jornal.cat adına Uruguaylı yazar ve politik düşünür Raúl Zibechi ile son kitabı “Eko-toplumsal Geçiş İçin Fikirler”den yola çıkarak eko-toplumsal geçişin gerekliliği ve toplumsal çatışmalar ile krizlerin bu geçiş süreci üzerindeki etkilerine dair bir söyleşi gerçekleştirdi.
Siyasi ve toplumsal geçiş durumlarında kullanılan geçiş
kavramı, 19. yüzyıldan ve özellikle de Marx'tan gelen bir kavramdır. Geçiş
fikri tarihsel olarak bir üretim tarzının bir toplum tipinden diğerine geçiş
süreçlerini açıklamak için ortaya atılmıştır. Antik çağdan feodalizme,
feodalizmden kapitalizme ve kapitalizm denilen şeyden sosyalizme; bu geçişler
tarihte istisnai olmuştur. Her zaman geçişler yapmıyoruz; daha ziyade bunlar
bir yaşam türünün geride bırakıldığı ve başka bir yaşam türüne doğru yürümeye başlandığı
az ya da çok uzun, çatışmalı süreçlerdir.
Benim için bu geçişler kavramı uzun zamandır çok zengindir, muazzam sosyal değişimleri açıklamaya yardımcı olmuştur, ancak bazı sorunları var. Şu anda tek kutuplu bir dünyadan çok kutuplu bir dünyaya, yeni bir toplum tipine geçiş sürecindeyiz. Amerika Birleşik Devletleri ve Batı merkezli bir dünyadan, daha fazla gücün olduğu ve belirli güçlerin hegemonik olduğu ama artık bir ya da iki değil daha fazla gücün olduğu bölgelere sahip bir dünyaya, Batı kültürü ve modernitenin eksen olduğu bir dünyadan başka bir gerçeklik türüne geçiş yapıyoruz. Ve şimdi mevcut enerji israfından doğayla daha dengeli yeni bir moda geçişten söz ediliyor ama benim bakış açıma göre geçiş kavramının yönetilmesinde ciddi bir sorun var.
- Hangi yönetim hatalarını tespit ediyorsunuz?
Elbette nereye gittiğimizi biliyoruz. Bitiş noktası nedir?
Nereden başladığımızı ve şu anda var olan sorunları az çok biliyoruz, ancak
nereye gittiğimiz net değil ve her durumda bunlar bir arzuyu ifade ediyor,
ancak gelecekte ortaya çıkacak somut bir gerçekliği ifade etmiyor. Bu konularda
çok yalın olmamız gerektiğini düşünüyorum. Daha dengeli, daha sade, daha az
savurgan bir topluma gitme arzumuzu ifade etmeliyiz, ancak varmak istediğimiz
yerin nasıl bir yer olduğunu soyut olarak çizip öyle olacakmış gibi davranamayız.
Bir başka sorun daha var ki o da bu geçişin öznelerinin kimler olduğunun net olmaması. Bu durumda eko-toplumsal geçişe kim öncülük edecek? Devlet mi, partiler mi, toplumsal hareketler mi... Bu değişimlerin itici gücü, eğer yönlendirilmeleri gerekiyorsa yönlendirici ve öncü gücü ne olacak? Mesele geçişleri reddetmek değil, bugün net olmayan ve öyle olacaklarını varsaymakla iyi yapmayacağımız bazı soruları içerikle doldurmaktır.
- Kitapta söylediğiniz şeylerden biri, eğer geçiş kontrol edilebilir durumdaysa, bunun hiyerarşinin ve dolayısıyla bu güç rollerinin devam ettiği anlamına geldiği. Sizce geçişe kim liderlik etmeli? Ve kontrol edilebilir olmaması için ne yapardınız?
Immanuel Wallerstein'ın bir analizinden yola çıkıyorum.
Söylediği şey, mevcut toplumun çöküşünün korkunç olacağı, ancak bunun, yeni bir
şeyin inşası için daha üretken ve daha uygun olmasının da olası olduğudur. Her
halükârda, bana çok net gelen şey, her türlü geçişin çatışmalı olduğudur. Bu
geçişi yönlendiren toplumsal çatışmadır. Soyut bir plan, bir program, bir ‘caudillo’
(Otoriter karakterli devleti yöneten siyasi ya da askeri lider anlamına gelen
İspanyolca sözcük; ç.n) ya da bir öncü değildir; bu toplumsal çatışmadır.
Günümüzde eko-toplumsal alandaki en büyük çatışmalardan biri kitlesel göçlerdir. Halihazırda iklim göçmeni olan milyonlarca göçmenden bahsediyoruz. Örneğin Orta Amerika'da bu muazzam göçün nedeni köylülerin toprağı zorlukla işleyebilmeleri çünkü ya suları yok ya iklim berbat ya da topraklar çölleşmiş durumda. O zaman, iklimin kesinlikle yaşanamaz olduğu ve artık yaşamaya devam etmenin mümkün olmadığı bir durumdayız ve insanlar göç etmeyi seçiyor. Dolayısıyla iklim ve iklimin ekstrem durumu bir şekilde bir kırılma, bir kopuş, farklı bir model inşa etmek için de yararlanabileceğimiz bir çatışma olabilir.
- Bu kırılma, bugün ne anlama geliyor?
Bu bağlamda iki güç var. Biri iklim, yani içinde
bulunduğumuz iklimsel kaos. Küresel güneyde aşırı iklim olaylarının ya da
felaketlerin göçü tetiklediğini biliyoruz. Örneğin yarın Katalonya'da
yaşadığımız gibi bir su krizi olursa Avrupa'da ya da Amerika Birleşik
Devletleri'nde ne olacağını bilmiyorum. Nereye göç edeceksiniz? Afrika'ya mı
gideceksiniz? İnsanlar artık su bulamadıkları gün ne yapacaklar? Bu çok yakın,
düşündüğümüzden daha yakın. Peki, sallarla Kuzey Kutbu'na mı gidecekler? Neler
olabileceğini hayal bile edemiyorum. Hâl böyleyken burada bir sorun var ve
insanlar bunu görmek istemiyor.
Kültürel bir mesele var. Fernand Braudel isimli çok sevdiğim
bir tarihçi vardır ve ataletin tarihte var olan en büyük güç olduğunu söyler.
İnsanlar atalet nedeniyle bu iklimsel durumların birer parantez olduğunu ve
sonrasında her şeyin normal seyrinde devam ettiğini düşünme eğiliminde: “Evet,
bir su krizine çok yaklaşmıştık ama çözüldü”. Uçurumun kenarına gelene kadar
her seferinde bir adım daha aşağıya iniyoruz. Yani evet, iklim, göçü
yönlendiren başlıca güçlerden biri.
Çöküşle alakalı diğer büyük güç ise savaşlar. Artık şu ya da bu savaş değil, çoklu savaşlar söz konusu. Ve savaşlar, iklim değişikliği ve kaos birbirleriyle ilişkilidir, çünkü ordular gezegendeki en büyük kirleticilerdir. Savaşlar-iklim kaosu-savaşlar şeklinde bir geri besleme döngüsü var ve aslında halihazırda su için savaşlar mevcut.
- Bir çöküş karşısında harekete geçmenin çeşitli yolları olabilir. Bu çöküşe verilecek yanıtın, NATO tarafından belirlenen eğilim olan toplumun yeniden silahlandırılması değil de bir model değişikliği olmasını nasıl sağlayacağız?
Burada kendimizi içinde düşündüğümüz alanın ne olduğuyla
ilgili bir sorunumuz var. Eğer ulus-devlet alanını düşünürsem, hiçbir yere varmayan
bir mantığın tutsağı olurum. Bu miadı dolan ulus-devlet Katalonya olsa bile,
dönüşümü, geçişi ya da her neyse onu bütüncül bir toplum çerçevesinde düşünmek
gerek. Eğer 6 milyon ya da 7 milyon Katalan'ın geçiş için kararlı olmasını
beklerseniz, bu asla gerçekleşmeyecektir çünkü toplumlar bir bütün olarak
davranmazlar. Eğer onları zorlayan devlet olursa, çok güçlü bir direniş gelecektir.
Bakışı değiştirmeli ve başka bir yerden düşünmeliyiz: farklı hareketlerden, bölgelerden ve alanlardan ve evrenseli benim bölgem, benim mahallem olarak düşünmeliyiz. Latin Amerika'da toplumsal hareketleri bölgeselleştirdik. Ben her zaman geçişi Chiapas'taki Zapatistalar ya da örgütlü Mapucheler olarak düşünmeyi tercih ettiğimi söylerim. Eğer bir toplumun tamamının değişim için kararlar almasını beklersem, bu asla gerçekleşmeyecek ve gemi biz üzerindeyken batacaktır.
-En zengin yüzde 1'in varlığı zaten güvence altında. Geri kalanımız bunu nasıl yapacak?
Eğer örgütlenmezsek, bir topluluk oluşturmazsak, çöküşten sağ çıkamayız. Ne savaşlar, ne de başka bir şey. Pek çok eksiğimiz var ama bir tanesi onların, tepedekilerin planları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak ve onların planı Gazze. Başka bir deyişle, tepedekilerin, yani yüzde 1'in halk kesimleri için planının Gazze Şeridi olduğunu varsaymak zorundayız. Başka bir deyişle, bize istedikleri her şeyi yapabilecekleri ayrıştırılmış apartheid alanlarına sahip olmak. Açık hava toplama kampları. Bu konu Giorgio Agamben ve benzeri pek çok teorisyen tarafından zaten analiz edilmiştir. Ayrıca devrimlerin meydana getirdiği değişim ve başarısızlıklarına dair tarihsel deneyimleri de gözden geçirmemiz gerekiyor.
- Bu kitapta ve diğer yazılarınızda, farklı bir yaşam tarzına sahip olan orijinal halkları, siyahları ve köylüleri referans almamız gerektiğini söylüyorsunuz. Yaşam tarzımızı yeniden düşünmeli ve örneğin zamanda geriye gitmeyi düşünmeli miyiz?
Neden orijinal halklar, neden köylüler ve siyah halklar?
Çünkü onlar hâlâ topluluklarını muhafaza ediyorlar, çevreyle, doğayla dengeli
bir bağları var ve geçmişle çok zengin bir ilişkileri var. Bazı insanlar
önümüzde duran şeyin gelecek değil geçmiş olduğunu söylüyor ve bu bana bir
mucize gibi geliyor ya da diğerlerinin dediği gibi: atalarımızın ayak izlerinde
yürüyoruz. Bu, bize öğretilen modernite boş levhasının, yani yeniyi yaratmak
için geçmişi yok etmenin tam tersidir. Bu bir yanılsamadır, insanlığın bizi bu
uygarlık krizine götüren çok derin bir sosyal hastalığıdır.
Bu anlamda, kendinizi geçmişe yöneltmek, geçmişi bugüne; evreni bedenlerimize ve nehirlerle, dağlarla vb. ilişkilere bağlayan derin bir maneviyat anlamına gelir. Bunun şu anda çok önemli olduğunu düşünüyorum çünkü yıkıcı moderniteden kurtulmak için onun silah ve araçlarını kullanamayız. Başka araçlara başvurmalıyız ve bunlardan biri de maneviyat ve toprağın işlenmesidir. Bize suyu ve ihtiyacımız olanı toprağın vereceğine güvenmeliyiz; sosyal ağların, makinelerin ve yapay zekânın değil. İşleri daha yavaş mı yapmamız gerekiyor? Çok daha yavaş, evet.
- Devletler bu çöküşe hazırlanmak için bir rol oynayabilir mi?
Devletlerin yapabileceği en iyi şey, en azından Latin Amerika'da, hiçbir şey yapmamak, insanları rahat bırakmak ve bu durumdan kurtulmanın yollarını bulmalarına izin vermektir.
- Peki, solcu ve çevreci olduğunu ilan eden hükümetler karşısında toplumsal hareketler ne yapmalıdır?
Sol, hükümette olduğunda hareketlerin sorunu baştan
çıkarılmaktır. Baştan çıkarılmamıza izin vermemeliyiz. Bugünlerde Latin
Amerika'daki hareketlerin üzerinde yürüdükleri iki ayakları var. Direnmeli ve
yaratmalıyız ve yaratma ayağı birinci derece önemlidir. Yeni dünyalar yaratmak,
eğitim, sağlık yaratmak... Geleneksel bilgiye ve allopatik bilgiye dayalı
karmaşık sağlık. Eğitim de çok çeşitli olmalı, halk eğitimi dediğimiz şeyle ve
toprağın eğitimiyle bağlantılı olmalı. Kendi adalet biçimlerimiz, agroekolojik
topluluk mahsulleri... ve bunun anahtarı kolektif çalışma, yani topluluk
çalışmasıdır.
Bireysel çalışma giderek kendisinden daha az şey verecektir. Orada 'minga' dediğimiz şeyi teşvik etmek gerekiyor: topluluk çalışması. Hareketler bu yeni alanları yarattıkları ölçüde, devletlere ve sermayeye daha az bağımlı olacaklardır.
https://www.jornal.cat/entrevista/38742/raul-zibechi adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü;
Twitter üzerinden takip etmek için buraya,
Bluesky üzerinden takip etmek için buraya,
Facebook üzerinden takip etmek için buraya,
Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Geçtiğimiz günlerde 500 milyar dolar piyasa değerine sahip olan ABD’li sağlık sigortası şirketi UnitedHealthcare’in CEO’su Brian Thompson’ı vuran ve dün akşam saatlerinde FBI tarafından yakalanan Luigi Mangione isimli genç, arkasında bir mektup bıraktı. Politik hattı belirsiz olan Mangione mektubunda, annesinin hastalık sürecinde UnitedHealthcare’in tutumu özelinden yola çıkarak sağlık sigortası şirketlerinin kâr odaklı yaklaşımına tepki gösteriyor ve ‘şiddetsizlik’ öğüdünün sistemin devamlılığını sağlayan bir araç olduğunu ifade ediyor.
İkinci değişiklik (ABD Anayasası’nda yapılan ve yurttaşların
meşru müdafaa kapsamında silah bulundurmasına izin veren ikinci değişiklik;
ç.n.), benim kendi yürütme organımın başı ve kendi ordumun başkomutanı olduğum
anlamına gelir. Bana ve aileme savaş açan düşman bir varlığa karşı kendi meşru
müdafaa eylemime izin veriyorum.
Nelson Mandela, şiddetin hiçbir biçiminin mazur
görülemeyeceğini söyler. Camus, yaşasanız da ölseniz de ya da bir fincan kahve
içseniz de her şeyin aynı olduğunu söyler. Martin Luther King, şiddetin asla
kalıcı barış getirmeyeceğini söyler. Gandhi, şiddetsizliğin insanlığın elindeki
en büyük güç olduğunu söyler.
Size kahraman olduklarını söyledikleri kişiler. İşte
devrimcilerimiz bunlar.
Yine de bu kapitalistçe değil mi? Şiddetsizlik, sistemin tam
gaz çalışmasını sağlar.
Bu bize ne kazandırdı? Aynaya bakın.
Şiddetten uzak durmamızı istiyorlar ki bizden aldıkları
kanla semirebilsinler.
Tek çözüm vasıtasıdır. Hepimiz başaramayacağız. Her birimiz
kendi baş yöneticimiziz. Neye tahammül edeceğinize karar vermelisiniz.
Gladyatör 1'de Maximus, kendisini Roma lejyonunun bir
parçası olarak tanımlayan askeri dövmesini keser. Arkadaşı, “Bu senin tanrının
işareti mi?” diye sorar. Maximus kendi etini daha derin oyarken, kanı
derisinden aşağı damlarken gülümser ve ‘evet’ anlamında başını sallar. Dövme,
tanrı olan imparatoru temsil eder. Tanrı İmparator, kendini Maximus'un
bedeninin bir parçası haline getirmiştir. İmparatoru yok etmenin tek yolu
kendisini yok etmektir. Maximus acıya rağmen gülümser çünkü buna değdiğini
biliyordur.
Bunlar son sözlerim olabilir. Benim için ne zaman
geleceklerini bilmiyorum. Ne pahasına olursa olsun onlara direneceğim. Bu
yüzden acıya rağmen gülümsüyorum.
Anneme kırk bir yaşındayken şiddetli nöropati teşhisi
koydular. Annem, bunun on yıl önce ayaklarında yanma hissi ve ara sıra keskin
bıçak saplanır gibi ağrılarla başladığını söyledi. Ağrı önce birkaç dakika
sürüyor, sonra karıncalanmaya, sonra uyuşmaya dönüşüyor, birkaç gün sonra da
hiç kalmıyordu.
İlk kez acıdığında görmezden geldi. Sonra yılda birkaç kez oldu
ve görmezden geldi. Sonra birkaç ayda bir. Sonra ayda birkaç kez. Sonra haftada
birkaç kez. O noktada, karıncalanma hissizliğe dönüştüğünde ağrı başlıyordu ve
rahatsızlık sürekli hale geliyordu. O noktada, kendi öğle yemeğini hazırlamak
için kanepeden mutfağa gitmek bile büyük bir çaba haline geldi.
İbuprofen ile başladı, ta ki mide ağrıları ve asit reflüsü
asetaminofene geçmesine neden olana kadar. Sonra baş ağrıları ve zar zor
uyuması ibuprofene geri dönmesine neden oldu.
İlk doktor, psikosomatik olduğunu söyledi. Hiçbir sorunu
yoktu. Rahatlamaya, stres atmaya ve daha fazla uyumaya ihtiyacı vardı.
İkinci doktor, omurgasında sıkışmış bir sinir olduğunu
söyledi. Sırt ameliyatı olması gerekiyordu. 180 bin dolara mal olacaktı. Tekrar
yürümeye başlamadan önce iyileşmesi en az altı ay sürecekti. Tam potansiyel
iyileşme için on iki ay gerekiyordu ve bir daha asla on kilodan fazla ağırlık
kaldıramayacaktı.
Üçüncü doktor, Sinir İletim Çalışması, Elektromiyografi, MRI
ve kan testleri yaptı. Her test 800 ila 1.200 dolara mal oldu. Ekim ayında
UnitedHealthcare planının 6.000 $'lık muafiyetine ulaştı. Daha sonra doktor
tatile çıktı ve annem, muafiyetinin sıfırlandığı Ocak ayına kadar testlere
devam edemedi.
Testler, ciddi nöropati olduğunu gösterdi. 180 bin dolarlık
ameliyatın hiçbir etkisi olmayacaktı.
Ağrı için opioid reçete ettiler. İlk başta ağrı kesici,
sürekli zihinsel sis ve kabızlığın bedelini ödemeye değerdi. Bunu bana daha
sonra anlattı. Tek hatırladığım, yıllar sonra ilk kez bir seyahate çıktığımız,
akvaryuma gitmek için beni Monterey’e götürdüğü. Gerçek hayatta bir su samuru
gördüm, sırt üstü yüzüyordu. Sabah 7’de yola çıktık ve dört saatlik araba
yolculuğunda Green Day dinledik. Zamanla, opioidler işe yaramayı bıraktı. Onu
acıya karşı daha hassas hale getirdiler ve sadece iki ya da üç saat sonra
yoksunluk belirtileri hissetti.
Sonra gabapentin. Artık ağrıları o kadar şiddetlenmişti ki
egzersiz yapamıyordu, bu da yavaşlayan metabolizma hızı ve hormonal değişimler
nedeniyle kilo almasına neden oluyordu. Gabapentin ağrıya neredeyse hiç iyi
gelmiyordu ve onu o kadar yorgun düşürüyordu ki bütün bir günü yataktan
çıkmadan geçiriyordu.
Sonra kortikosteroidler. Ki işe yaramadı bile.
Ağrı o kadar kötüydü ki, annemin geceleri acı içinde çığlık
atarak uyandığını duyuyordum. Odasına koşup iyi olup olmadığını soruyordum.
Sonunda kalkmayı bıraktım. Sözsüz acı çığlıkları atıyor ya da “siktir”
kelimesini son sınırına kadar gerip şişiriyordu. Arkamı dönüp uyumaya devam ediyordum.
