinin hem de kulüplerin cesaret etmesi ve ortaya uzun soluklu bir proje koyulması gerekiyor.

Bu hafta Bundesliga'da Tayfun Korkut için bir nevi kader haftası. Hannover 96 küme düşme hattının hemen üzerinde ve bu hafta eğer Hertha Berlin'den bir galibiyet alamazlarsa gurbetçi hocayla yolların ayrılmasına neredeyse kesin gözüyle bakılıyor.
İçinde bulunulan zor duruma rağmen takımda maalesef bir ışık yok. Tam 11 haftadır 3 puanı bir arada görmüş değiller. Üstelik bu 11 haftada 19 gol yediler, ki bu rakam göreve geldiği günden bu yana takımı defansif yönden getirdiği seviyeyle takdir toplayan Tayfun Korkut'un standartlarında ciddi bir sapma olduğunun göstergesi. Şimdi rakip Hertha Berlin. Hertha, yeni teknik direktör Pal Dardai yönetiminde sekiz maça çıkmış ve son haftalarda gayet iyi sonuçlar alıyorlar. Hatta Mainz ve Hamburg galibiyetlerinin ardından rakip teknik direktörler Kasper Hjulmand ve Joe Zinnbauer görevlerinden ayrılmışlardı. Sekiz maçta iki hoca gayet iyi istatistik. Bunun üç olma ihtimali de oldukça yüksek. Göreceğiz...
Burada tüm suç Tayfun Korkut'un olamaz elbette. Enteresan bir örnekle açıklayalım. Sezonun ilk yarısında Hannover'in başarılı sayılabilecek bir performansı var. Freiburg beraberliğiyle kapattıkları ilk yarının sonunda puan tablosunun sekizinci sırasındalar ve
yedi galibiyetleri var. Bu, kadro yeşil siyahlıların kadro kalitesi de düşünüldüğünde oldukça iyi bir rakam. Fakat taraftarı tatmin etmeyen bir şeyler var. O başarılı döneme rağmen Tayfun Korkut bir kısım taraftardan sert eleştiriler alıyor. Bu eleştirilerin sebebi de tanıdık bir isim: Ceyhun Gülselam... Yapılan eleştirilerde Korkut'un Ceyhun Gülselam'ı Türk olduğu için oynattığı ve bu oyuncunun aslında ilk 11'de forma giymeyi asla hak etmediği üzerinde duruluyor. Sistem kendi çapında da olsa işlerken Tayfun Hoca eleştirilere kulak veriyor ve Ceyhun'u ilk yarının son haftasındaki Freiburg maçından itibaren kızağa çekiyor. Tabii burada yönetimin de bir telkini olabilir. İşin o detayını bilmiyorum. Ceyhun'suz dönemde alınan sonuçlar ortada. O haftadan itibaren oynanan onbir maçta galibiyet yok ve sadece beş puan toplanabilmiş. Bu onbir maçın dokuz tanesinde Ceyhun Gülselam hiç süre alamamış. Sadece 22 ve 23. haftalarda oynanan Köln ve Stuttgart maçlarında forma giymiş ve bu maçlar da beraberlikle neticelenmiş. Yani Ceyhun'un oynamadığı dokuz maçta takım sadece üç puan alabilirken oynadığı iki maçı da kaybetmeden tamamlamış.
Normalde Ceyhun Gülselam'ın futbol melekelerini futbolseverler pek yeterli bulmaz. Benim de yeterli bulmadığım yönleri çoktur ancak geçen sezon Roberto Mancini'nin, bu sezonun ilk yarısında da Tayfun Korkut'un kendisinde neden bu kadar ısrar ettiklerini iyi analiz etmek gerek. Bazen gösterişsiz oyuncular, takımdaki büyük gedikleri kapatırlar. Belki üç kişiyi ard arda çalımlayıp 35 metreden gol atamazlar fakat futbolun temel gereksinimlerini bildiklerinden, en basitinden duracağı yeri bildiklerinden dolayı büyük katkıları olur. Ceyhun da böyle bir oyuncudur işte. Alt yaş kategorilerinden sekiz yıl boyunca Bayern Münih tedrisatından geçmiş olması bile belli bir fark yaratmış durumda.
Sıkıntının özü bu olmayabilir elbet fakat işler yolunda giderken yapılan bu keskin değişikliğin, yaşanan başarısızlıkta bana göre önemli bir payı var.
Bu hafta neler olacağını hep beraber izleyeceğiz. Tayfun Korkut, bizden biri olarak Bundesliga'da görev alıyor ve muhakkak ki teknik direktörlük geleceği çok parlak. Olası bir görevden ayrılma durumunda Türkiye'den çok fazla talibi çıkacaktır. Umarım Hannover'de devam eder, devam edemezse de 1.Bundesliga'da kalır...

Biz futbolseverler için heyecanlı bir turnuva olsa da kulüpler için zaman zaman kabusa dönüşebilen bir organizasyon var. Adı Afrika Uluslar Kupası. Dünya Kupası maçlarıyla çakışmaması için bir yıl kaydırılan bu turnuva, iki yılda bir düzenleniyor ve yaklaşık üç hafta boyunca bazı önemli oyuncuları kendi kulüplerinden mahrum bırakıyor. Elbette Süper Lig de bu durumdan etkilenen ligler arasında.
Bu sene de daha önce olduğu gibi Süper Lig'de forma giyen birçok önemli Afrikalı oyuncu bu turnuvaya katılacak. Katılması beklenen fakat milli takımlarından davet almayanlar da var. Kısaca bu isimleri görelim.
Burkina Faso
Ligimizde iki adet Burkina Fasolu oyuncu var. Bunlar Kardemir Karabükspor forması giyen Abdou Razack Traore ve Mersin İdman Yurdu'nun kanat oyuncusu Prejuice Nakoulma. İkisi de turnuvada boy gösterecek ve ülkeleri Burkina Faso'nun, Ekvato Ginesi, Gabon ve Kongo'dan oluşan A Grubu'ndan çıkma şansı hayli fazla.
Yeşil Burun Adaları
Aslında düne kadar bu ülke adına forma giyen bir oyuncu bizim ligimizde yer almıyordu. Ancak Kardemir Karabükspor'un yeni transferi Jailton Alves Miranda, ya da daha bilinen adıyla "Kuca", ilk kez 2013'te bu turnuvada yer alıp çeyrek final gören Yeşil Burun Adaları'nın önemli bir oyuncusu. Sol kanat hücumcusu olarak görev yapan Kuca, ikinci yarının ilk 1-2 haftasında takımını kendisinden mahrum bırakabilir.
Gana
Gana, bu tarz turnuvaların doğal favorilerinden biridir. Dünya çapında çok önemli kulüplerde forma giyen oyuncuları var. Kayseri Erciyesspor forması giyen savunma oyuncusu John Boye de bu önemli oyuncularla birlikte ülkesinin başarısı için mücadele edecek. Cezayir, Güney Afrika ve Senegal'den oluşa zorlu C Grubu'nda neler yapabileceklerini merak etmemek elde değil.
Cezayir
Gana'nın da yer aldığı ölüm grubunun bir diğer önemli takımı da son Dünya Kupası'nın yükselen yıldızı Cezayir olacak hiç şüphesiz. Vahid Haillhodzic'le Cezayir akımına kapılan Trabzonspor'un tecrübeli oyuncusu Carl Medjani de bu takımın önemli bir dişlisi konumunda.
Senegal
C Grubu'nun bir diğer ağır topu Senegal, turnuvanın da favorileri arasında yer alıyor. Kadrodaki dünya yıldızlarının arasında Fenerbahçe'nin forvet oyuncusu Moussa Sow'u da barındırıyorlar.
Fildişi Sahili
Yetiştirdiği yıldızlar ve milli takım başarılarıyla Afrika futbolunun son 10 yılına damga vuran Fildişi Sahili, bu turnuvanın da dikkatle izlenecek takımlarından biri. Bu sezon kadrolarından bir Didier Drogba yok fakat yine de önemli yıldızlara sahipler. D Grubu'nda Mali, Kamerun ve Gine'nin arasından sıyrılması beklenen güçlü ekibin savunma oyuncuları arasında Çaykur Rizespor'dan Ousmane Viera da yer alıyor.
Mali
Mali, kadro kalitesi olarak pek fazla dikkat çekmese de turnuvanın sürpriz yapmazı muhtemel takımlarından biri. Kadroda Trabzonspor'un forveti Mustapha Yatabare ve Kayseri Erciyesspor'un orta saha oyuncusu Yacouba Sylla da yer alıyor.
Kamerun
90'ların fırtına takımı Kamerun, geçmişi mumla arasa da her turnuvaya iddialı katılan takımlar arasında yerini alır. Bu sene de değişen bir şey yok. Afrika Aslanları, Türkiye liginden en çok oyuncuyu bünyesinde barındıran ekip. Galatasaray'ın stoperi Aurelien Chedjou, Kayseri Erciyesspor'un defansif orta saha oyuncusu Georges Mandjeck ve Çaykur Rizespor'un golcüsü Leonard Kweuke, ülkelerinin başarısı için ter dökecekler.
Gine
Gine de turnuvada sürpriz yapabilecek takımlarından biri. Fildişi Sahili onlar için zorlu bir rakip fakat Mali ve Kamerun arasından sıyrılıp gruptan çıkmaları şaşırtmaz. Trabzonspor'un sezon başında Milan'dan transfer ettiği Kevin Constant ve birkaç gün önce Orduspor'dan Gençlerbirliği'ne transfer olan Guy-Michel Landel bu turnuvada Gine forması giyecekler.
Turnuvada boy gösterecek Süper Lig futbolcularına ve kulüplerine bir göz attığımızda en ağır yükün üçer oyuncuyla Trabzonspor ve Kayseri Erciyesspor'da olduğunu görüyoruz. Bu takımları ikişer oyuncuyla Kardemir Karabükspor ve Çaykur Rizespor izliyor.
2015 Afrika Uluslar Kupası'na katılanların yanında, bir de katılması beklenen fakat katılamayanlar var. Daha önce bu turnuvalarda Demokratik Kongo formasıyla boy göstermiş olan Kardemir Karabüksporlu Larrys Mabiala ve Çaykur Rizespor'dan gönderilmesi gündemde olan Lomana LuaLua; Gana'dan davet almayan Eskişehirsporlu Jerry Akaminko ve Trabzonsporlu Waris Majeed; sakatlığı sebebiyle Cezayir kadrosundan çıkarılan Trabzonspor stoperi Essaid Belkalem; Senegal'den davet almayan Beşiktaş'ın yıldızı Demba Ba; daha önce defalarca böyle turnuvalarda boy göstermelerine rağmen yerlerini yeni jenerasyona bırakan Akhisarlı Didier Zokora ve Gençlerbirliği'nin orta saha oyuncusu Jean Jacques Gosso; Mali'den davet almayna Bursasporlu Bakaye Traore ve sakatlık sebebiyle turnuvaya katılamayan Kardemir Karabüksporlu Samba Sow ile Kamerun milli takımının bıraktığını açıklayan Fenerbahçeli Pierre Webo, turnuvaya katılmayan önemli Afrikalı oyuncular olarak dikkat çekiyor.
Son olarak Afrika Kupası'nda boy gösterecek olan ve önceki yıllarda ülkemizde forma giymiş eski dostlara değinelim. Senegal'den Alfred N'Diaye Bursaspor ve Eskişehirspor; Tunus'tan Hocine Ragued Kardemir Karabükspor; Burkina Faso'dan Aristide Bance Samsunspor; Gine'den Kamil Zayatte Konyaspor ve o dönemki adıyla İstanbul Büyükşehir Belediyespor ve son olarak da Kamerun formasını giyecek olan Eyong Enoh da Antalyaspor formalarıyla Spor Toto Süper Lig'de mücadele etmişlerdi.

Uzun süredir blog üzerinden maç yorumu yapmıyordum. Bugün Kardemir Karabükspor'un güzel galibiyeti vesilesiyle bir hasret gidereyim dedim.
Öncelikle bu maçın Karabük açısından önemine değinmek gerek. Geçen hafta alınan Rize galibiyetiyle devre arasına 15-20 puan seviyesinde girme hedefi gerçekçi bir hal almıştı. Önümüzdeki maçlar Eskişehir, Balıkesir ve Sivas gibi puan cetvelinin alt sıralarındaki takımlarla olduğu için alınacak her 3 puan aslında 6 puanlık bir etki gösterecekti. Bursaspor maçı da rakibin gücü ve az önce saydığım takımlar karşısında aldığı iyi sonuçlar düşünülünce 1 puanın bile yeterli görüleceği, takıma özgüven kazandıracak bir mücadeleydi.
Bursaspor'da Serdar Aziz, Ozan Tufan ve Bekir Yılmaz'ın cezalaı, maç öncesi birçok dengeyi değiştirecek, yeşil beyazlıları savunma anlamında sıkıntıya sokacak bir ayrıntıydı. Nitekim Karabükspor, bu eksiklerin üzerine gidip rakibin zaaflarından
yararlanmayı başardı. Yapılması gereken en önemli şey savunmada aksamamaktı fakat bu konuda ne yazık ki pek parlak yorum yapamıyoruz.
Kardemir Karabükspor açısından bugünün iki önemli doğrusu vardı. Birincisi sahaya 4-4-2 dizilişi ile çıkışlması oldu. Rize maçından önce Tolunay Kafkas, mecburen 4-4-2 ile maça başladığını söylemişti. O gün, bu formasyon bir mecburiyetti. Fakat bugün Yiğit İncedemir ve Abdou Traore gibi oyuncuların takıma geri dönüşüyle birlikte bu mecburiyet ortadan kalktı, ve 4-4-2 bir "tercih" halini aldı. Hocanın mecburiyetten tercihe geçişi müthiş olumlu bir şey. Zira Karabükspor için en doğru formasyon bu.
İkinci doğru ise rakibin sol kanadının üzerine oynanması oldu. Aziz Behich, soldan hücuma çok iyi çıkışlar yapsa da savunmada aksayan bir oyuncu. Nitekim buradan bolca pozisyon üretildi, bir de penaltı kazanıldı. Tolunay Kafkas'ı bu ısrarından dolayı da ayrıca tebrik etmek gerekir.
Aksayan nokta savunmaydı. Mabiala bugün maça da pek iyi başlayamamıştı. Karşılaşma boyunca birkaç önemli hata yaparak tehlikelere neden oldu. Tanju her zamanki gibi aksadı. Bursaspor'un attığı iki gol de birbirine benziyor ve savunma hatalarıyla örülü. İkinci golde hakemin de hatası var fakat önünde sonunda bu bir hatalı taç kararıdır. Orada tacın kim tarafından kullanılacağına takılmak yerine oyuna odaklanılsa o gol de yenilmeyebilirdi fakat yine de bu pozisyonda hatanın büyüğünü hakeme yazmak gerekir.