Tüm bunlar olurken, takip randevusu üstüne takip randevusu,
uzman konsültasyonları ve daha fazla tomografi ile bizim kanımızı kuruttular. Her
randevunun tamamen karşılanacağı sözü verildi, ta ki sigorta talepleri gecikene
ve reddedilene kadar. Allopatik tıp, annemin çektiği acılara yardımcı olmak
için hiçbir şey yapmadı. Yine de tüm toplumumuzun temelidir.
Annem bana iyi olduğu bir günde sinir ağrısının bacakların
buzlu suya batırılması gibi olduğunu söylemişti. Kötü olduğu günde ise
bacakları bir makine atölyesinin mengenesine sıkıştırılmış, krankların dönmeyi
bıraktığı yere kadar vidalanmış, sonra da ayak bileği kemikleri sıkılaşan
kelepçeye uyum sağlamak için yaylanıp çatlayana kadar daha da ezilmiş gibi
hissettiriyordu. İyi günlerinden çok, kötü günleri vardı.
Annem banyoya elleri ve dizleri üzerinde sürünerek giderdi.
Geceleri ağlamasından uzaklaşmak için oturma odasında uyurdum. Yine de uyanırdım
ve yine de uyumaya devam ederdim.
O zamanlar yapabileceğim hiçbir şey olmadığını düşünüyordum.
Yüksek ek ödemeler sürekli tedaviyi imkânsız hale
getiriyordu. Yeni tedaviler “tıbbi olarak gerekli değil” denilerek
reddediliyordu. Eski tedaviler işe yaramadı ve yine de bizi binlerce dolar
zarara soktu.
UnitedHealthcare, uzman konsültasyonlarını yılda iki kez ile
sınırladı.
Daha sonra uzmanlardan randevu almak için gerekli olan kapsamlı
görüntülemeyi karşılamayı reddettiler.
Ön izinler önce haftalar, sonra aylar sürdü.
UnitedHealthcare, geri ödeme prosedürünü sürekli değiştirdi.
Annemin doktorunun notlarını fakslaması gerektiğini söylediler. Daha sonra,
fakslanan hasta yazışmalarını kaydetmediklerini ve doktorun daktilo edilmiş
notlarının basılı bir kopyasının postalanmasını istediklerini belirttiler.
Sonra da notları hiç almadıklarını söylediler. Notları alıp dosyalayana kadar
talebi onaylayamadılar.
Teminat sözü verdiler ve anneme verdikleri sözü tutmadılar.
Her gecikmede öfkem daha da arttı. Her reddedilişte, doktoru
hastanenin bekleme odasının cam duvarından aşağı atmak istedim.
Ama sorun onlar değildi. Doktorlar, resepsiyon görevlileri,
yöneticiler, eczacılar, görüntüleme teknisyenleri ya da tanıştığımız herhangi
biri değildi. UnitedHealthcare'di.
İnsanlar ölüyor. Kötülük kurumsallaştı. Şirketler
milyonlarca Amerikalının acısından, ıstırabından, ölümünden ve geceleri
yükselen acı dolu çığlıklarından milyarlarca dolar kazanıyor.
Sigorta ödemelerimiz ve tıbbi ihtiyaçlarımızla orantılı
bakım sözü veren yasal olarak bağlayıcı bir sözleşme ile sağlık hizmetleri için
bir anlaşmaya girdik. Sonra UnitedHealthcare, kuralları kendi kârlarına uyacak
şekilde değiştirdi. Kuralları kendilerinin koyduğunu ve yasal olduğu için
kimsenin onları cezalandıramayacağını düşünüyorlar.
Dışarıda onları durduracak kimsenin olmadığını düşünüyorlar.
Şimdi kendi kronik sırt ağrım, beni geceleri acı içinde
çığlık atarak uyandırıyor. Bizi rahatsız eden şeyin gerçek panzehirini bana
gösteren başka bir şifa türü aradım.
Zamanımı kolluyorum, son darbelerimi vurmak için son gücümü saklıyorum. Tüm çıkarıcılar, milyonlara çektirdikleri acıları yutmaya zorlanmalıdır.
Kendi baş yöneticilerimiz olarak, kendi hayatlarımızı daha
iyi hale getirmek bizim yükümlülüğümüzdür. Her şeyden önce kendi koşullarımızı
iyileştirmeye ve kendimizi savunmaya çalışmalıyız. Bunu yaparken, eylemlerimiz
başkalarının hayatlarını iyileştirebilecek dalgalanma etkilerine sahiptir.
Kurallar iki birey arasında, tüm dünyayı kapsayan bir ağ
içinde mevcuttur. Bu kuralların bazıları yazılıdır. Bu kuralların bazıları iki
birey arasındaki doğal saygıdan kaynaklanır. Bu kurallardan bazıları yerçekimi,
manyetizma ya da potasyum nitratın kimyasal bağlarında depolanan potansiyel
enerji gibi fiziksel yasalarda tanımlanmıştır.
Hiçbir belge, tüm insanların temel değer ve ahlaki statü
bakımından eşit olduğu inancını ve kolektif refahı teşvik etmeye yönelik
çerçeveleri ABD anayasasından daha iyi özetleyemez.
Bir kuralı yazmak onu kanun haline getirir. Kanunlar
umurumda bile değil. Kanun hiçbir şey ifade etmez. Önemli olan, kendi
refahımızı en üst düzeye çıkarmak için kendi mantığımızın ve bizden
öncekilerden öğrendiklerimizin rehberliğini takip etmektir, bu da
sevdiklerimizin ve toplumumuzun refahını en üst düzeye çıkaracaktır.
UnitedHealthcare işte bu noktada yanlış yaptı. Annemle,
benimle ve diğer on milyonlarca Amerikalı ile yaptıkları sözleşmeyi ihlal
ettiler. Kendi sağlığıma, ailemin sağlığına ve ülkemiz insanlarının sağlığına
yönelik bu tehdit, bir savaş eylemiyle karşılık vermemi gerektiriyor.
SON
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü;
Twitter üzerinden takip etmek için buraya,
Bluesky üzerinden takip etmek için buraya,
Facebook üzerinden takip etmek için buraya,
Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Monthly Review editörü John Bellamy Foster, Harry Braverman'in 1974 yılı tarihli Emek ve Tekelci Sermaye kitabından yola çıkarak derginin Aralık ayı sayısı için bugün yapay zekâ-emek ilişkisi üzerine bir makale kaleme aldı.
Bilgisayarlar için tasarlanan algoritmalarla
ilişkilendirilen ve akıllı makinelerin insan emeğinin yerini alması olasılığını
gündeme getiren otomasyon, Charles Babbage’ın Fark Makinesi ve Karl Marx'ın
Grundrisse’deki ünlü “genel zekâ” ve ardından Kapital'deki “kolektif işçi”
kavramına kadar uzanan, bir buçuk asırdan fazla bir süredir var olan bir
konudur.(1 ) Ancak on dokuzuncu yüzyılın sonları ve yirminci yüzyılın
başlarında tekelci kapitalizmin yükselişiyle birlikte büyük ölçekli sanayi ve
bilimin sanayiye uygulanması, emeğin üretim içinde “biçimsel” olarak değil
“gerçek” olarak ikame edilmesini sağlayabilmiştir.(2) Burada emek sürecine
ilişkin bilgi, sistematik olarak işçilerden alınmış ve emek sürecinin aşamalı
olarak parçalanabileceği ve makine teknolojisinin hâkim olduğu bir mantık
içinde ikame edilebileceği şekilde yönetimde yoğunlaşmıştır. İkinci Dünya
Savaşı’ndan sonra tekelci kapitalizmin güçlenmesi ve sibernetik, transistör ve
dijital teknolojinin gelişmesiyle birlikte, üretimin otomasyonu -özellikle de
bugün yapay zekâ olarak adlandırdığımız şey- emek için giderek büyüyen bir
tehdit oluşturdu.
Bu değişim, Kurt Vonnegut’un General Electric’te çalışma
deneyimine dayanan 1952 tarihli romanı Player Piano’da (Türkçeye Otomatik
Piyano ismi ile çevrilmiştir; ç.n.) çarpıcı bir şekilde tasvir edilmiştir.
Yakın gelecekte New York’un taşrasında yer alan kurgusal Ilium kasabasında
geçen Player Piano, tamamen otomatikleştirilmiş ve neredeyse tüm üretim
işçilerini yerinden etmiş bir toplumu tasvir etmektedir. Kasabayı bölen nehrin
bir tarafında, Homestead olarak bilinen bir bölgede, bir dizi ulusal testte
yeterince yüksek puan alamayan ve büyük ölçüde boşta kalan veya yeniden
yapılanma ve ıslah projelerinde, kalan birkaç ticari işte ve orduda istihdam
edilenler de dâhil olmak üzere nüfusun büyük bir kısmı yaşamaktadır. Nüfusun
geneli, daha önce vasıfsız işçilerin elde ettiği ücret gelirinin çok altında
bir seviyede belirlenen evrensel temel gelirle geçiniyor, ancak yirmi sekiz
inçlik televizyonların keyfini çıkarabiliyorlar. Nehrin diğer yakasında, yine
nehrin o yakasında bulunan üretim makinelerine hizmet eden ya da kamu işlerini
yürüten mühendisler, yöneticiler ve memurlar yaşamaktadır. Roman, saygın bir
mühendis olan ana kahraman Paul Proteus’un köprüden geçerek nehrin Homestead
tarafına gitmesini, sıradan insanlarla tanışmasını ve kitlesel bir isyana
karışmasını konu alıyor. Romanın başlarında Proteus, “Birinci Sanayi
Devrimi’nin kas çalışmasını değersizleştirdiğini, ardından ikincisinin rutin
zihinsel çalışmayı değersizleştirdiğini”, öngörülen Üçüncü Sanayi Devrimi’nin
ise bilgisayarlaştırılmış “insan düşüncesini değersizleştiren makinelere”
dayanacağını ve “gerçek beyin çalışmasını” değersizleştireceğini açıklar. İnsan
zekâsının yerini makineler ya da Vonnegut’un romanının yayımlanmasından birkaç
yıl sonra “yapay zekâ” olarak adlandırılacak olan şey alacaktı.(3)
Vonnegut’un Player Piano’su 1950’lerde otomasyona dair
yaygın endişenin bir ürünüydü. Kasım 1958’de The Nation, 1957-1958’deki kısa
ekonomik krize işgüzarca bir yanıt olduğu ortaya çıkan “Otomasyon Depresyonu”
başlıklı bir makale yayımladı.(4) The Nation ve diğer yayınların 1950’lerde
otomasyonun kitlesel işsizlik yaratacağına dair dile getirdiği endişeler o
dönemde çoğunlukla abartılıydı. Yine de, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra tekelci
kapitalizmin güçlenmesiyle birlikte büyük ölçekli sanayinin büyümesinin ve
bununla bağlantılı Bilimsel-Teknik Devrimin (ve ortaya çıkmakta olan Üçüncü
Sanayi -ya da Dijital- Devriminin) emek ve sermaye ilişkilerinde köklü bir
değişikliği temsil ettiğinin genel kabulü, şimdi olduğu gibi o zaman da tamamen
rasyonel bir endişeydi. On dokuzuncu yüzyıldaki Birinci Sanayi Devrimi’ne kadar
uzanan ve bugün üretken yapay zekânın yayılmasıyla daha ileri bir gelişim
aşamasında yeniden ortaya çıkan sorunları gündeme getirdi.
1950’lerde otomasyonun genel durumuna ve emekle ilişkisine
dair belki de en keskin analiz, Marksist iktisatçı ve Monthly Review editörü
Paul M. Sweezy’nin 1957'de Wall Street yatırım şirketi Model, Roland&Stone
için yazdığı Bilimsel-Sınai Devrim başlıklı anonim monografide ortaya
çıkmıştır. Bu raporda Sweezy, buhar makinesinin Birinci Sanayi Devrimi’ne güç
vermesine karşın, Bilimsel-Sınai (ya da Bilimsel-Teknik) Devrim’in, büyük
ölçekli sermayenin yükselişiyle mümkün hale gelen bir gelişme olan bilimin kendisinden
güç aldığını ileri sürüyordu. Bu durum, Marx’ın kolektif işçi kavramından
aldığı bir kavram olan “kolektif bilim insanı”nı ortaya çıkarmıştır. Sweezy,
otomasyona atıfta bulunurken, makinelerin giderek daha fazla dâhil olduğu “emek
sürecinin” hem işçileri hem de makineleri içeren bir bilgi “döngüsü” ile
karakterize edildiğini açıkladı. “İnsanın yerini bir ya da daha fazla mekanik
aygıt aldığında, döngü kapanır. Sistem otomatikleştirilmiştir.”(5)
Sweezy bu bağlamda ABD’li mühendis, mucit ve bilimsel
yönetici Vannevar Bush’un bir konferansına atıfta bulunmuş ve Bush’un sürücü
uykuya daldıktan sonra bile yoldaki beyaz çizgiyi takip edecek sürücüsüz bir
otomobil olasılığını teorize ettiğini belirtmiştir. Sweezy’ye göre, akıllı
makinelerle bu kadar yüksek düzeyde otomasyonun daha büyük ekonomik ve sosyal
sonuçları, esas olarak işgücünün yerinden edilmesinden kaynaklanıyordu.
“Otomasyonun amacı, maliyetleri düşürmektir. Her durumda bunu işgücünden tasarruf
ederek yapar. Bazı durumlarda sermayeden de tasarruf sağlar” diye açıklamaya
devam etti. Transistörün ortaya çıkmasıyla birlikte, genişleme için teknolojik
olanaklar sonsuz görünüyordu. Sweezy, bilgisayarların yalnızca daha güvenilir
değil, aynı zamanda “cep boyutunda” olacağını öngörüyordu. Ağlar üzerinden
çalışan mobil telsiz telefonlar da mümkündü ve cep boyutundaki bilgisayardan
bile daha küçük boyutlara, bileğe sığacak şekilde küçültülebilirdi.
Bilimsel-Teknik Devrim ile birlikte otomasyon ve daha çok yönlü akıllı
makineler, genel ekonomide ücretlerden uzaklaşarak “kâra geçiş” anlamına
geliyordu. Bu aynı zamanda milyonlarca işçinin yerinden edilmesi anlamına da
geliyordu.(6)
1964 yılında, otomasyonla bağlantılı verimlilik artışı konusu, Üçlü Devrim Geçici Komitesi tarafından Başkan Lyndon B. Johnson’a sunulan “Üçlü Devrim” belgesinin yayımlanmasıyla sonuçlandı. Burada, sanayi işçilerinin artan fazlalığının bir sonucu olarak gelir-iş bağlantısının kopması olarak nitelendirilen duruma ana yanıt, evrensel bir temel geliri teşvik etmekti. Ancak Leo Huberman ve Sweezy, Kasım 1964’te Monthly Review’da yayımlanan “Üçlü Devrim” başlıklı makalelerinde buna şiddetle karşı çıktılar. Evrensel temel geliri, Vonnegut’un romanında tasvir edilen türden, büyük ölçüde genişletilmiş ancak kronik olarak yetersiz bir refah sistemiyle yaşamaya indirgenmiş, bağımlı ve moralsiz bir nüfusa yol açacak kısa görüşlü bir politika olarak görüyorlardı. Bunun yerine, üretim araçlarının kamusal mülkiyeti ve planlamanın işçiler tarafından ve işçiler için uygulanması yoluyla sosyalizme doğru daha devrimci bir hareketi savundular.(7)
Ancak bu konuların hiçbiri Paul A. Baran ve Sweezy’nin Üçlü
Devrim tartışmasının yapıldığı yıl tamamlanan Tekelci Sermaye kitabında ele
alınmamıştır (Baran, Mart 1964’te ölmüş ve Sweezy 1966’da yayımlandığında
kitaba yeni unsurlar eklemekten kaçınmıştır). Tekelci Sermaye,
tekelci-kapitalist sanayinin “artığın yükselme eğilimi” olarak yansıyan yüksek
sömürü ve verimlilik oranlarını kabul ediyordu. “Emek süreci”nin dönüşümünün ve
‘tekelci-kapitalist döneme özgü teknolojik değişim türlerinin doğurduğu
sonuçların’ analizini yapmaktan kasten kaçınmışlardır.(8) Bu konuları ele almak
yerine, bu unsurların çalışmalarının kendi koydukları sınırların ötesine
geçtiğini ve tekelci kapitalizmin daha kapsamlı bir incelemesinde ele alınması
gerektiğini belirtmişlerdir.
Aslında 1960’ların hiçbir yerinde, ne solda ne de burjuva
sosyal biliminde, emek sürecinin gerçek doğası sistematik olarak ele
alınmadı.(9) Bir oldu bitti olarak görülen daha ileri teknolojinin, işçilerin
becerilerini geliştirirken daha yüksek işsizlik tehdidi yarattığı varsayıldı.
Marx’tan etkilenen yabancılaşma tartışmalarında, üretimin durmaksızın
makineleşmesi ve otomasyonu, Herbert Marcuse’ün ifadesiyle “insan özünün
felaketi” olarak görülüyordu.(10) Ancak, tekelci kapitalizm altında emek
sürecinin ayrıntılı ve anlamlı eleştirileri eksikti.
Harry Braverman'in Labor and Monopoly Capital: The
Degradation of Work in the Twentieth Century (1974)/Emek ve Tekelci Sermaye:
Yirminci Yüzyılda Çalışmanın Bozulması adlı kitabına yazdığı önsözde Sweezy, tekelci
sermayenin emek sürecine ilişkin bu eksikliğinin altını çizerken, Braverman’in
çalışmasının bu büyük boşluğu doldurduğunu düşünüyordu. “Şunu açıklığa
kavuşturmak istiyorum” diyerek şöyle yazmıştı:
“Baran ve benim bu boşluğu doldurmak için herhangi bir girişimde bulunmamamızın nedeni sadece benimsediğimiz yaklaşım değildi. Daha temel bir neden, gerekli niteliklerden yoksun olmamızdı. Marx gibi bir dâhi, kapitalizm altındaki emek sürecini, bu sürece doğrudan dâhil olmadan analiz edebilir ve bunu eşsiz bir zekâ ve içgörü ile yapabilirdi. Bu alandaki çeşitli akademik “uzmanların” ve “otoritelerin” iç karartıcı sicilinin de açıkça ortaya koyduğu gibi, daha az ölümlüler için doğrudan deneyim olmazsa olmaz bir koşuldur. Baran ve ben bu son derece önemli doğrudan deneyimden yoksunduk ve eğer konuya girmiş olsaydık, büyük olasılıkla kapitalizmin ideologları tarafından enerjik bir şekilde teşvik edilen birçok efsane ve safsataya kapılacaktık. Sonuçta, (kapitalizm için) gerçeğin gizlenmesinin bu kadar önemli olduğu başka bir konu yoktur. Bu enayiliğin kanıtı olarak sadece bir örnek vereceğim: son yarım yüzyılda iş gücünün vasıfsız olan yüzdesinde muazzam bir düşüş olduğu efsanesini bütünüyle yutmamız (bkz. Monopoly Capital, s. 267).(11)”
Buna karşılık, Braverman tekelci-kapitalist emek sürecinde
zengin bir deneyime sahipti ve bunu Marx’ın Kapital’de iş gününü ele alışına
dair olağanüstü derin bir kavrayışla, ayrıca modern yönetimin ve emek tasarrufu
sağlayan makinelerin gelişiminin tüm tarihine dair bir incelemeyle
birleştirebildi.(12) Yine de Braverman’in Emek ve Tekelci Sermaye’si Baran ve
Sweezy’nin Tekelci Sermaye'sinde bırakılan boşluğu doldurmaya hizmet ederken,
Braverman aynı zamanda Sweezy’nin monografisinde geliştirilen Bilimsel-Teknik
Devrim tanımını, Tekelci Sermaye'nin genel analiziyle birlikte kendi analizinin
tarihsel olarak spesifik temeli olarak almıştır.(13) Emek ve Tekelci Sermaye’nin
yayımlanmasından elli yıl sonra, çalışma bu nedenle günümüzde emek sürecinin
eleştirel analizi için, özellikle de mevcut yapay zekâ tabanlı otomasyon
açısından çok önemli bir giriş noktası olmaya devam etmektedir.