Mabiala ve Tanju'nun performans düşüklüğüne değinmiştik. Onun haricinde Akpala da bugün geçen haftaki kadar etkili değildi. Özellikle ikinci yarıda çok fazla kritik top kaybı yaptı. Biraz daha dikkatli ve dirençli olabilse 3. golü daha erken bulmak mümkün olabilirdi. İki golün sahibi Valentin Viola, ilk yarıda Onur Ayık, Domi Kumbela, ikinci yarıda ise Hakan Özmert çok iyi futbol sergilediler. Takımı taşıyan isimler oldular.
Karabükspor'un son golü ofsayt koksa da sezon başından bu yana hakemlerden yana canı en çok yanan kulübün hangisi olduğunu herhalde hatırlatmaya gerek yok. Tabii ki hiç hata olmasın, fakat bu da imkansız. Netice olarak, oynanan futbolla zaten kazanmayı hak etmişti Karabükspor.
Güne dair bir diğer güzellik de kulübedeki zenginlik hiç şüphesiz ki. Geçtiğimiz haftalarda 18'i tamamlayacak oyuncu bulmakta zorlanırken bugün Erkan Kaş'ı oyuna sokma gereği dahi duymadı Tolunay Hoca. Daha önceki maçlarda orta sahaya oyuncu alınırken eldeki tek alternatif Aykut Akgün'dü. Bugün Yiğit İncedemir'le orta saha nefes aldı. Bunlar çok önemli ve olumlu ayrıntılar. Furkan Özçal ve Umut Gündoğan gibi oyuncularla bu rotasyon çok daha fazla rahatlayacak. O konuda daha ayrıntılı bir yazı yazmayı düşünüyorum. Samba Sow da döndüğünde takım iskeleti fazlasıyla rahatlayacaktır.
Ezcümle, Rize maçının ardından Bursa'dan da 3 puan almak takıma ilaç oldu. Tribündeki taraftar da bugün görevini yerine getirdi. Bu takım bir şeyler yapacaksa tribünüyle, oyuncusuyla ve yönetimiyle yapacak. Bu üç unsur bir arada ve uyum içinde olmalı. Hatalar elbette olur. Köstek değil, destek olunmalı ve hatalar el birliğiyle düzeltilmeli. Herkes bu kulübün iyiliğini istiyor. Küslükler dargınlıklar unutulup herkes üzerine düşeni yapmalı...
Kaiser
12 Nov 2014 11:56 PM (10 years ago)

Dün akşam Brezilya karşısında kimine göre bir futbol şöleni, öğretici bir ders, kimine göreyse aşağılayıcı bir futbol rezaleti yaşadık. Ben, ikinci görüşe daha yakınım. Evet, iyi bir Brezilya'nın olduğu her futbol ortamı izlemeye değerdir ancak bu durum, karşısındakinin yapmaya çalıştıkları ya da çalışmadıklarıyla tatsızlaşabilir. Biz, dün epey tatsız bir sınav verdik aslında.
Bundan 10-12 sene evvel Dünya Kupası'nda kök söktürdüğümüz, Konfederasyon Kupası'nda yarım kadroyla elimizden kaçırdığımız bir Brezilya vardı. Bugünkü Brezilya'dan da iyi takımdı. Onlarla oynayabilmek için fahiş ücretler ödemek zorunda kalmıyor, iyiden iyie 3.Dünya ülkesi konumuna düşmüyorduk. Maçtan sonra öğrendik ki yakın zamanda Arjantin'le de bir özel
maç oynanacakmış. Bu maçların asıl amacının hazırlıktan öte, halkla milli takımın barışması ve yeniden kaynaşması için bir PR çalışması olduğu gayet açık. Brezilya'nın sahada yaptıklarıyla, Neymar'ın son dakikadaki hırsıyla gerçek futbolseverler hariç aslında kimsenin ilgilenmediği ortada.
Zaten Fatih Terim'in maç sonu açıklamaları da bu konuda yeterli fikri veriyor. Hocanın en çok üzerinde durduğu konu da taraftarın tavrıyla ilgiliydi. Federasyon başkanının neden protesto edildiğini falan sorguluyordu. En çok serzenişi bu konuda yapıyordu. Demek ki hocanın bu organizasyonla ilgili önceliği buydu.
Düne dair akıllarda kalacak tek bir güzel şey var. O da Hamit Altıntop'un maç sonu açıklaması. Hamit, dün iyi oynamadı. Hatta ilk yarıda kaleciye verdiği bir geri pas, az kalsın rakibe asist oluyor ve kalemizde golü de görüyorduk. Fakat onun zihniyet olarak takımdaki en üretken oyuncu olduğunu herhalde kimse inkar edemez. Dün maçtan sonra şunları söyledi Hamit:
"Kabul etmemiz gereken Türk futbolu, bu milli takıma da yansıyor. Zorlu bir süreç, kötü bir süreçteyiz. Bunu kabul etmemiz lazım. Bunu kabul ettikten sonra iyi analiz etmemiz gerekiyor. İşimize sevgiyle, saygıyla ciddiyetle dürüstlükle yaklaşmamız gerekiyor. Gerekiyorsa uyumadan kolları sıvayıp çalışmamız lazım. Hedefimiz olması gerekiyor. Birbirimizi kandırmayalım, yetersiz olduğunu biliyoruz. Ancak ilk hedefimiz bunu kabul etmek, ondan sonra küçük küçük adımlar atmak ve haddimizi bilmek. 20 yaşındaki yavrumuzu ıslıklamak, affedersiniz küfür etmek Türk milletine yakışmaz. O yavrumuza hiçbir konuda yardımcı olmaz. Bütün kulüp başkanları, yönetimdeki insanlar kendilerini sorgulamaları lazım. Futbol içinde olduklarında futbol için ne yaptılar. Sadece para vermek, 'ben bu transferi yaptım, ben bu kadar para verdim' demek, bunlar yeterli değil. Önemli olan sevgi, saygı ve doğruları yapmak. Kazakistan'la önemli bir maça çıkacağız, sonuç ne olursa olsun birbirimizi sevelim. Birbirimizin ayıplarını örtmesini bilelim. Türk kültüründen, ailemizden, dinimizden bunu öğrendik"
Burada her şey kelimesi kelimesine doğrudur. En önemlisi de "birbirimizin ayıplarını örtmesini bilelim" cümlesidir. İşte bu, birlik olmayı, takım olmayı, bir arada ve komplekslere, hırslara mahkum olmadan davranmayı gerektirir. Tıpkı 96-2000 döneminde, 2002'de ve hatta 2008'deki o mucizevi geri dönüşleri yaparken olduğu gibi...
Hamit, buna benzer bir konuşmayı 2011 yılındaki Almanya maçının ardından da yapmış ve ben onun hakkında şunları yazmıştım:
Hamit Altıntop, bu ülke için bir değerdir. Belki yaşından ve yaşadığı ağır sakatlıklardan ötürü saha içinde gerekli katkıyı sağlayamamakta fakat ortaya koyduğu akıl, sürekli çözüm üretmeye meyilli oluşu ve uluslararası tecrübesiyle ülke futbolunun benim gözümdeki umududur. Bu bahsettiklerini uygulayacak, tecrübelerini aktaracak dirayet kendisinden var mıdır bilemem fakat ihtiyacımız olan zihniyet budur. Ben TFF yöneticilerinin yerinde olsam Hamit'in yönetici vasıflarının gelişmesi ve içindeki madenin işlenebilmesi için gerekli eğitimleri bir an önce almasını sağlar ve Türk futbolunun geleceğinin onun inşa etmesi için yolunu açardım. Eğer ki bu potansiyel işlenirse iddia ediyorum, Hamti Altıntop Türkiye'de futbolun gelmiş geçmiş en büyük ismi olabilecek bir kapasiteye sahiptir.
Tabii bunlar plan program, uzun vadeli düşünce ve sabır isteyen işler. Bize pek uygun değil. Hani bir deli çıkar da diğer delilere fırsat verir umuduyla yazdığım şeyler. Yaşayıp göreceğiz.

Brezilya ve Kazakistan'a karşı yapılacak maçlar için oluşturulan A Milli Takım aday kadrosu dün açıklandı. Benim de birçok futbolseverle beraber en çok merak ettiğim şeylerden biri, Ömer Toprak'la Hakan Çalhanoğlu'nun davet alıp almayacağıydı. Şu formuyla Gökhan Töre'nin kesin olarak davet alacağı konusunda zaten hemen hemen kimsenin şüphesi yoktu.
Gökhan, Hakan ve Ömer arasında yaşananlara uzun uzadıya girmiyorum. Çoğumuzun defalara sağda solda okuyup izlediği ve hakim olduğu bir mesele... Burada önemli olan krizin nasıl yönetileceğiydi ve bir önceki milli takım kampında Fatih Terim bu krizi hiç de iyi yönetemediğinin sinyallerini vermiş ve yine bildik söylemlerinin ardına sığınmıştı. Dün açıklanan kadro, milli takımın ve
daha da genele bakarsak aslında Türk futbolunun içinde bulunduğu zor durumu teyit eder nitelikte. Hakan Çalhanoğlu ve Ömer Toprak yok...
Bunu sadece üç futbolcu arasındaki kriminal bir vakada mağdur olanların bertaraf edilmesi olarak okursak eksik iş yapmış oluruz. Bu, Türk futbolundaki mafyatik, kabadayı karakterlerin hakimiyet tescili ve özellikle Terim dönemlerinde üvey evlat muamelesi gören gurbetçi gençlerin de bir kez daha ikinci plana atılması ve hatta belki de uzunca bir süre geleceği parlak gurbetçilerin Türk milli takımı yerine Almanya'yı tercih etmesine neden olacak bir hatadır. Gurbetçilerin ikinci plana atılması ifadesine bakınca "Ömer Toprak ve Hakan Çalhanoğlu ne kadar gurbetçiyse Gökhan Töre de o kadar gurbetçidir" diye bir antitez oluşturabilirsiniz. Fakat aslında öyle değildir. Burada gurbetçilerin bugün ve önceki dönemlerde özellikle Terim bakış açısıyla oluşturulan takımlarda neden pek tercih edilmediklerini irdelemek lazım. Bunu hoca kendi ağzıyla da söyledi aslında. "Bu formayı giymek için can atmayan, gerçekten burada olmayı istemeyen kimse bir daha bu takımda olmayacak" minvalinde bir açıklaması vardı hatırlayanlar olacaktır. Daha önce de milli takım oyuncularının eskisi gibi milliyetçi duygularla ve coşkulu oynamadıklarından bahsetmişti. Fatih Terim'in gurbetçi oyuncularda gördüğü en önemli handikap tam olarak budur. Euro 2008 öncesi Yıldıray Baştürk ve Halil Altıntop'u kadroya almazken de kriteri aynıydı. Onun için öncelik, yetenekten öte coşku ve hırstır. Tabii ki yeteneksiz oyuncuyla uğraşmaz fakat yetenekli+profesyonel (soğukkanlı) oyuncuları tercih etmektense yetenekli (hatta biraz daha az yetenekli)+hırslı, coşkulu (gerekirse fazla zeki olmayan) oyuncularla çalışmayı her zaman yeğledi Fatih Hoca... İdeal profil hep bu şekilde oldu. Soyunma odasındaki motivasyon konuşmaları bu oyuncular üzerinde daha kolay etki gösterdi şimdiye kadar. Bundan sonra da bunlar değişecek değil. İşte tam da bu sebepten Fatih Terim'in 96-2000 sonrası dönemlerinde hiçbir zaman arkasında bir sistem takımı bırakmadığını, daha çok kişiye (hocaya veya futbolcuya) endeksli takımlar bıraktığını görüyoruz. Bu takımların sonu da maalesef çöküş ve ardından yeniden yapılanma oluyor haliyle... Bugün Galatasaray'da yaşananlar da bundan ibarettir. Bugünkü milli takımda henüz başarı yakalayamadığı ve kendi kadrosunu henüz yapılandıramadığı için bu şekilde devam edilmesi halinde, o gittikten sonra yeniden yapılanma söz konusu olamayacaktır.
Ömer ve Hakan'ı Gökhan'dan farklı kılan durum, işte bu mentalite farkıdır. Türkiye'ye gelen gurbetçi oyuncular, buranın şartlarına adapte oldukça daha kalıcı olabiliyorlar. Gökhan da buranın şartlarını öğrenmeye başlayan gurbetçilerden biri. Türkiye'nin futbol iklimine daha çok adapte olmuş, Fatih Terim'in motivasyon tekniklerine daha yatkın bir isim. İşte tam da bu yüzden Ömer Toprak ve Hakan Çalhanoğlu'na nazaran, hocanın gözünde daha "yerli" bir oyuncu.
Konu dağılmış gibi görünse de sorunun tam kalbindeyiz aslında. Ömer Toprak, bugün Bundesliga'nın en iyi stoperlerinden. Defoları yok mu? Mutlaka var. Fakat doğru bir defansif kurguyla Avrupai bir milli takım stoperi bugün kadroda yok. Peki kim var? Son dönemde formsuzluk ve sakatlıkla boğuşan Semih Kaya var. Son iki sezonun en formsuz dönemlerinden birinde olan Bekir İrtegün var. Hiçbir zaman milli takım seviyesinde olamamış Serdar Aziz var ve Bundesliga'da düzenli oynamasına rağmen milli takım tecrübesi hiç olmayan ve Ömer'in çizgisini yakalayabilmesi için önünde uzun bir yol olan Kaan Ayhan var. Kaan'ın çoğu maçı sağ bek ve ön libero olarak oynadığını da ekleyelim. Tüm bu sıkıntılı isimler kadroda fakat Ömer yok. Mesele form ve oyuncu kalitesi ise, ülkenin en iyisi olmaksa tüm bu özellikler Ömer'de oysa ki. Bugüne kadar milli takımda doğru düzgün faydalanamadığımız Ömer, Leverkusen'in hocası Schmidt'in en güvendiği savunma oyuncusu ve takımın genç oyuncularının örnek aldığı lider karakterlerden biri. Sistem oyuncusu...
Ömer'in haricinde kadroda yerini alamayan diğer oyuncumuz Hakan Çalhanoğlu'ndan fazla bahsetmeye gerek yok. Kısaca şunun altını çizelim: Eğer isteseydi bugün Joachim Löw tarafından Almanya milli takımının ilk 11'ine ilk yazılacak birkaç oyuncudan biri olabilirdi. Ama o Türkiye'yi tercih etti. Leverkusen'in hem Bundesliga'da hem de Şampiyonlar Ligi'nde taşıyan isim. Ve fakat biz kendisini milli takıma davet ettiğimizde doğru düzgün faydalanmayı geçelim, onu kadroya dahi almıyoruz. Halen daha Selçuk İnan'dan, Bilal Kısa'dan medet umuyoruz.