Marx, Braverman ve Kolektif İşçi
Braverman’in Emek ve Tekelci Sermaye’deki temel argümanı
artık oldukça iyi bilinmektedir. On dokuzuncu yüzyıl yönetim teorisine,
özellikle de Babbage ve Marx’ın çalışmalarına dayanarak, yirminci yüzyıl
tekelci kapitalizminde Fredrick Winslow Taylor ve diğerleri tarafından ortaya
atılan bilimsel yönetimin rolüne ışık tutarak emek sürecinin analizini
genişletebilmiştir. Babbage, on dokuzuncu yüzyıl yönetim teorisyeni Andrew Ure,
Marx ve Taylor’ın hepsi, makineleşme öncesi iş bölümünü birincil ve makine
kapitalizminin gelişiminin temeli olarak görmüşlerdi. Dolayısıyla, Adam Smith’in
ünlü toplu iğne örneğinde tasvir edildiği gibi, giderek daha ayrıntılı hale
gelen iş bölümünün mantığı, makinelerin kullanılmaya başlanmasından önce ve
mantıksal olarak öncül olarak görülebilir.(14) Babbage’ın görüşünde, Smith'in
toplu iğne örneği, hem imalatın (iş birliği altındaki ilk fabrika sistemi) hem
de modern sanayinin (ya da makine imalatının) ekonomisini açıklayacak şekilde
yeniden yapılandırılmıştır. Kapitalist iş bölümünün mantığı, Babbage’ın, artı
değeri teşvik etmenin bir aracı olarak ayrıntılı iş bölümünün aşamalı olarak
geliştirilmesini amaçlayan ilk hesaplama bilgisayarları tasarımlarına zemin
hazırlamıştır. Dolayısıyla, on dokuzuncu yüzyıl Sanayi Devrimi’nin ortaya çıkan
yönetim teorisinde ayrıntılı iş bölümü, otomasyon ve bilgisayarın gelişimi
arasında doğrudan bir bağlantı vardı.(15)
Marx'ın izinden giden Braverman, “Babbage ilkesi” olarak
bilinen şeyi, yirminci yüzyıl sonu tekelci kapitalizmi bağlamında emek
sürecinin çağdaş tartışmasına geri getirmiş ve bundan “kapitalist iş bölümünün
genel yasası” olarak bahsetmiştir. Bu ilkeye göre (şu anda genellikle iki kısma
ayrılmıştır), kapitalist koşullarda iş bölümü (1) her bir görev için en küçük
bileşenlerine ayrılmış olarak gerekli olan en az emek miktarının
belirlenmesiyle ilgilidir, böylece (2) her bir görevin yerine getirilmesi için
gerekli olan en ucuz emek miktarı tahsis edilebileceğinden, emek maliyetlerinde
bir ekonomi yaratır.(16)
Babbage, iş bölümünün faydalarını, geleneksel olarak
zanaatkâr emeği olan daha pahalı yetişkin erkek emeğinin aksine, daha az
zahmetli işlerin (o zamanlar daha az kas gücü ve daha az beceri gerektirdiği
düşünülüyordu) daha ucuz kadın ya da çocuk emeğine verilmesi şeklinde
açıklamıştı.(17) “Yapılacak işi, her biri farklı derecede beceri veya güç
gerektiren farklı süreçlere bölerek mal sahibi her süreç için gerekli olan her
ikisinin de tam miktarını satın alabilir” diye yazıyordu.(18) Ure’ye göre
‘imalat sanayinin tüm eğilimi’, insan emeğini tamamen ortadan kaldırmaya bağlı
değilse bile, en azından ‘erkeklerin yerine kadınların ve çocukların ya da
eğitimli zanaatkârların yerine sıradan işçilerin sanayisini ikame ederek
maliyetini azaltmanın bir yoluydu. ’19
Braverman, “Kapitalizm Mitolojisi”nde şöyle yazmıştı:
“Babbage ilkesi, kalifiye işçileri ‘sadece kendilerinin
yapabileceği’ işlere yerleştirerek ‘kıt becerileri koruma’ ve ‘toplumsal
kaynakları’ israf etmeme çabası olarak sunulmaktadır. Vasıflı işçilerin ya da
teknik olarak eğitilmiş kişilerin ‘kıtlığına’ bir yanıt olarak sunulur ve bu
kişilerin zamanları ‘toplumun’ yararına ‘verimli’ bir şekilde kullanılır. Ancak
bu ilke her ne kadar zaman zaman vasıflı iş gücü kıtlığına bir yanıt şeklinde
kendini gösterse de... bu özür genel olarak yanlıştır. Kapitalist üretim tarzı,
var oldukları yerde çok yönlü becerileri sistematik olarak yok eder ve kendi
ihtiyaçlarına karşılık gelen beceri ve meslekleri ortaya çıkarır. Teknik
kapasiteler bundan böyle katı bir ‘bilme ihtiyacı’ temelinde dağıtılmaktadır.
Üretim sürecine dair bilginin tüm katılımcılar arasında genelleştirilmiş
dağılımı, bu noktadan sonra yalnızca ‘gereksiz’ değil, kapitalist üretim
tarzının işleyişi önünde olumlu bir engel haline gelir.”(20)
Marx'ın kapitalist üretim eleştirisinde ileri sürdüğü gibi,
ayrıntılı iş bölümünün ilerlemesiyle birlikte, makineler emeğin yerini tamamen
alarak potansiyel olarak otomatik bir üretim yaratabilirken, işçi kitlelerini nispi
artı nüfusa ya da yedek emek ordusuna atabilir ve böylece genel olarak emek
maliyetlerini düşürebilirdi. Hâlâ mevcut olan işçi, makinenin bir eklentisine
indirgenmişti. Tüm bu eğilim, Marx’ın da işaret ettiği gibi, İngiltere’de
Sanayi Devrimi’nin kalbinde yer alan tekstil endüstrisindeki işçilerin büyük
çoğunluğunun aşırı sömürülen kadın ve çocuklardan oluşması, yerlerine
geçtikleri erkek zanaatkâr işçilerin ücretlerinin yalnızca küçük bir kısmını
almaları ve bunun da geçim için yeterli olmaması gerçeğinde açıkça görülüyordu.
Tüm bunlar makine sanayinin gelişmesini ve ücretleri ister yüksek ister düşük
olsun, kolektif emeklerinin yarattığı ve hem sömürülerini hem de makineler
tarafından yerlerinden edilmelerini artırmak için kendilerine bir ağırlık gibi
dayatılan muazzam üretim aygıtı karşısında giderek daha dezavantajlı hale gelen
işçilerin daha fazla sömürülmesini besledi.(21)
Yine de, iş bölümünü daha da geliştirmek için, üretimde doğrudan bir güç olarak bilimin yardımıyla işçilerin direncini kırmak gerekiyordu. Bu, Marx’ın işçinin kapitalist üretim süreci içinde yalnızca biçimsel değil, gerçek olarak da ikincilleştirilmesi olarak adlandırdığı şeyi mümkün kıldı. Matteo Pasquinelli’nin The Eye of the Master: A Social History of Artificial Intelligence/Efendinin Gözü: Yapay Zekânın Toplumsal Tarihi'nde belirttiği gibi: “Marx açıktı: teknolojinin doğuşu iş bölümü tarafından yönlendirilen bir süreçtir”. Babbage ilkesinin uygulanması ise otomasyona ve emeğin daha fazla sömürülmesinin aracı olarak makinenin egemenliğine giden yolu işaret ediyordu.(22)
Sweezy'nin “kolektif bilim insanı” olarak adlandıracağı kişi
tarafından karakterize edilen bilimin, kapitalist üretim içinde yeni ortaya
çıkan bir güç olarak dâhil edilmesi, aslında yalnızca ölçek ekonomileri ve
tekelci kapitalizmin dev şirketinin büyümesiyle ilişkili pazarın genişlemesiyle
mümkün oldu. Serbest rekabetçi küçük firma kapitalizminde firma sahibi ve bir
avuç denetçi tarafından yürütülen basit yönetim, on dokuzuncu yüzyılın sonları
ve yirminci yüzyılın başlarındaki büyük birleşme dalgalarını izleyen dev, çok
bölümlü şirketin yeni koşulları altında kârlılığı sürdürmek için artık yeterli
olmayacaktı.(23)
Yeni yönetim yaklaşımı en iyi Taylor tarafından yansıtılmıştır;
öyle ki bilimsel yönetim ve Taylorizm eşanlamlı terimler haline gelmiştir.
Taylorizm, Braverman tarafından üç farklı ilke açısından özetlenmiştir: (1)
“emek sürecinin işçilerin becerilerinden ayrılması”, (2) “tasarımın uygulamadan
ayrılması” ve (3) “bilgi üzerindeki bu tekelin emek sürecinin her adımını ve
uygulama biçimini kontrol etmek için kullanılması.” Taylor, ücret artışlarının
sistemin ayrılmaz bir parçası olduğunu iddia etse de, en azından belirli bir
sektörde bilimsel yönetimin uygulanmasının ilk aşamalarında, genel amaç işverenlerin
birim iş gücü maliyetlerini düşürmekti. Braverman, “Taylor, Babbage prensibini
zamanındaki herkesten daha iyi anlamıştı ve bu prensip onun hesaplamalarında
her zaman en üst sırada yer aldı.... İlk kitabı Mağaza Yönetimi’nde [1903],
açık bir şekilde, sisteminin [bilimsel yönetim] ‘tam olanaklarının, atölyedeki
makinelerin neredeyse tamamı daha küçük kalibreli ve yetenekli ve bu nedenle
eski sistemde gerekli olanlardan daha ucuz olan adamlar tarafından
çalıştırılana kadar gerçekleşmeyeceğini’ söyledi” diye yazmıştır. Taylor’ın
kendine özgü katkısı, öncelikle işten çıkarma yoluyla uygulanmak üzere, artan iş
kontrolü için tam ölçekli bir yönetsel zorunluluğu dile getirmesiydi.
Dolayısıyla, Braverman’e göre Taylorizm’in içinde “kapitalist üretim tarzının
açıkça dile getirilmesinden başka bir şey olmayan bir teori yatmaktadır.”(24)
Braverman’e göre, kapitalist üretim tarzının tüm çelişkili
mantığı ve devrimci bir sosyalist yanıt olasılıkları, tekelci-kapitalist
üretimde yapay zekânın (otomasyonun daha gelişmiş bir biçimi) devreye girmesi
de dâhil olmak üzere, ancak makineleşme ve otomasyonla birlikte ortaya
çıkmıştır. Bu noktada Braverman’in analizi temelde Marx’ın emeğin ayrıntılı
bölünmesi, emek hiyerarşisi ve emek bilgisinin makinelere dâhil edilmesinin
bütününü kapsayan bir kategori olarak kullandığı kolektif işçi kavramına dayanmaktadır.
Marx’a göre emek süreci, işçilerin işten çıkarılması ve yerlerinden edilmesiyle
ilişkili daha yüksek düzeyde makineleşme bağlamında bile, organik olarak ve
temelindeki emek değeri açısından esasen aynı kalmıştır.(25)
Marx’ın Kapital’deki kolektif işçi analizi, ondan yaklaşık
on yıl önce yazdığı Grundrisse’deki genel zekâ tartışmasının ötesine geçmiştir.
Grundrisse'’de “Makineler Üzerine Fragman” olarak bilinen bölümde, “genel zekâ”
makinelere dahil edilmiş ve otomasyonun büyümesiyle üretimde emeğin ve hatta
emek değerinin görünürde ortadan kalkmasına yol açmıştır.(26) Braverman’in
kendisi de Emek ve Tekelci Sermaye’de Marx’ın “Makineler Üzerine Fragman”da
yazdığı ifadeye atıfta bulunacaktı: “Üretim süreci, yöneten kurum olarak emeğin
egemen olduğu bir süreç anlamında bir emek süreci olmaktan çıkmıştır.”(27)
‘Makineler Üzerine Fragman’ bazen son tartışmalarda hatalı bir şekilde Marx’ın
değerin emek teorisinin (ya da emek-değer teorisinin; ç.n.) makine üretimi ve
otomasyon tarafından aşamalı olarak yerinden edildiğini gördüğünü iddia etmek
için kullanılmıştır.(28) Ancak bu görüş, Marx’ın daha sonraki kolektif işçi
kavramının tüm makineleşme ve otomasyon sürecinin gizemini nasıl ortadan
kaldırdığına ve hem emeğin hem de değerin emek teorisinin devam eden
merkeziliğini nasıl gösterdiğine dair analizlerle çürütülmüştür.(29)
Braverman’in emek sürecinin makineye tâbi kılınmasıyla
ilişkili görünen çelişkiye yaklaşımı, tam da Marx’ın “kolektif işçi” kavramına
odaklanmaktı; bu kavram yalnızca emeğin üretimdeki ebedi merkeziliğini
açıklamakla kalmıyor, aynı zamanda yeni devrimci olasılıklara da işaret
ediyordu. Kolektif işçide emek, Marx gibi Braverman tarafından da bir bütün
olarak, emek ve makineleşme hiyerarşisini kapsayan organik bir süreç içinde
somutlaştırılmış olarak görülüyordu.
Marx, Kapital’de Ure’ye cevaben otomasyon ve kolektif işçi
üzerine yorum yaparken şöyle yazmıştı:
“Otomatik fabrikanın Pindar'ı Dr. Ure, otomasyonu bir yandan
‘merkezi bir güç (ana hareket ettirici) tarafından sürekli olarak harekete
geçirilen bir üretim makineleri sistemine özenli bir beceriyle bakan yetişkin
ve genç birçok işçinin birleşik işbirliği’; diğer yandan da ‘ortak bir nesnenin
üretimi için kesintisiz bir uyum içinde hareket eden, hepsi kendi kendini
düzenleyen bir hareket gücüne tâbi olan çeşitli mekanik ve entelektüel
organlardan oluşan büyük bir otomat’ olarak tanımlar. Bu iki tanım özdeş olmaktan
çok uzaktır. Birinde, birleşik kolektif işçi egemen özne [übergreifendes
Subjekt] ve mekanik otomat nesne olarak görünür; diğerinde ise otomatın kendisi
öznedir ve işçiler yalnızca otomatın bilinçsiz organlarıyla eş güdümlü ve
onlarla birlikte merkezi hareket gücüne tâbi olan bilinçli organlardır. İlk
tanımlama [genel olarak kolektif işçiyle ilgili] makinelerin büyük ölçekte her
türlü kullanımına uygulanabilirken, ikincisi makinelerin sermaye tarafından
kullanımının ve dolayısıyla modern fabrika sisteminin karakteristik
özelliğidir. Bu nedenle Ure, hareketin geldiği merkezi makineyi yalnızca bir
otomat değil, bir otokrat olarak sunmayı tercih eder. ‘Bu geniş salonlarda,
buharın iyicil gücü etrafındaki sayısız gönüllü hizmetliyi çağırır.”(30)
Otomasyonun sonuçlarının Ure tarafından bu çelişkili şekilde
ortaya konmasında, Marx’ın önerdiği gibi genel olarak kolektif işçi olgusuna
karşılık gelen ilk açıklama, sosyalist üretimin gelişimiyle tutarlıdır. İkincisi
ise genel bir akılla donatılmış ve emeğin ya tamamen yok olduğu ya da aşağılık,
beyinsiz bir duruma indirgendiği makine mitine karşılık gelmektedir. Ure’ye
göre, “sermaye, bilimi hizmetine aldığında, emeğin dirençli eline her zaman
uysallık öğretilecektir.”(31) Buna karşın Marx için devrimci yanıt, özgür
toplumsal gelişmeyi artıracak şekilde kolektif işçi adına bilimi hizmete
almaktı.
Braverman’in Marx’ın Kapital’i üzerine inşa ettiği kendi
analizinin doruk noktası olarak ortaya çıkacak olan şey, kolektif işçinin en
azından potansiyel olarak toplumsal emeğin aktif öznesi olduğu iş bölümü,
makineleşme, otomasyon ve yapay zekâya yönelik devrimci bir yaklaşımın
geliştirilmesiydi. Böyle bir görüş, Ure ve Taylor’ın tercih ettiği “çeşitli
mekanik ve entelektüel organlardan oluşan ve üretimin aşılmaz otokratı olarak
işlev gören, işçilerin sadece birer uzantıya indirgendiği devasa bir otomat”
şeklindeki daha makine-fetişleştirilmiş nitelemelere şiddetle karşı çıkıyordu.
Kolektif İşçi, Yapay Zekâ ve Üretimin Yeniden
Birleştirilmesi
Braverman’in eleştirisine göre, dijital çağda otomasyon ve
yapay zekâ da dâhil olmak üzere modern teknoloji, nihayetinde kapitalist iş
bölümü tarafından bozulmuş bir emek sürecini yeniden birleştirmeye yönelik
güçlü bir eğilimi temsil ediyordu. Smith’in Ulusların Zenginliği’nin başındaki
toplu iğne örneğinde kullandığı tüm görevler artık tek bir makinede birleşmiş
ve emek sürecinin kendisinin yeniden birleştirilmesine olanak sağlamıştır. Yine
de, emek sömürüsünün ve değerlenme sürecinin hâlâ Babbage ilkesine dayandığı
tekelci aşamasındaki kapitalizm, artık giderek arkaikleşen iş bölümünü yeniden
tesis etmek için sürekli olarak daha yüksek düzeyde makineleşme ve otomasyon
kullanmaya çalıştı. Braverman’in belirttiği gibi, “Tüm adımların tek bir
makinenin çalışma mekanizmasına yerleştirildiği yeniden birleştirilmiş süreç,
şimdi onu, hiçbirinin hayatının tamamını tek bir işlevde geçirmesine gerek
olmayan ve hepsi de bu giderek daha üretken hale gelen makinelerin
mühendisliğine, tasarımına, iyileştirilmesine, onarımına ve çalıştırılmasına
katılabilen, birbiriyle ilişkili üreticilerden oluşan bir kolektif için uygun
hale getiriyor gibi görünmektedir.” Ancak, üretim güçlerindeki gelişmelerin bir
sonucu olarak kolektif işçiye teknik olarak açık olan bu olanaklar, tekelci
kapitalizmin toplumsal üretim ilişkileri tarafından engellenmektedir. “Böylece
kapitalist üretim tarzı, makineler tarafından tersi için ne kadar çok olanak
yaratılırsa yaratılsın, teknoloji tarafından tasarlanan yeni süreçlere giderek
daha derin bir iş bölümünü dayatır.”(32)
Marx'ın kolektif işçi anlayışında kabul ettiği ve Braverman’in tekelci kapitalizm bağlamında vurgulayacağı gibi, insanların potansiyel olarak üretimin öznesi olduğu insan özgürlüğü için yeni teknolojik olanaklar onlara karşı çevrilir. İşçi, sermaye yönetiminin yeni makine teknolojisini ayrıntılı iş bölümünü pekiştirmek için kullandığı ve giderek daha “akıllı” hale gelen makineyi üretimin öznesi olarak gördüğü bir dünyada yalnızca metalaştırılmış bir nesne haline gelir. Braverman’in terimleriyle, Marx'ın kolektif işçisinin kendisi de tekelci kapitalizm altında aşağılanmıştır. “Üretim kolektif hale gelmiş ve bireysel işçi, kolektif işçi bedenine dâhil edilmiş olsa da, bu beden beyni lobotomize edilmiş ya da daha kötüsü tamamen çıkarılmış bir bedendir. Beyni bedeninden ayrılmış, modern yönetim tarafından emek gücünü ve emek süreçlerini kontrol etmenin ve ucuzlatmanın bir aracı olarak ele geçirilmiştir.”(33)
Ancak Ure’nin makine mantığına indirgenmiş kolektif emek
kavramı tekelci kapitalizm altında açıkça mevcutsa, Sweezy’nin kolektif bilim
insanıyla birleşen Marx’ın kolektif işçisi, makineler daha otomatik hale
geldikçe ortaya çıkan ve insanlık tarihi boyunca geliştirilen emek süreci
bilgisini içeren yeni devrimci olasılıkları temsil ediyordu. Artan üretkenliğin
mümkün kıldığı politeknik okullar aracılığıyla işçilerin bilim ve mühendislik
alanlarında daha yaygın bir şekilde eğitilmesi, insan emeği ve yaratıcılığının
yeniden birleşmesine ve gelişmesine yol açabilirdi. İronik bir şekilde, bu ne
kadar mümkün hale gelirse, kapitalist eğitim sisteminin kendisi de o kadar
bozuldu ve işçileri, işçinin bilgisinin değersizleştirilmesine dayanan Babbage
ilkesinin egemenliği altında tuttu.
Dolayısıyla, tekelci-kapitalist toplumda eğitim, giderek
ayrıntılı iş bölümüyle aynı mantığa daha fazla tâbi olmaktadır. Sistemin bu
konudaki zorunluluğu en başından beri açıktı. Bilimsel yönetimin kurucularından
Frank Gilbreth’in yazdığı gibi: “Bir işçiyi eğitmek, yalnızca iş programındaki
talimatları yerine getirmesini sağlamak anlamına gelir. Bunu yapabildiğinde,
yaşı ne olursa olsun eğitimi sona erer.”(34) İşin aşağılanmasıyla birleşen bu
ilke, Amerika Birleşik Devletleri’nde ve başka yerlerde devlet okullarında
eğitimin yoğun bir şekilde aşağılanmasının arkasında yatmaktadır. Bilim,
kültür, tarih ve eleştirel düşünme K-12 seviyelerinde sistematik olarak ortadan
kaldırılmakta ya da önemsizleştirilmekte, özellikle ilk sınıflarda standart
testlerin dayattığı indirgeyici bir sürece giderek daha fazla vakfedilmektedir.
Sanki sistem, klasik-liberal politik iktisatçı Adam Ferguson’un, işçilerin
sermaye açısından ne kadar akılsız olurlarsa o kadar üretken olduklarını
vurgulayan “Cehalet, endüstrinin anasıdır” atasözünden tam anlamıyla
faydalanmanın yollarını sonunda bulmuş gibi.(35) Eğitimin dijitalleşmesi, bilgi
ve yaratıcılığı genişletmek yerine tam tersine amansız bir standartlaşmaya yol
açıyor. Amaç, nüfusun büyük bölümünü C. Wright Mills’in “neşeli robotlar”
olarak adlandırdığı şeye dönüştürmek gibi görünüyor.(36) Büyük ölçekli dil
modellerinin yükselişi, yığınlarca veri girdisini bir araya getirebilen ve
önceden belirlenmiş algoritmalara uygun olarak “sinir ağlarında” bilgiyi yapay
olarak sentezleyebilen üretken yapay zekânın büyümesiyle birleştiğinde,
üniversite öğrencileri bu teknolojileri gerçek öğrenmenin mekanik bir ikamesi
olarak kullanmaya giderek daha fazla teşvik ediliyor.(37) Kolektif bir işçi
veya kolektif bir bilim insanından ziyade, vurgu kolektif bir makine zekâsı
olarak yapay zekâ üzerindedir.
Bunun ardında, üretimin gizli meskeninde, insan emeğinin
sürekli olarak aşağılanması yatmaktadır. Google, dünyadaki tüm kitapları (130
milyon benzersiz cilt olduğu tahmin ediliyor) dijitalleştirme planının bir
parçası olarak, ritmi düzenlenmiş bir film müziği eşliğinde kitapları hızlı bir
şekilde taramaları için yüz bin geçici ve sözleşmeli işçi tuttu. Proje büyük
ölçüde terk edilmiş olsa da, üretken yapay zekânın geliştirilmesi için bir
mekanizma olarak görülüyordu.(38) Güvencesiz emeği oluşturan geçici ve
sözleşmeli işçi sayısındaki artış, dijital çağın/yapay zekâ çağının “bulut
bilişim” gizemiyle örtülen gizli gerçekleridir. Yeni platform işleri
milyonlarca taşeron işçiyi istihdam etmektedir. McKinsey Global Institute gibi
iş grupları tarafından ulusal iş gücü üzerinde yapılan çevrimiçi anketler,
Amerika Birleşik Devletleri’nde “çalışanların yüzde 25 ila 35'inin” bir önceki
ay içinde ek veya birincil olarak standart dışı veya geçici işlerde çalıştığını
gösteriyor. Bu da 2024 yılı itibarıyla Amerika Birleşik Devletleri’nde en az 41
milyon kişinin genellikle geçici işçi olarak bir tür gig [veya platform] işinde
çalıştığı anlamına geliyor. Her ne kadar sayısız iş yapay zekâ tarafından
tehdit edilse de (tahminler büyük ölçüde değişmektedir), iş genel olarak ortadan
kalkmamakta, daha şarta bağlı ve güvencesiz hale getirilmektedir.(39)
Yine de, işin bu amansız gibi görünen işlev kaybına karşıt
eğilimler de var. Marx’ın ünlü gözleminde olduğu gibi, üretici güçlerin
gelişimiyle bağlantılı olarak genişleyen insan potansiyelinin, üretimin
toplumsal ilişkileri tarafından engellendiği durumlarda, kaçınılmaz olarak
“toplumun genelinin yeniden inşasını” amaçlayan yeni devrimci mücadeleler
ortaya çıkmaktadır.(40) Günümüzün emek süreci üzerindeki sınıf mücadeleleri
yeni dijital teknolojiye ya da yapay zekâya karşı değil, insanların
kendilerinin salt algoritmalara indirgenmesine karşıdır. Genel zekânın somutlaşmış
hali olarak kolektif işçi, üretim koşullarını ancak gelişmiş bir sosyalizm ya
da eşitlikçi ve sürdürülebilir bir insani gelişim sistemi altında bir bütün
olarak toplumun yararına kontrol edebilir.
Dipnotlar:
1- Bakınız Matteo Pasquinelli, The Eye of the Master: A Social History of Artificial Intelligence/Efendinin Gözü: Yapay Zekânın Toplumsal Tarihi (Londra: Verso, 2023); Pietro Daniel Omodeo, “The Social Dialectics of AI/“Yapay Zekânın Toplumsal Diyalektiği,” Monthly Review 76, no. 6 (Kasım 2024): 40-48; Simon Schaffer, “Babbage's Intelligence Calculating Engines and the Factory System/ Babbage'ın Zekâ Hesaplama Motorları ve Fabrika Sistemi,” Critical Inquiry 21, no. 1 (Autumn 1994): 205, 209-10, 220-23.
2- Karl Marx, Capital/Kapital, cilt 1 (Londra: Penguin, 1976), 1019-25, 1034-38.
3- Kurt Vonnegut Jr., Player Piano/Otomatik Piyano (New York: Dell Press, 1952, 1980), 12-13, 187. Romanda kullanılan Birinci ve İkinci Sanayi Devrimleri'nin özel karakterizasyonları Vonnegut tarafından Amerikalı bilgisayar bilimcisi ve matematikçi Norbert Wiener'e atfedilmiştir.
4- Rick Wartzman, “The First Time the Nation Freaked Out Over Automation/Ulusul Otomasyon Konusunda İlk Kez Tepesinin Attığı An,” Politico, 30 Mayıs 2017.
5- Paul M. Sweezy (anonim olarak yayımlanmıştır), The Scientific-Industrial Revolution/Bilimsel-Endüstriyel Devrim (New York: Model, Roland & Stone, 1957), 10, 27-36; Marx, Capital/Kapital, cilt 1, 461, 483, 544. Paul A. Baran 1940'larda ve 50'lerde ek gelir elde etmek için Wall Street’teki Model, Roland&Stone firması için çalışmalar yapmıştır. Ancak 1956-1957’de Büyümenin Ekonomi Politiği’ni tamamlıyordu ve araştırmada Sweezy’nin yardımını aldı. Sweezy, Baran’a yardımcı olmak için sonunda Bilimsel-Endüstriyel Devrim adlı monografiyi yazdı. Yatırım fırsatlarına iyimser bir bakış açısı sunmak isteyen bir Wall Street firmasının bağlamı göz önüne alındığında, Sweezy esasen monografiyi bu yönde yönlendirmek zorunda kaldı ve bu açıdan kendi görüşlerinden önemli ölçüde farklıydı. Bununla birlikte, o dönemde Baran’a da söylediği gibi, böyle bir projenin gerektirdiği temel bilim ve bunun sosyal ve ekonomik sonuçlarına ilişkin araştırma olağanüstü değerliydi ve katkısının önemi de burada yatmaktadır. Bkz: Paul A. Baran ve Paul M. Sweezy, The Age of Monopoly Capital/Tekelci Sermaye Devri, Nicholas Baran ve John Bellamy Foster, eds. (New York: Monthly Review Press, 2017), 146, 503.
6- Sweezy, The Scientific-Industrial Revolution/Bilimsel-Endüstriyel Devrim, 28-30.
7- Leo Huberman ve Paul M. Sweezy, “The ‘Triple’ Revolution/Üçlü Devrim,” Monthly Review 16, no. 7 (Kasım 1964): 417-23. Ayrıca bakınız George ve Louise Crowley, “Beyond Automation/Otomasyonun Ötesi,” Monthly Review 16, no. 7 (Kasım 1964): 423-39. Huberman ve Sweezy, makalelerinde şunları yazmıştır: “Bizim vardığımız sonuç, evrensel garantili gelir fikrinin ‘Üçlü Devrim’ yazarlarının açıkça inandığı gibi büyük bir devrimci ilke olmadığıdır. Mevcut sistemimiz altında uygulandığı takdirde, statükoyu güçlendirme eğilimindeki halkın afyonu olan bir din gibi olacaktır. Sosyalist bir sistemde ise oldukça gereksiz olur ve yarardan çok zarar getirebilir“ (Huberman ve Sweezy, ‘The ’Triple' Revolution/Üçlü Devrim,” 122). Evrensel temel gelirin daha radikal alternatifleri (sosyalizm dışında) tam istihdam garantisi ve evrensel kamu hizmetleri politikasıdır. İkincisi hakkında bakınız Jason Hickel, “Universal Public Services/Evrensel Kamu Hizmetleri,” Jason Hickel (blog), 4 Ağustos 2023.
8- Paul A. Baran ve Paul M. Sweezy, Monopoly Capital/Tekelci Sermaye (New York: Monthly Review Press, 1966), 8-9, 72.
9- Bkz. John Bellamy Foster, Braverman'e giriş, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, xi-xiv.
10- Herbert Marcuse'den alıntı Bruce Brown, Marx, Freud, and the Critique of Everyday Life/Bruce Brown, Marx, Freud ve Gündelik Hayatın Eleştirisi (New York: Monthly Review Press, 1973), 14.
11- Paul M. Sweezy, Braverman'e önsöz, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, xxv-xxvi.
12- Braverman'in bir üretim işçisi olarak rolü hakkında bkz. Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 4-5.
13- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 115. Sweezy'nin Bilimsel-Teknik Devrim ve “kolektif bilim insanı” açıklamasına ek olarak Braverman, Sweezy'nin organik kimyanın gelişimine dayanan “sentetikler çağı” analizini de dâhil etmiştir.
14- Adam Smith, The Wealth of Nations/Ulusların Zenginliği (New York: Modern Library, 1937), 4-5.
15- Pasquinelli, The Eye of the Master/Efendini Gözü, 53-76.
16- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 55-58; Pasquinelli, The Eye of the Master/Efendinin Gözü, 17, 104.
17- Charles Babbage, On the Economy of Machinery and Manufactures/Makine ve Üretim Ekonomisi Üzerine (Cambridge: Cambridge University Press, 2009, Charles Knight tarafından 1831'de yayınlanan orijinalinin tıpkıbasımı), 143-45, 186.
18- Babbage, On the Economy of Machinery and Manufactures/Makine ve Üretim Ekonomisi Üzerine, 137-38.
19- Andrew Ure, The Philosophy of Manufactures/Üretimin Felsefesi (Londra: Charles Knight, 1835), 19-23.
20- Braverman, Emek ve Tekelci Sermaye, 57.
21- Marx, Capital/Kapital, cilt 1, 544-45, 798-99; Karl Marx, Grundrisse (Londra: Penguin, 1973), 693-705.
22- Pasquinelli, The Eye of the Master/Efendinin Gözü, 109.
23- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 175; Richard Edwards, Contested Terrain (New York: Basic Books, 1979).
24- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 77-82; Frederick Winslow Taylor, “Shop Management,/Mağaza Yönetimi” Frederick Winslow Taylor, Scientific Management/Bilimsel Yönetim (New York: Harper and Brothers, 1947) içinde, 105; Foster, Braverman, "Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye"ye giriş, xvii.
25- Marx, Capital/Kapital, cilt 1, 464-69, 544; Pasquinelli, The Eye of the Master/Efendinin Gözü, 99, 104-5, 108-10, 116-18; Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 308, 320-21; Rob Beamish, Marx, Method, and the Division of Labor/Marx, Yöntem ve İş Bölümü (Urbana: University of Illinois Press, 1992), 110-13, 126-32.
26- Marx, Grundrisse, 693-705.
27- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 118-19.
28- Paulo Virno, Grammar of the Multitude/Çokluğun Grameri (New York: Semiotext[e], 2004), 105-6.
29- Michael Heinrich'in açıkladığı gibi, değer açısından bakıldığında, Marx’ın kolektif işçiyi ele alışı makine mitolojisini ve “genel zekâ” kavramını kırmıştır. Değer ve değişim değeri ile somut ve soyut emek arasındaki ayrımlar ve göreli artı değer kavramını geliştirmesi yoluyla değer teorisini (Grundrisse'nin ötesinde) daha da geliştirmesiyle bağlantılıydı. Marx’a göre kapitalist üretimde makinelerin kullanılmasının nihai amacı, artı değer oranını ya da işçinin (hem bireysel hem de kolektif) sömürüsünü artırmaktı. Michael Heinrich, “The ‘Fragment on Machines’: A Marxian Misconception in the Grundrisse and its Overcoming in Capital/Makineler Üzerinde Parça: Grundrisse'de Marxçı Bir Yanılgı ve Kapital’de Aşılması,” Marx's Laboratory: Critical Interpretations of the Grundrisse/Marx Laboratuvarı: Grundrisse’nin Eleştirel Yorumları”, içinde Riccardo Bellofiore, Guido Starosta, and Peter D. Thomas, eds., (Chicago: Haymarket, 2013), 197-212. Ayrıca bakınız Cheng Enfu, The Creation of Value by Living Labour/Yaşayan Emeğin Değer Yaratması (Canut, Türkiye: Canut International Publishers, 2005), 109-11.
30- Marx, Capital/Kapital, cilt 1, 544-45; Ure, Philosophy of Manufactures, 13, 18.
31- Ure, The Philosophy of Manufactures/Üretimin Felsefesi, 368.
32- Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 320.
33- Braverman, a.g.e., 321.
34- Frank Gilbreth, Braverman, Labor and Monopoly Capital/Emek ve Tekelci Sermaye, 309'da alıntılanmıştır.
35- Adam Ferguson'dan alıntı Marx, Capital/Kapital, cilt 1, 483.
36- John Bellamy Foster, “Education and the Structural Crisis of Capital/Eğitim ve Sermayenin Yapısal Krizi,” Monthly Review 63, no. 3 (Temmuz-Ağustos 2011): 6-37; C. Wright Mills, The Sociological Imagination/Sosyolojik Tahayyül (Oxford: Oxford University Press, 1959), 175.
37- Jason Resnikoff, “Contesting the Idea of Progress: Labor's AI Challenge/ İlerleme Fikrini Tartışmak: İşçinin Yapay Zekâ Mücadelesi,” New Labor Forum, 10 Eylül 2024, newlaborforum.cuny.edu; Katy Hayward, ”Machine Unlearning: AI, Neoliberalism and Universities in Crisis/Makine Öğrenmesinin Unutulması: Yapay Zekâ, Neoliberalizm ve Krizdeki Üniversiteler,” Red Pepper, 25 Ağustos 2024, redpepper.org.uk.
38- Moritz Altenried, The Digital Factory /Dijital Fabrika (Chicago: University of Chicago Press, 2022), 3-4; Jennifer Howard, “What Happened to Google's Effort to Scan Millions of University Library Books?/ Google'ın Milyonlarca Üniversite Kütüphanesi Kitabını Tarama Çabasına Ne Oldu?”, EdSurge, 10 Ağustos 2017; “How Many Gig Workers Are There?/Kaç Tane Gig Çalışanı Var?”, Gig Ekonomisi Veri Merkezi, erişim tarihi 23 Ekim 2024.
39- IMF, yapay zekânın dünyadaki işlerin yüzde 40'ını, gelişmiş ekonomilerde ise yüzde 60'ını “etkileyeceğini” tahmin etmektedir. Bunun gerçekte ne anlama geldiği ve zaman çizelgesi, abartıyı bir kenara bırakırsak, belirsizdir. MIT ekonomisti H. Daron Acemoğlu, “tüm işlerin yalnızca küçük bir yüzdesinin -sadece %5'inin- önümüzdeki on yıl içinde yapay zekâ tarafından devralınmaya ya da en azından büyük ölçüde desteklenmeye hazır olduğunu” tahmin ediyor. Kristalina Georgieva, “AI Will Transform the Global Economy. Let’s Make Sure It Benefits Humanity/Yapay Zekâ Küresel Ekonomiyi Dönüştürecek. İnsanlığa Fayda Sağladığından Emin Olalım,” IMF Blog, 14 Ocak 2014; Jeran Wittenstein, ‘AI Can Do Only 5% of Jobs, Says MIT Economist Who Fears Crash/Çöküşten Korkan MIT Ekonomisti, Yapay Zekânın İşlerin Sadece %5'ini Yapabileceğini Söylüyor,’ Bloomberg, 2 Ekim 2024. Güvencesizlik konusunda bkz: R. Jamil Jonna ve John Bellamy Foster, “Marx's Theory of Working-Class Precariousness/Marx’ın, İşçi Sınıfının Güvencesizliği Teorisi,” Monthly Review 67, no. 11 (Nisan 2016): 1-19.
40- Karl Marx, A Contribution to the Critique of Political Economy/Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı (Moskova: Progress Publishers, 1970), 21; Karl Marx ve Friedrich Engels, The Communist Manifesto: 150th Anniversary Edition/Komünist Manifesto: 150. Yıl Dönümü Baskısı (New York: Monthly Review Press, 1998), 2.
https://monthlyreview.org/2024/12/01/braverman-monopoly-capital-and-ai-the-collective-worker-and-the-reunification-of-labor/
adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü;
Twitter üzerinden takip etmek için buraya,
Bluesky üzerinden takip etmek için buraya,
Facebook üzerinden takip etmek için buraya,
Blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
ABD merkezli bağımsız haber kuruluşu Democracy Now! adına Amy Goodman ve Nermeen Shaikh, tarihçi Enzo Traverso’yu ağırladı. Programda, post-faşizm ve İsrail’in Gazze saldırısı üzerinde duran Traverso, Gazze’de işlenen soykırım suçunun uzun vadede Holokost belleğine de zarar vereceğini vurguladı.
AMY GOODMAN: Burası Democracy Now!, democracynow.org,
“Savaş, Barış ve Başkanlık”. Ben Amy Goodman, Denver'daki PBS12'den yayın
yapıyorum. Nermeen Shaikh New York'ta.
NERMEEN SHAIKH: Bugünkü programımızı Gazze Tarihle Yüzleşiyor adlı yeni kitabın yazarı, ünlü tarihçi Enzo Traverso ile bitiriyoruz. Bir eleştirmen, kitabın “İsrail'in ve Batı’daki destekçilerinin Gazze’deki katliamı meşrulaştırmak için başvurdukları retorik hilelerin yıkıcı bir iddianamesi” olduğunu söylüyor.
AMY GOODMAN: Enzo Traverso bize Cornell Üniversitesi'nde ders verdiği Ithaca, New York'tan katılıyor. Diğer kitapları arasında “The Origins of Nazi Violence/Nazi Şiddetinin Kökenleri” ve “The New Faces of Fascism: Populism and the Far Right/Faşizmin Yeni Yüzleri: Popülizm ve Aşırı Sağ” bulunmaktadır.