Herkesin farkında olması gereken bir durum var. Türkiye'de alt yapılar bugünkü halleriyle kaldıkları sürece biz gurbetçi oyunculara mecbur kalmaya devam edeceğiz. Fakat bu olayın üzerine belli bir vasatın üzerindeki gurbetçileri milli forma için ikna etmek hiç ama hiç kolay olmayacak. Bugün, Almanya'da ya da bir başka Avrupa ülkesinde yıldızını biraz parlatmış bir gurbetçi oyuncuyu Türkiye ligine getirebilmek pek kolay olmuyor. Onlar için en önemli etken milli takım tercihleri. Eğer Almanya, İsviçre veya bir başka üst düzey milli takımı tercih etmişlerse kolay kolay bu topraklara uğramıyorlar. Gelirlerse o milli takımdaki yerlerini kaybedeceklerinin farkındalar. O yüzden genelde Türkiye'yi seçmiş gurbetçileri bu lige getirebiliyor ve ligdeki yerli oyuncu kalite zaafını olabildiğince aşağıya indiriyoruz. Yarın bunu da yapamayacağız. Lige daha kalitesiz gurbetçiler gelecek ve milli takım için bir alternatif arayacaksak bu ikinci sınıf gurbetçiler arasından aramaktan başka bir şansımız kalmayacak.

Sezon başında Mainz'ın başına geçen Kasper Hjulmand, elbette ki pek çok kişi için sürpriz bir isimdi. Mainz öncesi kariyerinde ülkesi Danimarka'nın Nordsjaelland takımını üç sezon çalıştırıp bir kez şampiyonluk yaşamış ve Şampiyonlar Ligi'nde boy göstermiş bir hocaydı. Kağıt üzerinde çok ekstra bir başarısı olmasa da Mainz'da büyük sükse yapan Thomas Tuchel'in yerine göreve getirilen isim 42 yaşındaki Hjulmand olmuştu.
Hjulmand yönetimindeki Mainz, Bundesliga 2014-2015 sezonuna gayet iyi bir başlangıç yaptı diyebiliriz. Ligde sekiz hafta geride kaldı ve Mainz'ın henüz yenilgisi yok. Galibiyet sayısı sadece iki olsa da Almanya kariyerinin başında en azından kaybetmeyen bir takım yaratabilmek kolay iş değil. Üstelik mağlup edilen iki takımdan biri de Jürgen Klopp'un Borussia Dortmund'u... Halen daha birçok kişi için kapalı kutu olan Kasper Hjulmand, Bild'e verdiği röportajda geçmişi ve futbol felsefesiyle ilgili bazı detaylara değinmiş. Yazının geri kalanında bu röportajın geniş bir özetini okuyacaksınız...
- Mainz'ı üç kelimeyle nasıl tanımlarsınız?
"Birliktelik, tutku ve enerji"
- Biraz daha açabilir misiniz?
"Aslında küçük bir kulüp olan Mainz'ın gelişimi iyi bir hikaye. Peki neden? Çünkü birçok insan futbol ve kulüp için tutkuyla çalıştı. Takımı sahada futbol oynarken gördüğünüzde enerjiyi hissedebiliyorsunuz. Kulüp kendi yolundan gidiyor. Kendine güveni var"
- Bu yaza kadar Almanya'da tanınmayan bir antrenördünüz. Menajer Heidel, son 15 senedir teknik direktör konusunda kendisini ispat etti ve takımı fazla tanınmayan isimlere cesaretle teslim etti. Siz ne kadar cesursunuz?
"Bunun kararını başkaları vermeli. Ben sadece kendim olmak istiyorum, kendi fikirlerime göre kendi yolumdan gitmek istiyorum. Değişimden kesinlikle korkmam. Birçok otorite, kariyerimin başındayken bu şekilde oynayıp başarılı olmanın mümkün olmadığını söylüyordu. Fakat benimle aynı futbol felsefesi ve fikirlerine sahip kişiler buldum. Başarıyı yakaladık çünkü biz nettik, çok yürekliydik ve bazı şeyleri geliştirdik. Benim düşüncelerim her zaman yeni şeyleri geliştirme yolundadır. İşe yaramazsa da yaramaz. Bundan korkmuyorum"
- Danimarka'da sizin futbola dair fikirlerinizle ilgili tereddütlerin sebebi neydi?
"Danimarka ufak çapta, İskandinavya ise genel olarak futbolda iyi organize olmuştur. 1990'ların sonuna doğru futbol kariyerime son vermeden kısa süre önce çokça top kontrolü ve ofansif futbol gibi tabirleri öğrendiğim Ajax'taydım. Sadece defansif organizasyon ve kuvvetin bir silah olabileceğini düşünüyordum. Kendimi hep daha fazla geliştirdim. Küçük amatör bir kulüple Danimarka süper ligine yükseldim. 18 oyuncum 20 yaş ve altındaydı. Çoğu kimse halen daha benim oyun tarzımın işe yaramayacağını düşünüyor fakat işe yarıyor"
- Kulübün bir felsefesinin olması ne kadar önemli?
"Avrupa'da uzun süredir net bir felsefeniz olması gerekir. Eğer yoksa, çok çok fazla paranız olmalıdır. Çok parası olmayanlar, sağa ya da sola sapmadan dosdoğru kendi yollarından gitmelidir. Başarılı olmak için sadece benimki değil, birçok yol var. Fakat önemli olan kendi yolunuzda kalmanızdır"
- O dönemde Ajax'ta neyi izliyordunuz?
"Bir futbol antrenörü olarak, ayrıca hayatımda ilk kez, şunu hissettim: Burada bazı şeyler çok çok iyi planlanmış. Bu kazanmak ya da kaybetmekle alakalı bir şey değil, fakat uzun vadeli başarı için plan yapmakla alakalı. Toplu ve topsuz oyunda kontrol ve hakimiyetle alakalı. Daha sonra 2006'dan 2010'a kadar sık sık Barcelona'daydım ve orada nasıl çalıştıklarını öğrendim"
- Futbolu yaşıyorsunuz...
"Futbol felsefesiyle ilgili çok şey okudum, örneğin 1930'lardaki rüya takım etrafında Avusturya futbolu. Oyuna ofansif olarak bir yön verme ve hükmetme düşüncelerine sahiptiler. Sahte dokuz, Guardiola'nın Barcelona'da Messi'yle icat ettiği bir şey değildi aslında. 1953'te Macaristan, İngiltere'ye karşı Wembley'de Hidegkuti ile bunu çok önce oynamıştı. O zaten sahte dokuzdu"
- Gelecek yıllarda futbol nasıl görünüyor?
"Şimdikinden daha çok pas. Hız. Daha az ikili mücadele. Defanstan hücuma ve tam terse son derece hızlı geçiş. Herkes hücum etmek ve defans yapmak zorunda olacak. Bir futbolcu defansif görevini yerine getirmediğinde denge kaybolacak çünkü rakibi golü yapmak için her zaman yeteri kadar iyi olacak. Son derece iyi teknik, çünkü top kontrolu olmadan olmaz"
- Tuchel'in çalıştırdığı Mainz ile sizin çalıştırdığınız Mainz arasındaki en büyük fark nedir?
"Çok yok. Tuchel oyunla ilgili aynı düşüncelere sahipti"
- Mükemmeliyetçi birisi olarak sizin için mükemmel bir oyun hiç oldu mu?