Profesör Enzo Traverso, Democracy Now'a hoş geldiniz! Çalışma alanınız faşizm ve Naziler. Şimdi neden Gazze'yi ele aldığınızdan bahsedin.
ENZO TRAVERSO: Teşekkür ederim. Beni ağırladığınız için teşekkür ederim.
Evet, ben bir modern Avrupa tarihi tarihçisiyim. Şu anda
Gazze’de olanlardan herkes gibi ben de derinden etkilendim ama Orta Doğu uzmanı
değilim. Başlangıçta bu savaş ve soykırım üzerine bir kitap yazmayı düşünmedim.
Ancak kısa sürede savaşların tarihiyle, şiddet ve soykırımların tarihiyle, Avrupa
tarihinin kendisiyle ilişkili tarihin ve hatta kelimelerin, Gazze savaşını
yorumlamak için büyük ölçüde seferber edildiğini fark ettim. Pogromlar,
Holokost, antisemitizm, Siyonizm gibi pek çok kelimenin, pek çok kavramın nasıl
suiistimal edildiği, yanlış anlaşıldığı ve bunlarla hedef şaşırtıldığı karşısında
şok oldum. Gerçekliğin bu şekilde yanlış anlaşılması karşısında, bu tür
kavramların anlamını açıklığa kavuşturmanın önemli olduğunu düşündüm.
NERMEEN SHAIKH: Profesör Traverso, kitaba Sebald’ın İkinci Dünya Savaşı'nın sonunda Alman şehirlerine yapılan yıkıcı hava bombardımanlarından sonra, bu hava saldırılarından kurtulan Almanlar tarafından neden neredeyse hiç konuşulmadığını kısmen anlamaya çalıştığı olağanüstü eseri Natural History of Destruction/Yıkımın Doğal Tarihi Üzerine’den alıntı yaparak başlıyorsunuz. Bunu bir tür öncül olarak nasıl kullandığınızdan ve 7 Ekim’den sonra yaşananların bu mercekten nasıl yorumlanması gerektiğinden, kurbanların ve faillerin çatışmada nasıl temsil edildiğinden bahsedebilir misiniz?
ENZO TRAVERSO: Evet. Kitabıma, İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Almanların kendi acıları konusunda nasıl sessiz kaldıklarına dikkat çeken büyük Alman yazar W. G. Sebald’dan alıntı yaparak başlıyorum. Yani Alman sivil toplumu müttefik bombardımanlarıyla yok edilmişti. Ancak bu sessizlik, Almanlar bu savaş suçlarının mağduru olurken Nazi Almanya’sının Holokost’u ve Avrupa’da, özellikle de Doğu Cephesi’nde daha kötü suçları işlediğinin farkında olmalarıyla ilgiliydi. Ve İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda Nürnberg mahkemesi Nazi suçlarını yargıladı. Ve ancak on yıllar sonra, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın çektiği acılar, Nazi suçlarının bir tür aklanması ya da görelileştirilmesi olarak görülmeden kabul edildi.
Şimdi ise failin Hamas ve Filistinliler, kurbanların ise İsrailliler olduğu paradoksal bir durumla karşı karşıyayız. Bu da gerçekliğin tersine çevrilmesidir. Nazi suçları yerine ABD ve İngiltere uçakları tarafından işlenen müttefik zulmünün yargılandığı bir Nürnberg duruşması gibi.
NERMEEN SHAIKH: Peki Profesör Traverso, 7 Ekim'den bu yana Holokost'un bu şekilde anılmasının aslında Holokost'un kendisine yapılan bir saygısızlık olduğunu neden düşündüğünüzü açıklayabilir misiniz? Bu noktayı ve neden bu kadar çok kişi tarafından bu amaçlar için kullanıldığını düşündüğünüzü detaylandırabilir misiniz?
ENZO TRAVERSO: Evet. Holokost belleği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra on yıllar boyunca yeraltında ve gizli bir anı olarak kaldı. Ancak çok zor ve sancılı bir geçmişle yüzleşme süreci sonucunda, Holokost belleği sadece Batı’nın değil, küresel bellek alanının da merkezi bir unsuru, bir sütunu haline geldi. Holokost’u bu resmin merkezine yerleştirmeden 20. yüzyılı düşünemeyiz. Kitabımda, Holokost’un liberal demokrasilerimizin bir tür kamu dini haline geldiğini ve insan haklarını ve demokrasilerimizin bazı temel değerlerini övmek için kullanıldığını yazdım. Holokost belleği, diğer şiddet ve soykırım biçimlerinin belleğini detaylandırmak için bir tür paradigma olarak son derece önemliydi.
Ancak son on yıllarda -son yirmi yıl diyebilirim- Holokost belleği
paradoksal bir metamorfoz yaşadı ve İsrail’in Filistin topraklarını işgalini
koşulsuz destekleyen bir politika haline gelmek üzere İsrail ve çoğu Batılı güç
tarafından silah olarak kullanıldı. Bunun son derece tehlikeli sonuçları var
çünkü bugün Gazze’de soykırım niteliği taşıyan bir savaşı meşrulaştırmak için
Holokost belleğine başvurulduğu ve sahip çıkıldığı dramatik, trajik bir durumla
karşı karşıyayız. Bu da Holokost belleğinin tamamen saptırıldığı anlamına
gelmektedir.
Ve bunun olası sonuçlarını bir düşünün. Bu soykırım savaşına
karşı protesto gerçekleştirenler antisemitizmle suçlanıyor. Ancak Holokost belleği
soykırımcı bir politikayı kayıtsız şartsız savunmak için devreye sokulursa,
belki de insanlar Holokost belleğinin özünde kötü olduğunu düşünebilir. Eğer
bir soykırımı eleştirmek antisemitizm ise, pek çok insan antisemitizmin o kadar
da kötü olmadığını düşünebilir. Ve son olarak, pek çok insan Holokost’un
kendisinin, İsrail’in Filistin topraklarını işgal ve baskı politikalarını
meşrulaştırmak için uydurduğu bir mit olduğunu düşünmeye başlayacaktır.
Dolayısıyla, korkarım, belki hemen değil ama uzun vadede antisemitizme karşı
mücadele ve Holokost belleği adına İsrail işgalini ve savaşını koşulsuz
savunduğunu iddia eden insanlar yeni bir antisemitizm dalgası hazırlıyorlar.
AMY GOODMAN: Profesör Enzo Traverso, bugünkü programımızı bitirmeden önce size Trump’ın zaferini sormak istiyorum. Sizi şaşırtan şeyin onun kazanması değil, kazanmasının boyutu olduğunu söylediniz. Önceki kitaplarınızdan birinin adı Faşizmin Yeni Yüzleri: Popülizm ve Aşırı Sağ. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?
ENZO TRAVERSO: Evet, bu kitapta, küresel ölçekte yükselen radikal sağ, aşırı sağ, faşist ve radikal milliyetçi hareket ve partilerin bu çok geniş ve heterojen kümelenmesini tasvir etmek için post-faşizm kategorisini önerdim. Ve Trump bir istisna değildir. Trump bu küresel fenomenin bir parçasıdır. Bu post-faşizm kavramını kullandım, çünkü belli nedenlerden ötürü klasik faşizm çağından farklı bir bağlamda yaşıyoruz ve Donald Trump ya da Arjantin’deki Milei, Fransa’daki Marine Le Pen ya da İtalya’daki Giorgia Meloni ile klasik faşizm arasında tartışılmaz pek çok fark var, bu açıdan bakıldığında faşizmden farklı bir şey. Ancak aynı zamanda bu yeni siyasi fenomeni klasik faşizmle karşılaştırmadan ele alıp yorumlayamayız. Faşizm ile bilinmeyen bir şey arasında geçiş niteliğinde bir şey ortaya çıkıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde şu konuda bir tartışma var.
AMY GOODMAN: Sadece 20 saniyemiz var, size
söylemekten nefret ediyorum. Profesör, sadece 20 saniyemiz var.
ENZO TRAVERSO: Evet. Trump’ı bir faşist olarak tasvir
etmekte hiç zorlanmadığımı söyledim. Seçim sonucuna itiraz ederek demokrasinin
temel özelliklerini çiğnemeye hazır olduğunu kanıtladı. Ancak bu tür bir faşizm
aniden düşen bir meteor değildir.
AMY GOODMAN: Burada bırakmak zorundayız, ancak New York'a geldiğinizde daha uzun bir röportaj yapmak için sabırsızlanıyoruz.
https://www.democracynow.org/2024/11/15/gaza_faces_history_enzo_traverso
adresinde deşifresi yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Kültürel tarih ve tarihsel epistemoloji alanında çalışma yapan akademisyen Pietro Daniel Omodeo, Monthly Review dergisi için "Yapay Zekânın Toplumsal Diyalektiği" başlıklı bir makale kaleme aldı.
Yapay zekâ (AI) çağımızın her yerde mevcut, çoğu zaman da her şeye gücü yeten bir inovasyonudur. Bu nedenle, Matteo Pasquinelli'nin yapay zekânın tarihsel ve diyalektik bir kavrayışını sunan yeni kitabı The Eye of the Master: A Social History of Artificial Intelligence (Verso, 2023)/Efendinin Gözü: Yapay Zekânın Toplumsal Tarihi başlı başına hayati bir öneme sahip. Pasquinelli'nin çalışması, bilimin maddi tarihi, toplumun algoritmalaşması ve Antroposen'de sermaye ile emek arasındaki antagonizma üzerine yıllarca süren araştırmaların doruk noktasıdır. Tüm bunları Karl Marx'ın ve bilim ile emek sürecinin tarihsel epistemolojisiyle ilgilenen sonraki teorisyenlerin merceğinden, bir dereceye kadar İtalyan operaismo'su ile destekleyerek eleştirel bir şekilde değerlendiriyor.(1)
Yeşil ve dijital dönüşümlere dair teknoloji merkezli hayallerin hâkim olduğu günümüzde, sermaye piyasalarının genişlemesine yönelik girişimci “fırsatlar” üzerindeki neoliberal vurgu, sosyal ve ekolojik adaleti hedefleyen önemli bir dönüşümü ihmal etmektedir.(2) Bu yabancılaşmış politik-ekonomik zorunluluk, aşağıdan eleştirel bir bakış açısı gerektirmektedir. sosyalizm sorusu kitabın mantığına işlendiği için Pasquinelli doğru yönde ilerliyor. Yapay zekâya, kapitalist yönetim altında tüm makinelerin (ya da üretim araçlarının) yaptığı gibi, çatışmalı toplumsal ilişkilerin ifadesi olan ve iktidarı etkileyen bir teknoloji olarak bakıyor. Marx'ın Kapital’de yazdığı gibi: “Üretim araçları yalnızca insan emeğinin ulaştığı derece ve gelişimin bir standardını sağlamakla kalmaz, aynı zamanda insanların içinde çalıştığı toplumsal ilişkileri de gösterir.”(3)
Pasquinelli'nin bilim ve teknoloji tarihine yaklaşımı, Boris Hessen, Henryk Grossman, Peter Damerow ve Jürgen Renn gibi bilimin “sosyal dışsalcılarının” ve tarihsel epistemologların izinden gitmektedir.(4) Pasquinelli'nin açıkça belirttiği gibi, Efendinin Gözü “bu [çoklu sosyal] yapay zekâ soylarını, hesaplama mantığı, görev performansı ve insan benzerliğinin (içselci) sorunları olarak değil, emek otomasyonunun (dışsalcı) perspektifinden incelemeyi ve değerlendirmeyi” amaçlamaktadır.(5) Kitabın temel amacı, bu şekilde tanımlanan eleştirel bir metodolojiye dayanarak dijital çağın sosyoekonomik köklerinin ideolojiden arındırılmış ve emek merkezli bir analizini geliştirmektir: “Tarihsel epistemoloji, toplumsal praksisin, emek araçlarının ve bilimsel soyutlamaların küresel ekonomik dinamikler içinde diyalektik olarak ortaya çıkışıyla ilgilenir.”(6)
Bu, Hessen'in bilimi üç ana faktörün sonucu olarak açıklayan
sosyal bilim tarihi programının praksiyolojik (Eylem-bilimsel; ç.n.) bir
yeniden yorumudur: ekonomi politik, teknoloji ve ideoloji.(7) Bu yaklaşım
doğrultusunda, dijital çağın teknolojileri de dâhil olmak üzere tüm
teknolojilerin; sosyal pratiklerin (bir ekonomi sorunu), bilimin (bilgi
bileşenine bağlı) ve maddi kültür ile sınıf mücadelelerinin (politik eksen)
kesişme noktasında yer aldığı varsayılabilir. Marksist bir bakış açısıyla,
üretken teknolojiler; “sabit sermaye”, yani üretim araçları, emek örgütlenmesi
ve emeğin yabancılaşması olarak anlaşılmalıdır. Pasquinelli bu eleştirel
kavramları, en ünlü tarihsel örnekleri arasında Charles Babbage'ın on dokuzuncu
yüzyıl hesap makineleri ve Frank Rosenblatt'ın otomatik istatistiksel analize
dayanan istatistiksel araçların yirminci yüzyılın ortalarında
bilgisayarlaştırılması olan yapay zekâya uygular.
Gerçekten de, kitabın doruk noktasını teknolojik bir aydınlanma oluşturmaktadır: Frank Rosenblatt'ın 1957 yılında Perceptron'u icat etmesi. Pasquinelli son bölümü, (Rosenblatt'a göre) bir beyinle karşılaştırılabilecek ve yapay zekânın maddi başlangıcını oluşturan bu kendi kendini organize eden yapay sisteme ayırmıştır. Sinir ağlarına dayanan ve dolayısıyla öğrenebilen, daha doğrusu makine öğrenimi yapabilen ilk örüntü tanıma teknolojisinin inşası, yeni bir teknososyal sürecin başlangıcına işaret ediyordu. İlk prototip olan Mark I Perceptron, istatistiksel analizi otomatikleştirdi ve örüntüleri nasıl tanıyacağını öğrenmek için bir deneme-yanılma yöntemi kullandı. Dört yüz fotoreseptörlü yirmiye yirmi piksellik bir kamera olan sensöründen, duyusal birimlerden ilişkisel birimlere ve ikili bir sınıflandırma mantığını izleyen yanıt birimlerine giden üç aşamalı bir süreç aracılığıyla bir örüntü tanıma sistemi geliştirdi.
Pasquinelli'ye göre, istatistiksel araçların bilgisayarlaştırılması, Rosenblatt'ın tutkulu bir araştırmacısı olduğu zekâ ve bilişsel becerileri ölçmeye yönelik psikometrik teknikleri de içeriyordu. Bu metrolojiler, bir dizi ölçülebilir beceriye indirgenmiş indirgemeci bir zihin anlayışını ima ediyordu; böylece yapay zekânın “ilk günahı” olarak görülebilecek bir önyargı ortaya çıkıyordu. Dahası, bilişi ölçme programı, özellikle sosyal normalleştirme için tasarlanmış bir bilimin, psikometrinin bir parçasıydı. Dolayısıyla, Pasquinelli'nin politik-epistemolojik eleştirisi, görünüşte tarafsız teknolojilerin gelişiminin keyfi bir unsurunu oluşturmaktan çok, sınıflandırıcı önyargıların yapısal olarak yapay zekâya gömülü olduğu gerçeğine işaret etmektedir. Gerçekten de makineler, şeyleşmiş kültürel kategorilere (sosyal ilişkiler, ırk, cinsiyet vb. ile ilgili sınıf ideolojileri) göre nasıl sınıflandırma yapacaklarını öğrenirler: “Turing testinden bu yana makineler, davranışları toplumsal kurallarla karşılaştırılarak 'zeki' olarak değerlendirilmektedir.”(8)
Pasquinelli'nin hikâyesinin sonundan, yani Rosenblatt'ın teknolojik başarısından başlayarak, The Eye of the Master’ı tersinden bir yapay zekâ arkeolojisi olarak yeniden düzenlemek için inceleyeceğim. Anlatı, antik çağda hesaplama soyutlamalarından algoritmaların ve modern zamanlarda bilgisayarların ortaya çıkışına ilişkin çok genel değerlendirmelerden, Sanayi Devrimi'nden bu yana kapitalizm altında emeğin örgütlenmesine kadar yapay zekânın gelişim mantığını takip ederek ilerlemektedir. Üç bölümün tersten okunması, Pasquinelli'nin yapay zekânın oluşumunu yirminci yüzyılın kültürel-bilimsel ortamlarında (son bölüm olan ‘Bilgi Çağı’nda ele alınmaktadır) ve daha da geriye giderek İngiliz sanayileşmesinin ve sınıf mücadelelerinin altın çağında (ilk bölüm olan ’Sanayi Çağı’nda yer almaktadır) nasıl izlediğini ve böylece yapay zekâ tarihini daha genel bir emek, teknoloji ve bilgi çıkarma tarihine (giriş bölümünde açıklanmıştır) nasıl bağladığını daha iyi göstermektedir. Bu sırayla okumak, Pasquinelli'nin tarihsel-materyalist bir sorgulama temelinde bilgi ekonomisi hakkındaki yaygın mitleri tersine çeviren bir bilgi emek teorisi önerisinin gücünü vurgulamaktadır.
Perceptron'un başlattığı dijital çağ, kitabın ikinci ve son
bölümünün odak noktasıdır. Pasquinelli burada yapay zekânın dayandığı fikirleri
ve teknolojik uygulamaları incelemektedir. Üç fikrin çok önemli olduğu
gösterilmektedir: birincisi, sinir ağının biyolojik metaforuna olan saplantı;
ikincisi, zekâ için test vakası olarak yinelenen örüntü tanıma sorunu; ve
üçüncüsü, yapay zekânın epistemolojik paradigmasının (ve ideolojisinin)
birbirine bağlı iki sütunu olarak “bağlantıcılık” ve “özerklik”.