"Aslında çok tuhaf: Takımlarından biriyle en iyi maçlarımdan biri Şampiyonlar Ligi'nde Nordsjaelland'la Chelsea'ye karşı olandı. O maçı 0-4 kaybettik fakat son on dakikada üç gol yemiştik. Şampiyonlar Ligi'nin sonraki şampiyonuyla oyunu dengelemeyi başarmıştık. Topa daha çok hakimdik ve ikinci yarıda daha çok şans yakalaımştık. Rakibimiz ve diğer herkes 80 dakika boyunca izledikleri şeye inananmamışlardı. En nihayetinde isimsiz bir takımımız vardı. Chelsea'deki Torres'in kramponlarını dahi alamayacak haldeydik"
- Nazik bir insansınız. Takımınızı nasıl yönetiyorsunuz?
"Prensiplere göre davranıyorum: Her futbolcu kendisi için en iyi olana aslında kendi kendine karar vermelidir. Sadece bir otoritenin söylediklerini sabit bir şekilde yapmadan. Bir futbolcunun aklı varsa ve gelişiminden kendisini sorumlu görüyorsa o zaman antrenör ve takım olarak başarılı olursunuz. Eğer oyuncu antrenmana gelip sadece benim dediklerimi yaptıktan sonra evinin yolunu tutuyorsa büyük başarıların zamanı asla gelmez"
- Takımı yönetme tarzınız, iyi niyetinizin suistimal edilme riskini içeriyor.
"İnsanları anlamaya çalışıyorum. Bu benim için önemli. Daha önce suistimal edildiğimi düşündüm. Hayatımda bir prensip var: İnsanlara ilk başta güveniyorum. Bu sebeple birçok hayal kırıklığı var. Bunun üzerine her zaman sonuçlar da var"
- Oyuncularınızı nasıl seçiyorsunuz? Doğru anlaşıldıysa mentalite sizin için yetenekten önde geliyor.
"Çok çok... Kişilik ve mentalite benim için bir oyuncudaki en önemli bileşenlerdir"
- Neden?
"Çünkü o zaman baskı ve ters rüzgarla daha kolay başa çıkılır. İnsan başarıda da başarısızlıkta da çizgisinden sapmamalıdır. Sadece bir örnek: İki hafta önce Dortmund karşısında kazandık. O zaman bu her şeyi doğru yaptığın anlamına geliyordu. Fakat yapmamıştık. Burada da her zaman doğru olan analiz edilmelidir: Burada şanslıydı çünkü futbol sıra dışıdır. Sihirbazlık yok fakat analiz var, bu benim görevim"
- Kulüp tesislerine sabah erkenden gelip akşam geç saatte ayrılıyorsunuz. Kendinizi bir futbol işkoliği olarak tanımlıyorsunuz. Tükenmişlik sendromundan korkmuyor musunuz?
"Evet! Benim için baskı aileme ayıracağım zamanla ilgili. Tabii ki iyi bir baba olmak istiyorum fakat aynı zamanda iyi de bir teknik direktör olmalıyım. Tüm bunları tek bir çatı altında tutuyorum. Benim için baskı bu. Teknik direktör olarak benim için bir baskı yok. Fakat aileme zaman ayıramazsam işte o zaman limitlerimin sonuna daha hızlı gelirim. Bu yüzden futbol dışında evdeki zamana büyük değer veriyorum"
- Futbol kariyerininiz 25 yaşında sonlandırmak zorunda kaldınız...
"Yedi kez diz ameliyatı oldum. Geri dönmek için dört yıl uğraştım ama mümkün olmadı. Dizimde bir kıkırdak hasarı vardı"

Bugün Alman basınına göz atarken enteresan bir habere denk geldim. Bild'de yer alan habere göre, Almanya'da kalite standartlarını kontrolü altında bulunduran kurum TÜV, Bundesliga'da kısa bir süre içinde başlatılması beklenen köpük
uygulamasına engel olmak üzere. İnsan ilk anda böyle bir girişimi garip karşılasa da medeniyet ölçüsünde uyulması gereken standartları düşününce olayın ne kadar mantıklı olduğu anlaşılıyor.
Daha önce de zaman zaman denenen fakat Brezilya'daki 2014 Dünya Kupası ile futbol sahalarında iyiden iyiye yer edinmeye başlayan ve baraj kurma esnasında 9 metre 15 santimetre kuralına tam olarak riayet edilmesini sağlayan köpük uygulaması, yeni sezonla birlikte UEFA Şampiyonlar Ligi, Avrupa Ligi'nin yanı sıra, Türkiye'nin de aralarında bulunduğu birçok ülkenin yerel liglerinde kullanılmaya başlamıştı.
Arjantin'de üretilen ve 12.95 € fiyatıyla satılan "9.15 Fair Play Limit" isimli ürün, TÜV tarafından dokuz gün boyunca test edildi. Yapılan testler sonucunda kanserojen etki gösterdiğinden bahsedilen Paraben isimli maddenin, köpüğün içeriğinde bulunması; ayrıca bu tarz yanıcı ürünlerin tüplerinin üzerinde yer alması gereken uyarıların bu üründe olmaması; Almanya'da kanunlar gereği kutularda yer alan diğer bazı Almanca uyarı ifadelerinin ve kutunun ne kadar dolu olduğuna dair ibarenin yer almaması gibi sebeplerin yanı sıra, köpükte yer alan sera gazı miktarının da izin verilen yasal miktardan daha fazla olması nedeniyle, söz konusu uygulamanın kanuna aykırı olacağı ve Alman Futbol Federasyonu'nun (DFB) gerekli şartlar karşılanana kadar bu uygulamaya geçmeyeceği söyleniyor.
TÜV'e bağlı bilim insanlarından Dr.Greta Dau, ürünün Avrupa Birliği standartlarına da uymamasına rağmen İngiltere, Fransa, İspanya ve İtalya gibi ülkelerde kullanılıyor oluşunu henüz hiçbir dava açılmamasına bağlıyor.
Yukarıda da yazdığım gibi, en başta garip bir haber gibi gelse de gerekçeleri okudukça hak verilen bir durum var ortada. Neticede Almanya böyle standartlar konusunda hassas ve tutarlı bir ülke. Muhtemelen bu köpük konusunda bir düzelme olacaksa onların öncülüğünde olacak.

"Kimsenin kimseye tepki gösterme hakkı yok. Bu kulübe büyük emekler veriyoruz, büyük yatırımlar yapıyoruz. Bu kulübün önü çok açık. İleride nereye geleceğini, neler yapabileceğini göreceksiniz. Kötü gününde insan seyircisinden destek bekliyor. Hava her zaman güneşli olmuyor. Bu kültürü değiştirmek gerekiyor. Başka ülkelerde küme düşen takım bile alkışlanıyor.
Devamlı bize küfür kıyamet. Ben 30 yıldır bu işin içerisindeyim. Bunların olmasını istemiyoruz kardeşim. Benim kendime göre doğrularım var, bunlar insanlara yanlış gelebilir. Ben bu şekilde ya olacağım bu işin içinde dimdik, ya da olmayacağım. Bu tavrımdan da vazgeçmeyeceğim. Birileri bir şeylerin ucundan tutmalı. Her zaman iyi olmaz takım, zaman zaman kötü olur. Oyuncular kötü olur, antrenörler formsuz olur, bu küfür kıyamet nedir? Hiç kimsenin hiç kimseye küfür etme hakkı yok"
Tolunay Kafkas, Kardemir Karabükspor'un Başakşehir'le golsüz berabere kaldığı maçın ardından, hemen kulübenin arkasındaki bir taraftarla yaşadığı tartışmanın üzerine söyledi bu sözleri. Geçen sene ortalık sütlimandı fakat hemen her
sene hocanın benzer üslupta serzenişlerini duyarız. Muhattabı bazen basın olur, bazen yönetim, bazen de dün olduğu gibi tribünler... Ne sebeple olursa olsun, bu gibi meselelerden doğru varılabilecek tek sonuç var. O da Tolunay Hoca'nın huzursuz olduğu... İşte asıl tehlikeli olan da bu...