Pasquinelli, yapay zekânın sinir ağlarına olan saplantısıyla
ilişkili olarak, bu metaforu nöropsikiyatrist Kurt Goldstein ve psikobiyolog
Donald Hebb'in beyin fizyolojisinden makinelere aktarılabilen nöroplastisite
fikrinin bir mirası olarak sunmaktadır.(9) Modern bilgisayar makinelerinin inşasından
önce ortaya çıkan ve çığır açan bir metin olan 1943 tarihli “A Logical Calculus
of the Ideas Immanent in Nervous Activity” başlıklı ve sıklıkla alıntılanan
makalede, sibernetikçiler Warren McCulloch ve Walter Pitts (sırasıyla bir
nörofizyolog ve bir matematikçi) nöronların teknolojik yollarla taklit
edilebileceği fikrini ortaya atmıştır. Bu, beyin fonksiyonlarını yeniden üreten
bir yapay zekâ geliştirmenin arkasındaki asıl itici güçtü. Ancak
Pasquinelli'nin de belirttiği üzere, makalenin yazarları iddia ettikleri gibi
doğayı taklit etmediler. Daha ziyade, nöronları teknolojik terimlerle,
özellikle de mühendis Claude Shannon'ın Boolean ikili mantık işlemlerini teknik
olarak yeniden üretmek için tasarladığı elektrik devrelerine benzeterek yeniden
yorumladılar.(10)
Dahası, sinir ağları fikri fizyolojinin teknolojik olarak yeniden yorumlanmasından kaynaklanırken, yapay zekânın bir diğer ayağı olan örüntü tanıma, algı psikolojisinden, tam olarak Gestalt psikolojisinden kaynaklanmaktadır. Pasquinelli bunu Gestalt teorilerinin, istatistiksel topografi teknolojisine çevrilmiş “bilişsel fosili” olarak adlandırmaktadır.(11) Örüntü tanıma konusundaki bu ısrarın asıl nedenleri, Gestalt akademisyenlerinin erken sibernetikçilerin makine zekâsı programlarına karşı geliştirdikleri bir meydan okumadan kaynaklanmaktadır. Gestalt psikologları insan zekâsının ve onun “karmaşık sentetik yetisinin” indirgenemezliğini savunmuşlardır.(12) Sibernetik karşılık (Norbert Wiener, Jerome Lettvin, Humberto Maturana ve diğerleri), mantıksal bir temsilin, temsil edilen biliş nesnesine göre zorunlu olarak izomorfik görünmemesi gerektiğini savunarak tartışmayı hesaplama alanına taşımıştır. Yani, temsilin algılanan şekli yansıtması gerekmez, ancak onu basitçe bilgi parçalarına çevirebilir. Sibernetikçiler gözün fizyolojisine odaklanmışlardır çünkü bu, insan zihninin ilk müdahalesini gerektirmeyen bir algısal sentez örneği teşkil etmektedir. Daha ziyade, görme organı, beynin sinyali yorumlama kapasitesinden bağımsız olarak, bilgiyi sentezlenmiş bir şekilde alır ve beyne iletir. Başka bir deyişle, sentetik işlev göz tarafından öngörüldüğü gibi sadece beyin tarafından yerine getirilmez. Bu nedenle, bilginin kodlanmasının gönderge ile herhangi bir benzerlik taşıması için zorlayıcı bir neden yoktur.(13)
Dahası, yapay zekâ söyleminin bir bileşeni de, beynin yapay
nöronlar tarafından yeniden üretilebilecek öz-düzenleyici bir kapasitesi olarak
görülen özerklik ideolojisidir. Liberal düşünürler, aşağıdan yukarıya
bağlantılar kurmaya yönelik bu fizyolojik kapasiteyi, ekonominin sözde kendi
kendini örgütlemesini de açıklayan daha genel bir doğa ve toplum ilkesi olarak
gördüler. Friedrich Hayek gibi bir serbest piyasa özerkliği savunucusu, bunun
düzenlenemez olduğunu savunmuştur. Argümanını desteklemek için, piyasaların
“kendiliğinden” düzeninin epistemolojik bir özrü olan tam teşekküllü bir
bağlantıcılık teorisi geliştirmiştir.(14) Pasquinelli'ye göre bu teori, hâlâ
“yapay sinir ağlarının paradigmasını” oluşturduğu için yapay zekâ ideolojisini
güçlü bir şekilde etkilemiştir. Pasquinelli'nin ifadesiyle, “Hayek örüntü
tanımayı çalmış ve onu neoliberal bir piyasa düzenleme ilkesine
dönüştürmüştür.”(15) Kuşkusuz, doğallaştırma, toplumsal ilişkileri
şeyleştirdiği için ideolojinin en başarılı biçimidir. Yine de Hayek'in vizyonu,
Smithçi görünmez eli anımsatan yarı-teolojik bir kendiliğinden provizyonizm
fikri lehine doğayı bile aşıyor gibi görünmektedir. Karmaşık bir sistemin
-beyin, ekonomi ya da piyasa- bütünlüğünün kavranıp yönlendirilip
yönlendirilemeyeceği, Hayek'in “bağlantıcılık” üzerine çalışmalarından da
anlaşılacağı üzere, epistemoloji ve politikayı birbirine bağlayan bir konudur.
Hayek'e göre piyasa epistemolojik bir alandır, çünkü bilgi alışverişi
biçimindeki bilgiye dayanır (örneğin, fiyatların belirlenmesi için). Buna göre,
onu düzenleyen zımni bilgi bilinç-üstüdür. Bu nedenle aktörler tarafından
erişilebilir değildir ve kimsenin onu yönlendirmesi mümkün değildir. Bu konum,
toplumsal gelişmelerin heteronomisini varsayar.(16) Açıkça yabancılaşmayı
teşvik eder. Piyasanın kendisi toplumsal süreçlerin yegâne itici gücü olarak
görünür. Yine de, heteronomi ve yabancılaşmanın alternatif bir analizi ve
eleştirisi mevcuttur; merkeze tüketimi değil, üretimi koyan bir analiz. Bu
alternatif, Marx'ın fabrikadaki işçi faaliyetlerinin hedef odaklı kolektif
praksisine gösterdiği ilginin altında yatan anlayıştır.
Hessen'in bilim sosyolojisi, Efendinin Gözü'nün emek, teknoloji ve bilgi çıkarımını merkeze alan ilk bölümündeki analizlerde büyük yer tutuyor. Isaac Newton'ın mekaniğinin sosyal-ekonomik, teknolojik ve ideolojik koşullarının erken modern kapitalist toplumun ekonomik ortamlarında kök saldığına dair örnek çalışmasından yola çıkarak, burada ele alınan soru şu şekilde yeniden formüle edilebilir: Yapay zekânın sosyoekonomik kökleri nelerdir? Pasquinelli, ilk olarak hesap makinelerinin tarihini mekaniğin daha uzun tarihine ve temel düzeyde, makinelerin yeniden biçimlendirdiği (ölü emek olarak), örgütlediği ve yönettiği emeğin tarihine yerleştirerek bir yanıt aramaktadır. Daha spesifik olarak, Efendinin Gözü’nün amacı doğrultusunda Pasquinelli, “on dokuzuncu yüzyıl otomasyon emek teorisinin yapay zekâ çağı için yeniden formüle edilmesini”(18) üstlenmektedir.
Mekanik iş ve yönetim arasındaki bağlantı, fabrikalarındaki
fiziksel emeğin makineleşmesine benzer bir şekilde zihinsel emeğin de
makineleşmesini hayal eden sanayi kapitalisti Babbage’ın teorilerinin ve
icatlarının merkezinde yer almaktadır. Babbage, yapay zekânın bilişsel
makinelerini öngören bir yönde ilk adımları atmıştı bile. Onun, logaritma
hesaplamasına yönelik Fark Motoru, modern bilgisayarın prototipi olarak kabul
edilebilir, ancak matematikçi Ada Lovelace'ın ilk bilgisayar programlamasına
ilham veren evrensel bir bilgisayar, bir Analitik Motor olasılığını da
öngörmüştür.(19) Babbage'ın gözünde, motorlarının görevi, endüstriyel üretim ve
iş bölümünün genel çerçevesi içinde hesaplamayı yeniden üretmek ve
hızlandırmaktı. Pasquinelli'nin açıkladığı gibi, makineleşme çabaları iki yol
gösterici ilkeye dayanıyordu: halihazırda yerleşik olan iş pratiklerinin
mekanik olarak taklit edilmesi ve değiştirilmesi ve mekanize iş bölümü
aracılığıyla emeğin nicelleştirilmesi ve satın alınması.(20) Onun endüstriyel
mekanizasyon vizyonunda, “iş bölümü yalnızca makinelerin tasarımını değil, aynı
zamanda iş planını da sağlar.”(21)
Fiziksel ve zihinsel emeğin mekanik örgütlenmesi vizyonları, üretimi artıran ve patronların kârını yükselten, ancak işçi sınıfının durumunu kırılganlaştıran ve becerilerinin çoğunu vazgeçilebilir hale getiren makinelerin kullanımı yoluyla faaliyetlerinin değersizleştirilmesine karşı işçilerin direnişiyle çatıştı. Pasquinelli, “Makine Sorunu” başlıklı üçüncü bölümde makineleşmenin toplumsal sorununa odaklanmaktadır. Makineleşme ile bağlantılı olarak, endüstriyel bir ekonomide teknobilim sorunu, işçiler üzerinde tahakküm kuran emeğin nesneleştirilmesi ile çakışmaktadır.(22) Bu düşünceler, 1960'lardan bu yana Hillary Rose ve Stephen Rose'un Science and Society (1970) ya da Marcello Cini'nin The Bee and the Architect (1976) gibi çalışmalarında solun militan bilim insanları ile bilim ve teknolojinin kapitalist toplumun asimetrik güç ilişkilerinden kaynaklandığı takdirde eşitsizliği pekiştirdiğini savunan diğer Marksist fizikçiler tarafından suçlandığı şekliyle bilimin tarafsız olmadığına dair farkındalığımızı derinleştirmektedir.(23) Bu analizler doğrultusunda, Efendinin Gözü bize öncelikle sosyal adalet sağlanmadan tekno-özgürleşme ütopyalarına yer olamayacağını hatırlatıyor.
Pasquinelli, yapay zekânın toplumsal işlevini değerlendirmek için Antroposen'in bilgi ekonomisine emek merkezli bir bakış açısını desteklemektedir. Pasquinelli, klasik bir referansa başvuruyor: Marx'ın Grundrisse'si, özellikle de makineler hakkındaki bölüm. Efendinin Gözü, Grundrisse'de sunulan Genel Zekâ sorununu açıkça ele almakta ve bunu sanayi çağında toplumun bilgi unsuru meselesinin incelenmesine bir katkı olarak yorumlamaktadır.(24) Marx'ın, emeğin teknolojinin temeli olduğu ve teknolojinin de onu modellediği fikrini Babbage'dan türettiğini belirtmek ilginçtir. Bununla birlikte, Babbage'ın efendi bakış açısını tersine çeviren Marx, bireysel icat mitlerine ve kapitalistlerin mülkiyet iddialarına karşı çıkarak, emeği makinelerin gerçek kolektif mucidi olarak görmüştür.(25) Yine de, eşitsiz toplumsal koşullar altında, makine bir kez yaratıldığında ve içerdiği bilgi kodlandığında, işçiler makinenin nesnesi haline gelirler ve bilgi ve eylem özneleri olarak saygınlıklarını yitirirler. Bilginin birikimsel tarihi, makinelerin birikimsel tarihi ile eşleştirilir. Marx'ın mülksüzleştirilen işçilere işaret ettiği gibi, politik görev hem bilgiyi hem de üretim araçlarını yeniden mülk edinmek, yani fabrikadaki işçileri ve makineleri – ve bugün genel olarak toplumu- birbirine bağlayan Kapital'in Gesamtarbeiter'ını -“süper organizma” ya da “kolektif çalışan organizma”- yabancılaştırmaktır.(26)
Pasquinelli, beşinci bölümün ana tezine göre, sanayi çağının yarı siborg gerçekliğinde enerji (doğrudan emeğin fiziksel yanıyla ilgili) ve bilginin işlevsel olarak ayrılmasıyla yaratılan emeğin, yani epistemik üretim faktörünün teknolojik olarak kodlanmasını da analiz etmektedir.(27) “Soyut emek” olarak adlandırılabilecek emeğin mekanik olarak modellenmesi ve örgütlenmesi, nicelleştirme ve kontrolü (sibernetiğin temel direkleri) mümkün kılmakta ve işçiler ile sermaye arasındaki toplumsal antagonizmalara teknolojik bir çözüm yanılsaması yaratmaktadır. Gerçekten de Pasquinelli, Babbage'ın makinelerinden Rosenblatt sonrası yapay zekâya kadar teknolojik modellemeyi bir zekâ hafriyatçılığı biçimi olarak görmektedir. Emeğin (hem fiziksel hem de bilişsel) makineleşmesi, üretim sürecini görülemez (ya da Hayek'in ifadesiyle “süper-bilinçli”) hale getirmekte ve işçileri, üretimi planlama ve yönetme imkanından mahrum bırakarak yabancılaşmayı teşvik etmektedir. Bu nedenle, yapay zekânın siyasi analizi açısından, “bilginin nihayetinde ölçmek ve aracılık etmek için harekete geçtiği şeyin işçiler ve sermaye arasındaki antagonizma olduğunu” akılda tutmak önemlidir.(28) Bu antagonizma, fabrikada tecrit edilmek bir yana, operaist/işçici (Bkz. İtalya menşeli Operaismo hareketi; ç.n.) Mario Tronti'nin bir tezine göre, genişletilmiş üretim tiyatrosuna dönüştürüldüğü için tüm toplumu ilgilendirmektedir: genişletilmiş fabrika olarak toplum.(29) Dolayısıyla, Gesamtarbeiter -Marx'ın işçiler ve makineler arasındaki bağlantının yarı siborg sonucu- yapay zekâ altyapıları aracılığıyla entegre edilen kapitalist kontrol toplumlarının yabancılaşmış insanlığıdır. Bunlar bir “karbon-silikon otomat ”ın bileşenleridir.(30) Yapay zekâ, toplumsal siborg'un bilgi unsurunu somutlaştırır; daha spesifik olarak yapay zekâ, efendinin denetiminin otomasyonudur: efendinin gözü.
Pasquinelli'nin “emek otomasyonu, toplumsal kontrol ve bilgi hafriyatçılığının soykütüğü”, ilk bölümde zekâ ve emeğin uzun erimli öncüllerini, yani yapay zekânın çok eski köklerini ifşa etmektedir.(31) Bilgisayar biliminin en temel kavramı olan algoritmayı tartışmaktadır.(32) Algoritma, “bir girdiyi, verilen kaynakları en iyi şekilde kullanarak bir çıktıya dönüştürmek için adım adım talimatlardan oluşan sonlu bir prosedür”, özünde emektir.(33) Gerçekten de, antik çağdan dijital çağa ve yapay zekâya kadar tüm emeğin entelektüel bir bileşeni vardır. Hegelo-Marksist pedagog Damerow'un görüşlerinden yola çıkan Pasquinelli, tüm bilgi biçimlerinin ortaya çıkışını, bireysel ve kolektif pratiklerden kaynaklanan bir soyutlama ve temsil diyalektiği olarak görmektedir.(34) Bu soyutlama her zaman praksisin, yani toplumsal antagonizmaların ve konjonktürel güç dengelerinin ifadesidir. Revaçta olan teknosentrizmlere ve teknolojik determinizmlerin fırsatçı ideolojilerine (dijital ve ekolojik dönüşümlere ilişkin neoliberal söylemlerde) karşı, Pasquinelli'nin Efendinin Gözü’nün sonuç bölümünde yaptığı gibi şu şekilde yanıt verilebilir: “Emeğin mantıksal bir faaliyet olduğunu onaylamak, endüstriyel makinelerin ve kurumsal algoritmaların zihniyetine teslim olmanın bir yolu değil, daha ziyade teknobilim onu ele geçirip yabancılaştırmadan önce bir spekülasyon ve icat gücü olan insan praksisinin kendi mantığını ifade ettiğini kabul etmektir....”(35) İnsan faaliyetinde yazılı olan zekânın en gelişmiş teknolojik ifadesi olan yapay zekâ, son tartışmalara kadar entelektüel olarak düşünülmesi zor olan el ve fiziksel faaliyetler de dâhil olmak üzere tüm çağlardaki tüm emeğin entelektüel bileşenine ışık tutmaktadır. Yapay zekânın günümüzde zekânın sınırlarından biri olan sürücüsüz araçlara uygulanması yoluyla bir kamyon şoförünün becerilerini taklit etmenin zorluğu, genel olarak işin zihinsel karmaşıklığını örneklemekte ve Antonio Gramsci'nin iddiasının geçerliliğini doğrulamaktadır: “tüm insanlar entelektüeldir... ancak tüm insanlar toplumda entelektüellerin işlevine sahip değildir.”(36)
DİPNOTLAR
1- Matteo Pasquinelli, Efendinin Gözü: Yapay Zekânın Toplumsal Tarihi (Londra: Verso, 2023), Marksist operaist Romano Alquati tarafından aşağıdaki şekilde tanımlanan görevi üstleniyor: “Sibernetik de dâhil olmak üzere herhangi bir teknolojik yenilik, her zaman verili bir tarihsel anın güç ilişkilerini ve sınıf karşıtlığını somutlaştırır ve bu nedenle çalışmanın odak noktası olmalıdır.” Pasquinelli'nin bu konulardaki en önemli katkıları Gli algoritmi del capitale: accelerazionismo, macchine della conoscenza e autonomia del comune (Verona: Ombre corte, 2014); “Italyan Operaismosu ve Bilgi Makinesi,” Theory, Culture and Society 32, no. 3 (2015): 49-68; “Antroposenin İnsansı Makinesi: Karbosilikon Makineler ve Siberfosil Sermaye Üzerine,” South Atlantic Quarterly 116, no. 2 (2017): 311-26; “Marx’ın Genel Zekâsının Kökenleri,” Radical Philosophy 2, no. 6 (2019): 43-56. Pasquinelli şu anda AI MODELS projesini yönetmektedir: İtalya'daki Venedik Ca' Foscari Üniversitesi'nde Yapay Zekânın Tarihsel Epistemolojisinin Geliştirilmesi projesini yürütmektedir.
2- Ekolojik eylemin temel bir bileşeni olarak sosyalizme geçiş konusunda bkz: Naomi Klein, Bu Her Şeyi Değiştirir (Londra: Penguin Books, 2015) ve John Bellamy Foster, Antroposen’de Kapitalizm (New York: Monthly Review Press, 2022). Teknokratik eko-dijital büyüme hayalleri, Avrupa Merkez Bankası Başkanı Christine Lagarde'ın yeşil dönüşüm için yılda 620 milyar Avro ve “ihtiyacımız olan dijitalleşme” için yılda 120 milyar Avro yatırım gerektiren bir “fırsat” olarak sunduğu Davos'taki en son Dünya Ekonomik Forumu'nda merkez sahneyi işgal etti ve ekledi: “Yapay zekânın yardımcı olabileceğine inanıyorum“ (”ECB President Christine Lagarde on Uniting Europe Markets at WEF,” Associated Press videosu, 46:14, 18 Ocak 2024.)
7- Gideon Freudenthal ve Peter McLaughlin (ed.), Bilimsel Devrimin Toplumsal ve Ekonomik Kökleri (Dordrecht: Springer, 2009). Ayrıca bakınız Boris Hessen, Fizik Tarihi Üzerine El Yazmaları ve Belgeler: Tarihsel Materyalist Bir Ders Kitabı, Pietro Daniel Omodeo ve Sean Winkler (ed.). (Venedik: Verum Factum, 2022).
https://monthlyreview.org/2024/11/01/the-social-dialectics-of-ai/ adresinde yayımlanan makaleden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Democracy Now’dan Amy Goodman, programına konuk ettiği İsrailli gazeteci Gideon Levy ile İsrail’in Lübnan saldırılarına ve genel saldırganlığına ilişkin konuştu. Levy, saldırılarla birlikte İsrail toplumunun da giderek alçaldığına işaret etti.
AMY GOODMAN: Burası Democracy Now!, democracynow.org,
Savaş ve Barış Raporu.
GIDEON LEVY: Biliyor musun Amy, senin programını
dinlemek bile yeterli. İsrail burada ateş ediyor, İsrail orada suikast yapıyor,
İsrail burayı bombalıyor, İsrail orayı bombalıyor. Nereyi hedefliyoruz? Demek
istediğim, tüm bu operasyonlar onlara göre haklı olabilir. Ama sonrasında ne
geliyor?
İsrail'in her şeyi güç kullanarak çözebileceği ve savaşın
her zaman her şey için ilk cevap olduğu düşüncesi değişmeli, çünkü aksi
takdirde kendimizi bir gün dünyada tamamen yalnız bulacağız. İsrail'i hâlâ körü
körüne ve otomatik olarak destekleyen Amerika Birleşik Devletleri bile -ki
programınızda Amerika Birleşik Devletleri'nin Gazze'deki katliam da dâhil olmak
üzere İsrail'in son bir yılda yaptığı her şeyin tam ortağı olduğunu
vurgulamalıyım- bir gün uyanacak. Sonra ne olacak?
AMY GOODMAN: Nasrallah suikastı hakkında konuşalım.
Bizimle Tel Aviv'den konuşuyorsunuz. İsrail'deki tepkiler nasıl?
GIDEON LEVY: Size birkaç örnek vereceğim. İsrail
televizyonunun ana kanallarından birinde bir muhabir canlı yayında çikolata
dağıtıyordu. İşte İsrail'deki ruh bu. İşte bu ruh. Bir başka önemli köşe yazarı
“Onu kertenkele gibi ezdik” diye yazdı. Ve eğer atmosfer buysa, zihniyet buysa,
hatta zeitgeist buysa, bir şeyleri değiştirmek çok zor olacaktır, çünkü
gittikçe alçalıyoruz, gittikçe alçalıyoruz, sadece tek bir şeye, yani öldürmeye
ve yıkmaya daha fazla inanıyoruz.
AMY GOODMAN: Peki, Netanyahu'nun stratejisinin ne olduğundan
ve askeri strateji dışında bir stratejisi olup olmadığından bahsedebilir
misiniz? Tanklarınız var, İsrail tankları sınırda yığınak yapıyor. Bu noktada
Lübnan'ın karadan işgal edileceğini düşünüyor musunuz? Bu ne anlama geliyor?