Olay anına gidersek, Tolunay Kafkas'la taraftar arasındaki durumun, televizyon ekranlarına şu şekilde yansıdığını görürüz:
Burada hoca ilk olarak kendisine küfrettiğini düşündüğü bir taraftarla ağız dalaşına giriyor. Hocanın taraftarla olan diyaloğu sertleşince idari menajer Tarık Yurttaş olaya el koyup hocayı sakinleştiriyor. Aynı tribünde bulunanların maç sonrası söylediklerine göre oradaki taraftar hakeme küfretmiş. Hoca da üzerine alınıp tepki göstermiş. Zaten maç sonrası TRT'nin yayınına bağlandığında da taraftarın kendisine değil, hakeme küfrettiğini söylediğini belirtti ve "ne hakem ne futbolcular ne de biz, küfür hiç olmasın" diyerek doğru bir söz söyledi. Ama samimi görünebilmek adına keşke aynı tepkiyi geçen sene hakeme küfredilirken gösterme yoluna gidebilseydi.
Tabii ki taraftarın hakeme küfretmesi, küfür olayını masum göstermek için verilmiş bir ayrıntı değil. Zaten bu gibi nahoş olayların önüne geçmek için Passolig diye bir sistem getirildi. Bu sistem işletilsin ve o küfürbaz taraftara gerekli yaptırım uygulansın. Gördüğümüz kadarıyla bu konuda bir adım şimdilik yok. Ayrıca evet, bence de küfür hiç olmasın. Ve hatta bir adım ileri götürüyorum. Tolunay Kafkas da bundan sonra hiç küfretmesin. Küfür denen illeti sahalardan komple kaldıralım. Buna da Tolunay Hoca öncülük etsin ve kendisi de geçen sezon ağzından zaman zaman duyduğumuz küfürlü ifadeleri bir kenara bıraksın. Eğer bunu yaparsa, göstediği samimiyetten ötürü tribündekiler de mutlaka daha kontrollü davranırlar.
Gelelim maça... Tolunay Kafkas'ın yukarıdaki cümlelerinin en başında "Kimsenin kimseye tepki gösterme hakkı yok. Bu kulübe büyük emekler
veriyoruz, büyük yatırımlar yapıyoruz. Bu kulübün önü çok açık. İleride
nereye geleceğini, neler yapabileceğini göreceksiniz. Kötü gününde insan
seyircisinden destek bekliyor" diye bir ifade var. Kimi kısımları doğru, kimi kısımlarıysa bana göre yanlış. Öncelikle takıma yatırım yapılıyor, emek veriliyor diye kimseninm kimseye tepki göstermemesi gibi bir gerekliliğe inanmıyorum. Saygı çerçevesinde herkes eleştirisini yapar, gerekirse sitemini de eder. Taraftar dediğimiz şey bunun için de var. Bu noktada hocaya katılmasam da kulübün önünün açık olduğuna, gelecekte çok güzel işler yapılabileceğine (umarım Tolunay Hoca ile olur) ve bunun için taraftarın kötü günde de destek olması gerektiğine (ki daha önce defalarca destek olundu) ben de inanıyorum. Tabii ki güzel işler yapılabilir ve kulüp, taşıdığı potansiyel itibariyle neler yapabileceğini, hangi eşikleri atlayabileceğini daha bir ay evvel Rosenborg ve Saint Etienne ile oynadığı UEFA maçlarında gösterdi. O gün göklere çıkardığımız takımı bugün yerin dibine sokmak tabii ki insafsızlık olur ve bu süreci atlatırken sancı yaşamayacak takım en azından Türkiye'de yok. Fakat... İşte burada araya kocaman bir "fakat" giriyor...
"Fakat" alınabilecek bazı basit önlemler de zaman geçirmeden ve cesaretle alınmalı. Oyuncuların, Saint Etienne serisinin ardından fiziksel yorgunlukla beraber yaşadıkları ruhsal doygunluğun da etkisiyle bir konsantrasyon kaybı yaşdıkları aşikar. Bunu özellikle Fenerbahçe maçında hissetmiş, milli maç arasının takıma iyi geleceğini düşünmüştük. Kaldı ki normali de budur. Maalesef aradaki boşluğun pek de iyi değerlendirilmediğini, takımın Başakşehir karşısındaki bitkin halini görünce acı bir şekilde tecrübe ettik.
Ayrıca bir de geldikleri günden bu yana düşük performans gösteren yeni oyuncular var. Tolunay Hoca, Fenerbahçe maçında yediği hatalı golün üzerine bir de Başakşehir maçında benzer bir şanssızlık yaşamasın diye kaleci Aykut Özer'in yerine bu maçta Abdülaziz Demircan'ı oynatacağının sinyalini daha geçen haftadan vermişti. Ben, açıkçası milli takımların kapısının önünden geçmemesine rağmen ümit milli kaleci yalanıyla daha önceki yönetim döneminde kulübe alınan ve Karabükspor'un gelecek planları içerisinde yer almadığını düşündüğüm Abdülaziz yerine hakiki ümit milli kaleci Aykut'la maça çıkılmasını, Aykut yine hata yaparsa ona yine sahip çıkılması gerektiğini düşünüyorum ama hocanın bu kararını da belli bir mantık içerisinde kabul edebiliyorum. Ve yine "fakat", geldiği günden bu yana tek bir iyi maçı olmayan Abdou Traore'nin ısrarla oynatılmasını, Fenerbahçe maçında dökülen ve geçen seneyi de aslında hiç iyi geçirmeyen Aykut Akgün'ün bu takımın ilk 11 oyuncusu olmasını anlayamıyorum. Şimdi bu futbolcular üst üste kötü oynadıkça üzerlerinde bir baskı oluşmuyor mu? Onları da kazanmak için formsuz olduklarında kesmek gerekmez mi? Valentin Viola ve Onur Ayık gibi oyuncular alınarak neden geniş bir kadro kuruldu?
Takıma katıldığı ilk günlerde Onur Ayık ismine tepki göstermiştim. Aynı şekilde Turgay Bahadır'a da... Daha sonra düşününce ne olursa olsun bu isimler hocanın tercihidir, onlardan yararlanacağını düşünüyorsa da hocaya bu fırsatı vermek gerekir diye düşünerek tepkilerimi bir kenara bıraktım. Umarım da faydalı olurlar. Neticede bu işin maliyeti Karabükspor'a yansıyor ve kulübün parasının çöpe gitmesini istemem. Ve fakat şu ana kadar (özellikle Onur sahada kaldığı sürelerde yararlı olabileceğini göstermişken) Traore'de ısrar edip neden bu oyunculara ciddi şanslar verilmez, bunu pek anlamlandıramıyorum. Üçlü defans denenebiliyorsa çift forvet de pekala denenebilir. Forvet arkasındaki oyuncu Traore formsuzsa ve o bölgede yeterli seçenek yoksa pekala Kumbela'nın yanına ikinci bir forvet koyulabilir. Bu takım geçen sezon en başarılı döneminde unutulmasın ki çift forvet oynamıştı. Savunma güvenliği çok önemli ama her maç önceliği buna verirseniz, Başakşehir gibi kötü takımlar karşısında tuzağa düşersiniz. Orta sahasını üç defansif oyuncuyla örüp, sert futbolla kazanacağı topları çabuk kanat oyuncuları vasıtasıyla en uçtaki Perbet'e aktarmaktan başka planı olmayan ve geçen haftayı %35 topa sahip olmayla tamamlayabilmiş Başakşehir'e karşı hele ki iç sahada aynı planla sahaya çıkmayı ben geçen seneki mucizeyi yaratan Tolunay Hoca'ya yakıştıramıyorum.
Tabii ki daha sezonun başındayız ve toplanacak bolca puan var. Şu dakikada enseyi karartmanın alemi de yok. Bir şeyleri düzeltmek için yeterli zaman mevcut. Hoca taraftarı umutlandırsın, taraftar da takıma anlayış gösterip her daim destek olsun. Bunlar mümkün. Yeter ki istensin. Yeter ki cesaret edilsin. Yeter ki Kardemir Karabükspor'un gerek kulüp yapısı, gerekse de kadro kalitesi bağlamında potansiyeline uygun hareket edilsin...

Bayern Münih'te Jupp Heynckes sonrası döneme damgasını vuran değişim eminim çoğumuzun dikkatinden kaçmamıştır. Takım, kadro ve oyun sistemi itibariyle günden güne İspanyollaşıyor. Pep Guardiola etkisiyle baş gösteren bu futbol dönüşümü, Bundesliga şampiyonluğunu çok erken getirse de sahadaki futbol yansıması itibariyle pek kimseyi memnun edecek cinsten değil.
2012 yılında takıma katılan İspanyol orta saha oyuncusu Javi Martinez'e, geçen sezon başında teknik direktör Pep Guardiola ve Barcelona'dan gelen Thiago Alcantara, dün itibariyle de Valencia'dan transfer edilen 21 yaşındaki sol bek Juan Bernat eklendi. Guardiola, kendi sistemini iyi uygulayacağına inandığı oyuncuları takıma katmaya devam ediyor. Bu durum, geçen sene
Guardiola'yı Bayern'in kimliğine aykırı futbol oynattığı gerekçesiyle çok sert bir şekilde eleştiren takımın onursal başkanı Franz Beckenbauer'i ne derece memnun eder bilmiyorum fakat oyun tarzı itibariyle pasa dayalı, kimine sıkıcı gelen, kimininse elde edilen başarılardan ötürü doğru bulduğu tiki-taka futbolunun devam edeceği ortada.
Ortada bir İspanyollaşma olduğu kesin. Zira Bernat'ın gelmesiyle birlikte yarı İtalyan yarı Alman Diego Contento'nun takımdan ayrılması da neredeyse kesinleşmiş durumda. Avusturya Milli Takım oyuncusu, yani yine her şekilde Alman futbol anlayışına yatkın David Alaba, mevkisinde yine takımın bir numaralı alternatifi gibi görünse de, zaman zaman formasını genç İspanyola kaptıracaktır. Öyle ki, Bernat transferinin tam anlamıyla bir sistem transferi olduğu açık şekilde ortadayken, kulübün sportif direktörü Matthias Sammer, resmi siteden yaptığı açıklamada "Bernat, uzun süredir gözlemlediğimiz genç ve sıradışı bir oyuncu. Eminiz ki Juan Bernat'la takımımızın geleceği için çok iyi bir yatırım yaptık" diyerek sadece oyuncunun niteliğine dair yorumlarda bulundu. Sammer'in yorumlarında takımdaki Pep Guardiola sisteminden bahsetmemesi çoğu kimseye normal, hatta olması gereken gibi gelebilir fakat Bayern gibi ekol sahibi ve sistem muhafazakarı kulüplerde, bu anlayış değişikliğinin pek de olumlu karşılandığını sanmıyorum.
Tabii ki bu yazdıklarımın yanlış anlaşılmaması gerek. Bayern Münih, sonuç itibariyle Almanya'nın en zengin ve kuvvetli kulübü. Renklerini, tarzlarını ve kemikleşmiş yapılarının öyle bir iki dönemde kaybedecek değiller. Ve yine kendi gelenekleri gereği, ligin önemli oyuncularını kadrolarına katmayı bir şekilde başarıyorlar. Bu sene Sebastian Rode ve Robert Lewandowski transferleriyle bu politikaya da devam ettiler. Yine de bu oyuncuların, Guardiola'nın kendi futbol anlayışını da düşünerek çok ısrarcı olduğu isimler arasında bulunduklarını sanmam. Guardiola'nın da oyun anlayışını hakir gördüğüm gibi bir sonuç ortaya çıkmamalı. Sonuç olarak elde edilen başarılar ortada. Farklı yerlerde denenmiş ve sonuç alınmış bir yöntem söz konusu. Ama sonuca giden yol, muhakkak ki herkese aynı keyfi vermeyebilir. Ligin doğal dengeleri itibariyle yine iyi bir sonuç alacakları da aşikar...
Ayrıca Guardiola takımlarının oynadığı futbolun, o ülkenin milli takımının oyun anlayışına da etki ettiği su götürmez bir gerçek. Esasında birçok ülkede dönemin lokomotifi olan takımlar milli takımın oynadığı oyuna da etki eder. Pep'in Barcelona yıllarında İspanya Milli Takımı da onun oynattığına benzer bir pas futboluyla sonuca gitmeye çalışıyordu. Barcelona'nın bu sene yaşadığı düşüşün ardından İspanya'nın Dünya Kupası'nda gruplardan çıkamayışı birçok şeyin açıklayıcısı aslında. Benzer bir durum, Almanya için de geçerli olacaktır. Guardiola'nın Bayern'inden Neuer, Lahm, Boateng, Schweinsteiger, Götze, Kroos ve Müller gibi önemli oyuncuları bünyesinde barındıran Almanya, Dünya Kupası'nda şimdilik yarı finali görmüş olsa da oynadığı futbol pek kimseleri tatmin etmiyor. Tabii ki bu futbolda yine Guardiola izleri görmek mümkün. Almanların genlerinde olan turnuva başarıları ve Guardiola'nın sonuca yönelik, topa hakim olma eksenindeki futbol anlayışının bir birleşimi olarak bu kupada da başarılı olmaları zaten şaşırtıcı bir durum değil. Bu turda Brezilya'yı eleyerek yollarına devam etmeleri de mümkün. Fakat önceki turnuvalarda sahaya yansıttıkları coşkudan uzak oldukları da bir gerçek.
Önümüzdeki dönem ne getirir, yaşayıp görmek lazım. Guardiola elbet bir gün Bayern'den ayrılacak. Fakat onuna ayrılığından sonra Bayern'deki kadro yapısı ne halde olur, yeni gelecek hoca bu genlere ait olmayan anlayışı nasıl normale döndürür bilemiyorum. Almanya Milli Takımı bir şekilde tekrar göze hoş gelen futbola geri dönmeyi başarır. Neticede ortada bir milli takım geleneği var. Ancak kadro yapısı itibariyle Bundesliga gerçeğinden uzaklaşma eğilimindeki Bayern'in tekrar kendi doğal yapısına kavuşması neye mal olur, orası muamma.