Hizbullah'ı sadece zayıflatmak mı istiyor yoksa tamamen yok etmek mi?
GIDEON LEVY: İsrail'in kara harekâtına girişmeyeceği bir
senaryo göremiyorum. Birincisi, her zamanki gibi çok çok sınırlı bir operasyon
olarak sunulacak, zamanla sınırlı, bölgeyle sınırlı. Bu şovlarda birçok kez
bulunduk. Daha sonra işler karmaşıklaşacak ve orada kaldığımız süreyi genişletmemiz
gerekecek. Her zamanki gibi, bu tür şeylere hiçbir ipucumuz olmadan, nasıl
çıkacağımıza dair hiçbir fikrimiz olmadan giriyoruz. Gazze'deki İsrail'e bakın.
Kimsenin Gazze'den nasıl çıkacağımıza dair bir fikri yok. İsrail aynı hatayı
Lübnan'da da tekrarlayacak, bahanesini ya da dünyanın pasifliğini kullanarak
İsrail'e istediğini yapmasına izin verecek.
Sanırım Netanyahu, İsrail'de müthiş başarılar, James Bond
başarıları olarak algılanan, önce çağrı cihazları ve telsizlerle, sonra da tüm
suikastlarla elde edilen başarılardan sonra coşku içinde. Bu, İsrail'de muazzam
bir başarı olarak algılanıyor. Dolayısıyla, bu başarıya dayanarak, sanırım
hiçbir şey İsrail'i bir kara operasyonuna girişmekten alıkoyamaz.
Ve ardından, biliyorsunuz, bölgesel bir savaşın bir unsur haline
gelebileceği, gerçeğe dönüşebileceği bir an olacak. Sonra ne olacak, İran ne
zaman devreye girecek? Ve tüm bu risklerle birlikte ne görünüyor? Önemsiz mi?
Gerçek dışı mı? Peki ya İran işin içine girerse, sırada ne var? İran'ı mı
bombalayacağız?
Bir yıldır bombalayan, bombalayan ve sadece bombalayan ve
her türlü diplomasiyi reddeden tüm bu zihniyet -hatırlayın, rehinelerin serbest
bırakılması için anlaşmalar yapıldı. İsrail hayır dedi. Ateşkes, İsrail hayır
dedi. Lübnan ateşkesi, İsrail hayır dedi. Bu, İsrail'in güvenliğini garanti
etmeyecektir, diğer tarafın ödediği bedelden bahsetmiyorum bile. Ancak
İsrail'in güvenliği bile daha iyi olmayacak. Şu anda bir yıl öncesine göre daha
kötü bir durumdayız. Tel Aviv'de bir yıl öncesine göre daha fazla korktuğumuzu
söyleyebilirim.
AMY GOODMAN: ABD ordusu Pazar günü yaptığı açıklamada
Orta Doğu'daki hava destek kapasitesini artırdığını ve birliklerini teyakkuza
geçirdiğini duyurdu. ABC News'den Martha Raddatz, Pazar günü This Week
programında Beyaz Saray Ulusal Güvenlik İletişim Danışmanı John Kirby ile bir
röportaj yaptı ve haberleri sordu:
JOHN KIRBY:
Ortaya çıkabilecek olası beklenmedik durumlara karşı bize yardımcı olmak üzere
şu anda bölgede ilave kuvvetler bulunmaktadır.
MARTHA RADDATZ: Düzinelerce daha mı?
JOHN KIRBY: Kesinlikle.
MARTHA RADDATZ: Yani bölgede hâlihazırda 40 bin askerimizin olduğunu biliyorum.
JOHN KIRBY: Evet, tam sayılara ya da bu kişilerin kim olduğuna girmek istemiyorum ama bölgeye bazı ek kuvvetler konuşlandırdık. Size şunu söyleyebilirim ki bu kuvvetleri arttırmak ve güçlendirmek için başka seçenekler de mevcut.
AMY GOODMAN: Gideon Levy, bölgesel bir savaştan
bahsediyorsunuz. Netanyahu, BM'de konuşmadan hemen önce, dediğiniz gibi, ABD ve
Fransa'nın Suudi Arabistan ve diğerleriyle ateşkes için yürüttüğü bir tartışma
vardı ve ardından Hasan Nasrallah öldürüldü. Bu, İsrail'in bölgesel bir savaşa
girmesinden öte, ABD'yi de bu savaşın içine çekmeye çalışması mı? Netanyahu,
Trump'ın yakın bir müttefiki ve dostu olarak biliniyor. Bu durum ABD
seçimlerini de nasıl etkiler? Netanyahu, Birleşmiş Milletler'de konuşmadan
hemen önce, İsrail Perşembe günü devam eden askeri girişimlerini desteklemek
için ABD'den 8.7 milyar dolar daha yardım aldığını açıkladı. ABD silah akışını
durdurursa İsrail'in yaptıklarına devam edip edemeyeceği sorusuyla bitireceğiz.
GIDEON LEVY: Ama BM... -ama ABD durmuyor-
AMY GOODMAN: Eğer ABD durursa.
GIDEON LEVY: Silahlar. Mesele de bu zaten. ABD bir şey söylüyor ve tam tersi yönde hareket ediyor. Büyük bir süper gücün İsrail'e savaşı durdurmasını söylediğine ve aynı zamanda ona silah, bomba ve mühimmat sağladığına inanabiliyor musunuz? İsrail'in ne yapması gerekiyor? Eğer Amerikalılar ona koşulsuz bir şekilde silah ve bomba temin ediyorsa, neden ateş etmesin, bombalamasın ve bunu yapmaya devam etmesin? Koşul yok.
Dolayısıyla bu ikiyüzlülük sona ermelidir. Amerika Birleşik
Devletleri savaşı destekliyor, İsrail'i destekliyor. Nasrallah'ın sığınağına
düşen bombalar Amerikan bombalarıydı. Gazze'ye düşen bombalar Amerikan
bombaları. Gazze'de öldürülen 17 bin çocuk Amerikan mühimmatıyla öldürüldü. Ve ABD,
çocukların öldürülmesine karşı olduğunu söyleyemez, çünkü ortaktır.
AMY GOODMAN: Gideon Levy, bizimle birlikte olduğunuz için çok teşekkür ederiz, ödüllü İsrailli gazeteci, yazar, Haaretz gazetesinde köşe yazarı, aynı zamanda yayın kurulunda. “İsrail'in Nasrallah Suikastı Üzerindeki Barbarca Sevinci, İsrail Toplumu İçin Yeni Bir Alçalma” dâhil olmak üzere son yazılarınıza bağlantı vereceğiz.
https://www.democracynow.org/2024/9/30/israel_assassinates_hezbollah_leader_nasrallah adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Ülkede Pazar günü gerçekleşen ve Nicolás Maduro’nun yüzde 51,2 oyla kazandığı devlet başkanlığı seçimlerinin ardından Venezuela Komünist Partisi bir açıklama yaptı.
Açıklamada parti, “demokratik, halkçı ve yurtsever güçleri, 28 Temmuz Pazar günü ülkede açık bir siyasi değişim niyetiyle kendilerini ifade eden Venezuela halkının iradesini savunmak üzere güçlerini birleştirmeye” çağırdı.
Venezuela Komünist Partisi (PCV) Merkez Komitesi Siyasi Bürosu, gerçekten demokratik, halkçı ve yurtsever güçleri, 28 Temmuz Pazar günü ülkede açık bir siyasi değişim niyetiyle kendilerini ifade eden Venezuela halkının iradesini savunmak üzere güçlerini birleştirmeye çağırır.
Uluslararası kamuoyunu, Nicolás Maduro hükümetinin
Venezuela halkının sosyal ve ekonomik haklarını elinden aldığı gibi, bugün de
demokratik haklarını elinden alma niyetinde olduğu konusunda uyarıyoruz.
Ulusal Seçim Konseyi (CNE) Başkanı Elvis Amoroso'nun seçim
sisteminin ihlal edilmeye çalışıldığı iddiasıyla yaptığı ihbar, sürece gerekli
güvenceleri sağlamak bir yana, ülkeye sunulan sonuçlara ilişkin şüpheleri
derinleştirmektedir. Bu anlamda, CNE'nin ─seçim yönetmeliklerinde belirtildiği
üzere─ tüm oylama kayıtlarını yayınlamasını ve sonuçların incelenmesinde azami
şeffaflığı talep ediyoruz.
Amoroso tarafından sunulan sonuçların seçim günü hâkim olan
ruh haliyle açıkça çeliştiği bu belirsizlik senaryosu altında Nicolás
Maduro'nun yeniden seçilmiş başkan olarak ilan edilmesi, şiddet halinin şekillenmesine
yol açan bir provokasyondan başka bir şey değildir.
Şu anda ülkenin farklı bölgelerinde spontane halk
hareketleri yaşanmaktadır. PCV olarak sadece halkın iradesine saygı
gösterilmesi çağrısını desteklemekle kalmıyor, aynı zamanda ordu ve polis
güçlerini halka baskı yapmamaya çağırıyoruz.
Ülkenin bugünü ve geleceği açısından belirleyici olan bu
saatlerde, biz komünistler Venezuela'da Anayasa'nın ve hukukun üstünlüğünün
yeniden tesis edilmesi mücadelesini güçlendirmek için geniş birlik alanları
inşa etme inancımızı teyit ediyoruz.
Kim yönetirse yönetsin, haklar savunulur!
Karakas, 29 Temmuz 2024
https://prensapcv.wordpress.com/2024/07/29/comunicado-sobre-las-elecciones-presidenciales/ adresinde yayımlanan açıklamadan çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Yedinci Bölüm
1914-1917: Emperyalist
Savaş, Üçüncü Enternasyonal’in Kuruluşu
Fransa’da, İşçi Enternasyonali'nin Fransız Seksiyonu (SFIO)
savaş kredilerini oylamaktadır. Alman Sosyal Demokrat Partisi de aynı şeyi
yapar. Lenin, bunu katıksız ve basit bir ihanet olarak görür. Yeni bir proje
sıradadır: Üçüncü Enternasyonal.
1915 yılındayız. İşçi Enternasyonali Fransız Seksiyonu (SFIO)
savaş kredileri için oy kullandı. Troçki, “Fransız sosyalizminin başı kesildi” diye
yazar. Stéphanie Prezioso, 2017’de Contre la Guerre 14-18’de (14-18 Savaşına
Karşı) “tersine dönüş tamamlanmış görünüyor” yorumunu yapar. Alman Sosyal
Demokrat Partisi de onlara oy verir: John Peter Nettl, Rosa Luxemburg
biyografisinde, “Hem Rosa Luxemburg hem de Clara Zetkin sinir krizi geçirdiler
ve bir an intiharın eşiğine geldiler” diye yazar. Lenin de onun gibi bunu
atlatamadı: “İhanet, katıksız ve basit.” Sosyalizm, burjuvazinin ve
kapitalizmin gündemini benimseyemez. Kutsal birlik yok. Sosyal şovenizm yok.
Lenin, o zamanlar üç milyon üyesi olan İkinci Enternasyonal’in ölümünü ilan
eder ve Rus İmparatorluğu’nun askeri yenilgisi varsayımını kutlar. Geriye kalan
tek şey, emperyalist savaşı devrimci bir iç savaşa dönüştürmektir. Troçki,
düşmanlıkların derhal sona erdirilmesi çağrısında bulunur. Anılarında, savaş
devam ederse, “tüm Avrupa bu savaştan tamamen yıkılmış olarak çıkacaktır” diye
yazar.
Almanya, Britanya sularını bir “savaş bölgesine” çevirir.
Reims bombalanır ve bir zeplin Paris’i kıstırır. Doğuda Ermeni soykırımı
başlar. Lenin; Hegel, Herakleitos ve Aristoteles okur. Analitik çalışmanın
gerekliliğini asla gözden kaçırmaz. Devrimci teori olmadan devrim olmaz -iyi
bilinen bir Leninist aksiyom. Ve sonra Alman Marksizminin önde gelen
isimlerinden, söz konusu krediler için oy veren partizan Kautsky’yi yerden yere
vurur: bir “fahişe”den başka bir şey değil. Ama şimdiden yeni bir projeyle
meşguldür: Üçüncü Enternasyonal’i kurmak. Bir manifesto yazılmalıdır.
Tartışmalar, delegasyonlar, alt komisyonlar, neredeyse her şey birbirine girer.
Troçki bir sentez metni yazmakla görevlendirilir. Lenin bunu çok çekingen bulur
ama yine de oy verir. Metin kabul edilir. Tony Cliff, “Savaş karşıtı
devrimciler arasında Lenin ‘aşırılıkçılığı’, ‘devrimci yenilgiciliği’ savunması
bakımından neredeyse tek başınaydı” diyor.
Rosa Luxemburg, savaş karşıtlığı nedeniyle Şubat ayı boyunca
Almanya’da hapsedilir. Parmaklıklar ardında Junius adıyla Alman Sosyal Demokrasisinin
Krizi’ni yazar ve Engels’in sosyalizm ya da barbarlık ifadelerini benimseyerek
güncel olaylara uyarlamaya çalışır. Ancak sosyalist oluşumların, verdikleri
oylarla, askerlerin katledilmesini vicdanlarına yüklediklerini özetler. “Almanya,
Fransa, Rusya ve İngiltere işçileri sarhoş uykularından uyanana; kardeşlik
içinde birbirlerinin kollarına sarılana ve savaş kışkırtıcılarının hayvani
korosunu ve kapitalist sırtlanların boğuk çığlığını emeğin güçlü çığlığıyla
bastırana kadar bu çılgınlık durmayacak ve bu kanlı cehennem kâbusu sona
ermeyecektir.” Lenin, Şubat 1916’da Zürih’e yerleşir ve Luxemburg özgürlüğüne
kavuşur. Verdun’da savaş başlar. Rus’umuz bol bol yumurta yer ve kütüphanelerde
kamp kurar. Mayıs ayında “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm”in son
rötuşlarını yapar -kitap ertesi yıl yayımlanacaktır. İtalya,
Avusturya-Macaristan’a ve Türkiye, Romanya’ya savaş ilan eder. Fransız
askerleri Douaumont’taki kaleyi geri alır, Somme Muharebesi 141 gün süren
çatışmaların ardından sona erer. 200.000’den fazla İngiliz ölür. 65.000’den
fazla Fransız. Yaklaşık 170.000 Alman.
Rosa Luxemburg'un broşürü ortaya çıkar. Lenin broşürü okur,
yazarının Rosa Luxemburg olduğundan habersizdir. Kendi gözünde bazı hatalardan
dolayı haksız olsa da, “muhteşem Marksist çalışması” için “yazarı yürekten
selamlar”. “Devrimci sloganları, sonuçlarına kadar düşünmeye ve kitleleri
sistematik olarak bu sloganların ruhuyla eğitmeye alışmış yasadışı bir örgütte
yoldaşı olmayan yalnız bir adamın resmini” hayal ettiğini söyler. Kitleler, hâlâ.
Hâlâ ve her zaman.
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-seven adresinde
yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen
metinden Türkçeye çevrilmiştir.
Bir önceki bölüm olan “Lenin Romanı-Altıncı Bölüm: Devrim Yavaş İlerliyor,
Jaurès Öldürüldü, Büyük Savaş Geliyor (1907-1914)”u okumak için buraya tıklayınız.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden
takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun
Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Altıncı Bölüm:
1907-1914: Devrim Yavaş İlerliyor, Jaurès Öldürüldü, Büyük Savaş Geliyor
Lenin’in izini Londra, Brüksel, Cenevre, Paris ve Prag’da
takip ediyoruz. Rotasını değiştirmiyor: bir devrim gerçekleştirmek, hem de
muzaffer bir devrim. Yine de büyük savaş zamanıdır. Jean Jaurès suikasta uğrar.
1907 yılındayız. Menşevikler, rejim tarafından önerilen
göreceli açılımın ele geçirilmesi gereken bir fırsat olduğu görüşündedir. Şu
anda kurumsal bir gedik açılmıştır: içeri dalmaları gerekmektedir. Troçki,
onların görüşünü paylaşmaz ve Bolşeviklerin giderek cesaretlendiğini kabul
eder. Lenin kovalanmış, bitkin ve gergindir; bir süre İsveç’te dinlenecektir.
Arkadaşı onu dünyadan kopmuş olarak tanımlar. Bolşevikler yine yaklaşan
seçimleri boykot etmeye karar verir ve yine azınlıkta kalan Lenin buna karşı
çıkar. Rus adası Kronstadt’ta denizciler isyan eder; hemen bastırılırlar.
Lenin Londra’dan geçerken, bu kez bir siyaset felsefesi
eseri olan Materyalizm ve Ampiryokritisizm üzerinde çalışır. Onun izini Brüksel’e,
Cenevre’ye, Paris’e kadar takip ederiz. Fransa’nın başkentinde geçirdiği günler
canını sıkar. Nadezhda Krupskaya, “İlyiç o günlere hep ağır bir duyguyla baktı”
diye yazacaktır. Söz konusu eser Mayıs 1909’da yayımlanır ve Plehanov onu
küçümser. Rusya’da Sosyal Demokrat İşçi Partisi üzücü bir durumdadır.
Bolşevikler, Lenin'in aktif olarak katkıda bulunduğu yeni bir dergi çıkarırlar.
Inessa Armand, militan Marksist feminist, bir opera sanatçısı ve bir aktörün
kızı; Fransızca konuşan devrimci (“çok duru bir Fransızca” diyecektir Marcel
Cachin), “Moğol gözlerini ondan alamaz”. Bundan böyle onun yanında
çalışacaktır. Birliktelikleri gizli kalacaktır. 1910’un sonunda Tolstoy ölür -iki
yıl önce Lenin onun “kapitalist sömürüyü acımasızca eleştirmesini, hükümet zorbalıklarını,
saçma mahkemeleri ve devlet yönetimini teşhir etmesini” selamlarken, “şiddetle
‘kötülüğe karşı direnme’ vaazı veren bir çatlak” olarak kaldığı için onu ayıplamıştı.
Gösteriler, yeni işçi grevlerinin arka planında patlar. Haziran 1911’de Lenin,
Seine-et-Oise’da kadrolar için bir okul açar. Eğitim yoğundur. Partinin
kontrolünü ele geçirmelidir. Yarı anarşist, yarı Blanquist olan Menşevik Martov,
Leninist hizbe karşı gürler; Rosa Luxemburg ona bir dövüş horozu, bir bölücü,
bir provokatör ve bir ayrılıkçı olarak davranır.
1912'nin başında Lenin, Prag’da bir konferans düzenler. Amacı
nedir? Partiyi yeniden canlandırmak. Onun gözünde toplantı başarılıdır. Ancak
çok geçmeden örgütlenme eksikliği yüzünden hayal kırıklığına uğrar. Muhalifleri,
onun partiyi köşeye sıkıştırma çabalarını lanetler, Troçki birleştirmeye
çalışır ve Lenin de Troçki’yi lanetler. Lenin yoluna devam eder: bir devrim
gerçekleştirin, muzaffer bir devrim ve legalist bir mutasyon üzerine bahis
oynamayı bırakın. Rusya’daki kışkırtma devam eder. Lenin, Krupskaya ve iki
yoldaşı Kraków'dan çok uzak olmayan bir yere yerleşirler. Prava (Gerçek) adlı
yeni bir hukuk dergisi kurmuşlardır. Rusya sınırında Lenin sakinleşmiştir.
Ülkesinde artık 700 binden fazla grevci işçi vardır. Duma’daki birkaç Bolşevik
milletvekili grev çağrısı yapar ama Menşevik meslektaşları tarafından hemen reddedilirler.
Prava’nın genel yayın yönetmeni Stalin, Lenin’in en keskin yazılarını
sansürler. Yazışmalarında Lenin ona “zavallı bir korkak” diyecektir. Yüce iktidar yayımlanmasını yasaklar.
Beş parasız, Inessa Armand’dan yeni ayrılmış, İkinci Enternasyonal’den
tecrit edilmiş ve acı çeken karısının başucundaki adamımız yorgun düşmüştür.
1914 yazı gelir ve onunla birlikte Saint-Petersburg’da yeni bir grev başlar. Bu,
devrimin gelişi olabilir mi? Hayır, şimdilik sadece savaş. Avusturyalı Franz
Ferdinand bir cesetten başka bir şey değildir. Belgrad az önce bombalandı.
Rusya’da genel zorunlu askerlik kararı alındı. Sonra Avusturya-Macaristan’da.
Sonra Belçika’da. 31 Temmuz’da Jaures, Montmartre Sokağı’nda yemek yerken
vuruldu. Beynine bir kurşun. Sosyalistin savaşa karşı olduğunu biliyoruz;
barışın sesi onunla birlikte gümbürtüye gidiyor gibi görünüyor. “Politik olarak
ondan çok uzaktaydım. Ama insan, onun güçlü kişiliğinin çekimini hissetmeden
edemiyordu” diye yazıyor Troçki “Hayatım”da. İki ay sonra Lenin, Bern’e taşınır.
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-six
adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından
çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.
Bir önceki bölüm olan “Lenin Romanı-Beşinci Bölüm: Ayaklanma Başlıyor,
Sovyetlerin Rolü, Baskı (1904-1907)”yı okumak için buraya
tıklayınız.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi’nin Pazar günü meydana gelen helikopter kazasında ölmesinin ardından yazılı bir açıklama yapan İran Komünist Partisi, Reisi’nin geçmişten bugüne komünistler başta olmak üzere muhaliflere yönelik atılan adımlarda aldığı önemli rollere dikkat çekti ve “Reisi, sabıka kaydıyla kapitalist İslami hükümet sisteminin bir parçasını temsil ediyordu” ifadelerini kullandı.
İbrahim Reisi'nin ölümü İran halkının çoğunluğunda aktif ve sessiz bir sevinç yarattı. İbrahim Reisi ve beraberindekileri taşıyan helikopterin “sert iniş” yaptığı haberi yayımlandığı andan itibaren, Hamaney, Hatemi, Ruhani vb. onun sağlığı için dua etmeye başlarken, İran’ın yaslı halkı onun ölümü için dakikaları sayıyordu. Onun emriyle kör olan gözler bile bugün sevinç gözyaşları döktü. Celladın ölümünden kaynaklanan bu sevinç dalgası, İslami hükümet ile İran’ın acı çeken işçileri ve halkı arasındaki ilişkinin uzlaşmazlık sınırına ulaştığını bir kez daha gösterdi.
İbrahim Reisi’nin adı ve yüzü, her şeyden önce, ölüm komitesinin
bir üyesi ve siyasi tutukluların öldürülmesinin uygulayıcısı olarak, 20.
yüzyılın sonlarında dünyanın bu köşesinde insanlığa karşı işlenen suçların bir
hatırlatıcısıdır. Humeyni, Hamaney ve Rafsancani'nin tavsiyesiyle, savaş ve
ekonomik sefalet nedeniyle hayatlarını kaybeden, izleri ve belgeleri İslami
rejim yetkililerinin açgözlülüğünün canlı bir kanıtı olan insanları terörize
etmek amacıyla insanlık karşıtı bir suç işledi. O dönemde Humeyni’nin emriyle,
daha sonra ölüm komitesi olarak bilinen ve İbrahim Reisi'nin de üyelerinden biri
olduğu özel bir komite oluşturuldu ve siyasi tutukluların öldürülmesi
projesinin yürütülmesinden sorumlu tutuldu. O günlerde İbrahim Reisi ve komitenin
diğer üyeleri, farklı siyasi görüşlere sahip binlerce mahkûmu ölüm mangasına
teslim ederek isimsiz toplu mezarlara gömdüler. İbrahim Reisi, bu insanlık
suçunu işlemeden önce de Meşhed'de ve daha sonra Süleyman Camii, Karaj, Tahran
ve Hamedan'da savcılık görevlerinde siyasi muhaliflerin, özellikle de sol
güçlerin bastırılmasında aktif rol oynamıştır. Daha sonra Yüksek Ulusal
Güvenlik Konseyi başkanı, yargı başkanı ve ardından İslam Devleti başkanı oldu.
İbrahim Reisi, yargının başı olarak, cinayetleri
meşrulaştırmak ve Kasım 1998’deki ülke çapındaki ayaklanmanın savaşçılarına
karşı acımasız cezalar vermek, işçi hareketi ve diğer ilerici sosyal
hareketlerin aktivistlerini tutuklamak ve siyasi mahkûmları idam etmek için
hiçbir suçtan kaçınmadı. İslami rejimin tamamlanmamış başkanlığı sırasında 600’den
fazla protestocuyu öldürdü, gözleri kör etti, kız okullarına kimyasal
saldırılar düzenledi ve mahkûmlara yönelik art arda infaz dalgaları başlattı.
İşçilere saldırması ve İran’ın özgür kadınlarına karşı ülke çapında bir savaş
ilan etmesi, suçlarla dolu sicilini daha da utanç verici hale getirdi. İbrahim
Reisi, İslami hükümetin eğitimli isimlerinden biri olarak, insanlığın bilinen
değerlerini çiğnemekten, kadın düşmanlığından ve insan haklarını aşağılamadan,
cehalet ve batıl inançları yaymaktan, insanların en temel siyasi, bireysel ve
sosyal haklarını ellerinden almaktan, İslam bayrağını yükseltmek için vekâlet
savaşları başlatmaktan vb. geri kalmadı. İşte bu nedenle İran’ın özgürlükçü ve
eşitlikçi halkı, özellikle de kurbanların aileleri, İbrahim Reisi’nin insanlığa
karşı suç işlemekten dolayı halka açık bir mahkemede ve kitlelerin önünde
yargılanmasını ve yaptıklarından dolayı cezalandırılmasını sabırsızlıkla talep
etti.
O, devrim sırasında, petrol endüstrisi işçileri petrol
ihracat vanasını kapatıp siyasi ve sınıfsal talepleriyle öne çıktıklarında,
kraliyet rejiminin karşı-devriminin kitlelerin ayaklanmasını Jaleha Caddesi'nde
kan dökerek bastıramayacağı anlaşıldığında. İran kapitalist sınıfı ile Amerika
ve diğer emperyalist kapitalist güçlerin İran'ın kapitalist sistemini kurtarmak
için öne sürdüğü Humeyni liderliğindeki İslam devriminin ayaklarından biriydi. Yavaş
yavaş, o günlerde İran burjuvazisi, kapitalist sistemi devrimden korumak için
bağımsızlık bayrağını Humeyni’nin eline verdi ve Guadeloupe Konferansı'nda
toplanan emperyalist güçler, İslami hareketi sürdürmek için hazır ve nazır olan
orduyu ve baskı aygıtlarını teslim etti. Devrimi bastırma ve kanını akıtma
görevini ona bıraktı. Reisi, bu eğilimlerin bir ürünüydü ve sabıka kaydıyla
kapitalist İslami hükümet sisteminin bir parçasını temsil ediyordu.
Hamaney ve Devrim Muhafızları liderliği, beş günlük yas ilan
ederek, Reisi ve arkadaşlarının ölümünü İslami rejimin dağınık saflarını
birleştirmek ve kitleleri sindirmek için bir fırsata dönüştürmek üzere tehdit
ve gözdağı vermek istemektedir. Kapitalist hükümetlerin ikiyüzlü liderleri, Reisi’nin
insan hakları karşıtı sicilini saklıyor ve birbiri ardına İslami hükümete
sempati mesajları gönderiyorlar. Reisi'nin ölümüyle birlikte, yukarıdan değişim
ve dönüşümü ve İslam Cumhuriyeti rejiminin yumuşak bir şekilde devrilmesini
stratejilerinin dayanaklarından biri haline getiren burjuva muhalefetinin bazı
kesimleri, İbrahim Reisi yerine neden Hamaney’in ölmediğinden yakınarak,
“siyasi süreçlerde onun ölümünün etkili olacağını” ve İslami rejimi devirme
stratejilerinin yeni bir aşamaya gireceğini dile getiriyorlar. Ancak komünist
işçiler, Hamaney’in ölümünü ve yukarıdan değişiklikleri bekleme ve umut etme
eğilimlerine karşı mücadele ediyorlar ve İran’ın işçi kitlelerinin ve özgürlük
seven halkının İran’ın renkli burjuva muhalefetinin yolunu izlemesine izin
vermeyecekler.
Komünist işçiler, İslami hükümetin can damarının işçi
sınıfının elinde olduğunu bilirler. Tıpkı devrim sırasında petrol işçilerinin
petrol musluğunu kapatarak kraliyet diktatörlüğünün devrilmesine neden olması
gibi, mevcut durumda da sadece petrol, gaz ve petrokimya endüstrileri, çelik
endüstrileri, otomobil fabrikaları, demir eritme, elektrik endüstrileri,
madenler, demiryolları vb. gibi endüstriyel ve kilit üretim merkezlerinde işçi grevleriyle,
işçilerin ve emeklilerin acil taleplerinin derhal yerine getirilmesini, tüm
siyasi tutukluların serbest bırakılmasını, idam cezasına son verilmesini ve
kadınlara yönelik baskılara derhal son verilmesini talep ederek, İslami
hükümetin boğazı sıkılabilir ve baskı aygıtı durdurulabilir. Komünist işçiler,
kestirme yol olmadığını biliyor. Kilit üretim merkezlerindeki işçilerin ülke
çapındaki grevleri, toplumdaki tüm önde gelen sosyal hareketleri ve protestoları
harekete geçirebilir. İşçi grevlerinin belkemiğini oluşturduğu kitlesel siyasi
grevler, silahlı kuvvetler ve Devrim Muhafızları saflarının birliğini
parçalayabilir, bu saflardaki çatlağı derinleştirebilir ve onları bastırma
gücünü zayıflatabilir ve ayaklanmayı örgütleme ve İslam Cumhuriyeti rejiminin
devrimci bir şekilde devrilmesinin zeminini sağlayabilir.
Yaşasın özgürlük, eşitlik ve işçilerin yönetimi!
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
TUDEH (İran Kitlelerinin Partisi), İbrahim Reisi’nin helikopter kazasında ölmesinin ardından yazılı bir açıklama yaparak, Reisi’nin ülkedeki muhaliflere yönelik işlenen suçların ve komünistlere yönelik katliamların önemli aktörlerinden biri olduğunu vurguladı ve rejimin mevcut durumdan endişe duyduğunu belirtti.
İbrahim Reisi, İran İslam Cumhuriyeti'nin suçlu bir temsilcisiydi
ve son kırk yıl boyunca İran’daki özgürlük savaşçılarının öldürülmesinde kilit
rol oynamış bir temsilciydi. 24 Ağustos 1987 tarihinde İslami hükümet tarafından
cezaevlerine gönderilen ve aralarında Hüseyin Ali Niri ve savcı Murtaza
İşrakî'nin de bulunduğu “Ölüm Komitesi” ile görüşme yapan Hüseyin Ali Muntazeri’nin
(Reisi’ye ‘cellat’ lakabını veren kişidir; ç.n.) yaptığı bu görüşmeye ilişkin
Ağustos 2015'te ortaya çıkan konuşma, Evin hapishanesindeki dönemin Enformasyon
Bakanlığı temsilcisi Mustafa Purmuhammedi (sonradan Adalet Bakanı olan; ç.n.),
dönemin savcı yardımcısı İbrahim Reisi ve İslam Cumhuriyeti yöneticilerinin
aşağılık ve insanlık dışı doğasını ifşa etti. Muntazeri, toplantıda, siyasi
tutukluların idamını İslam Cumhuriyeti'nde ‘o zamana kadar işlenen en büyük suç’
olarak nitelendirmiş ve bu toplantıda hazır bulunan ve aralarında bu komitenin
üyelerinden biri olan İbrahim Reisi’nin de bulunduğu ‘İdam Komitesi’ne hitaben
şunları söylemiştir: ‘Bana göre bu, devrimin başlangıcından bu yana İslam
Cumhuriyeti’nde işlenen en büyük suçtur ve tarihte bizi mahkûm edecekler... ve
gelecekte sizi tarihin suçluları arasına yazacaklar.’
1987'deki katliam sırasında, farklı fikir ve görüşlere sahip
ve farklı siyasi gruplardan binlerce siyasi mahkûm, Humeyni’nin ve İbrahim Reisi
gibi suçluların emriyle ölüm mangalarına teslim edildi. Ülkemizin modern
tarihinde eşi benzeri görülmemiş bu katliam sırasında İran’ın kitle partisi,
İran’ın anti-otoriter hareketinin en önde gelen liderlerini, ülkenin önde gelen
yazar ve çevirmenlerini, işçi ve emekçi hareketinin aktivist ve kadrolarını,
yurtsever subaylarını, öğrenci ve kadın hareketinin aktivist ve figürlerini
kaybetti.
İbrahim Reisi, İslam Cumhuriyeti'nin suçlu ve azgın ‘yargı’ aygıtına
başkanlık ettikten sonra rejim kaynaklarına göre bile kaba bir seçim şovunun
ardından, tüm ülkede seçilme yeterliliğine sahip kişilerin %52'sinden
fazlasının (Tahran'da %74’ünün) seçimlere katılmaması ve sandıklara 4 milyondan
fazla geçersiz oy atılmasına karşın Ali Hamaney'in emri ve Devrim Muhafızları
ile rejimin güvenlik organlarının doğrudan ve kapsamlı müdahalesiyle rejimin
cumhurbaşkanı olarak atandı. İbrahim Reisi'nin cumhurbaşkanlığı dönemi, işçi ve
emekçi protestolarının yoğunlaştığı, ‘Kadın, Yaşam, Özgürlük’ hareketi de dâhil
olmak üzere İslam Cumhuriyeti hükümetine karşı yaygın halk mücadelelerinin
yaşandığı, barışçıl halk protestolarının kanlı bir şekilde bastırılmasının yanı
sıra muhaliflerin ve özgürlük savaşçılarının yaygın bir şekilde idam edildiği
bir dönemdir. Ve aynı zamanda ekonomik krizin, eşi benzeri görülmemiş
enflasyonun, on milyonlarca İranlının yoksulluk sınırının altına
sürüklenmesinin, artan işsizliğin ve İran toplumunda yoksulluk ile zenginlik
arasındaki vadinin derinleştiği ve kapsamının genişlediği dönemdi.
İslam Cumhuriyeti hükümetinin ve bu hükümetin başı olarak İbrahim
Reisi’nin politikaları, ülkemiz insanlarının yaşamlarında çok daha zor bir
durum yaratmıştır. Cumhurbaşkanı’nın hükümeti, kendisinden önceki hükümetler
gibi, verdiği sözlerin aksine, ülke ekonomisinin gerileme eğilimini
değiştiremedi ve ülkenin çalışkan emekçilerinin iş ve yaşam koşullarını
iyileştiremedi, çünkü bu hükümet de daha öncekilerin neoliberal modele dayalı
otuz yıllık makro-ekonomik programlarını sürdürdü.
İslam Konseyi ve Uzmanlar Meclisi seçimlerinin boykot
edilmesi, rejimin resmi istatistiklerine göre bile halkın %60’ından fazlasının
katılmadığı ve buna rağmen seçimlere katılanlar tarafından milyonlarca geçersiz
oy kullanıldığı eşi görülmemiş ölçekte bir boykottu. Bazı şehirlerde geçersiz
oyların sayısı seçilenlerin oylarından bile fazlaydı. Bu, Ali Hamaney ve onun
suçlu başkanının halkımız nezdindeki “popülarite” seviyesinin son sınanmasıydı.
Rejimin başlıca unsurlarından biri olan ve İslam Cumhuriyeti
içindeki bazı güçlü çevreler tarafından Ali Hamaney’in yerine geçirilmeye
hazırlanan İbrahim Reisi ‘Cellat’ın ölümü, rejimin ülkedeki son derece kritik
durumu kontrol etme planlarına bir darbedir. Ali Hamaney'in dün gece ‘bir grup
asker ailesi’ ile bir araya geldiği yönündeki sözleri ‘İran halkı endişe
etmesin, ülke yönetiminde herhangi bir aksama olmayacak’ sözleri, rejim
liderlerinin mevcut çok kritik durumdan duyduğu endişeyi göstermektedir.
Ülkemizin insanları ve bu gericilik ve zorbalığın, rejimin paralı
askerlerinin korkunç suçlarından kurtulanların ailelerinin, İbrahim Reisi’nin
ölümüyle ilgili tek üzüntüleri, çok uzak olmayan bir gelecekte tarihi
yargılanma şansının ortadan kalkmış olmasıdır.
Partimizin son aylarda işaret ettiği üzere, bugün toplumun
çoğunluğu ile iktidardaki diktatörlük arasındaki derin ve geniş uçurum
onarılamaz. Toplumun büyük kesimi, özellikle de işçi sınıfı ve diğer emekçi
kesimler, siyasi ve sosyal alanda köklü değişiklikler yapılmasını ve bu
otoriter rejimden kurtulmayı istemektedir. İslam Cumhuriyeti çürümektedir ve
hayatta kalması için krizler ve zor kararlarla karşı karşıyadır. Ülkenin tüm
ulusal ve özgürlükçü güçleri, ortak ve birleşik mücadelesini yoğunlaştırarak,
diktatörlük yönetimine son vermenin ve ulusal ve demokratik bir hükümet
kurmanın yolunu açmalıdır.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Beşinci Bölüm
1904-1907: Ayaklanma
Başlıyor, Sovyetlerin Rolü, Baskı
1905 yılındayız. Petersburg’da, Putilovsky fabrikasındaki
işçiler greve gider: işten çıkarılan yoldaşlarının yeniden işe alınmasını ve
bir ustabaşının görevden alınmasını talep ederler. Müdür bunu reddeder ve
işçilerin çoğunu işten atmakla tehdit eder. Ortodoks bir rahip olan Georgy
Gapon, mücadeleye önderlik eder ve söz konusu müdüre 12 talepten oluşan bir
liste gönderir. Grev devam eder. Başka bir fabrika. Sonra bir başkası. Gapon,
yönetimle müzakere etmek yerine hükümete başvurur ve bir dilekçe yazar.
Devrimci militanlar isyana katılır ama kabul etmek gerekir: Gapon liderdir;
halk ona tapmaktadır. Militanlar, Çar’a yalvarmanın siyasi bir hata olduğunu
düşünürler –rejim ikna edilmemeli, yıkılmalıdır.
22 Ocak’ta kalabalık Kışlık Saray’a doğru yürüyüşe geçer.
Gapon, gür sakalı ve boynundaki haçla yürüyüşe önderlik eder. Çarın portreleri
kaldırılır, kalabalık sadece lütuf beklemektedir. Ancak Çar orada değildir.
Askerleri onları karşılar ve ateş ederler. Bu bir katliamdır. “Ayaklanma
başladı. Zora karşı zor. Sokak çatışmaları şiddetleniyor, barikatlar kuruluyor,
tüfekler çatırdıyor, silahlar patlıyor. Kan nehirleri akıyor, özgürlük için iç
savaş alevleniyor” diye yazan Lenin, hükümetin derhal devrilmesini tavsiye
eder. Gapon artık Çar’ın ölümünü vaat etmektedir. Cenevre’ye gider ve orada bir
kafede Lenin’le buluşur. ,Lenin onun tarihsel erdemlerini kabul eder ama
kafasının çok karışık olduğuna karar verir. İnanç adamının teoriden hoşlanmadığı
doğrudur. Yine de Tony Cliff, Lenin: Partiyi İnşa Etmek (1893-1914) adlı
kitabında, “Görüşme, Gapon’un tamamen samimi olduğu konusunda hiçbir şüpheye
yer bırakmadı” diyor. Troçki gizlice Rusya’ya döner ve birkaç ay sonra Lenin,
sosyalist devrimin yakında demokratik devrimi takip edeceğini yazar. Ekim
ayında İkinci Nikola, siyasi kanun kaçaklarını affederek halkın öfkesini
yatıştırmaya çalışır. Lenin aceleyle memleketine geri döner. Kılık değiştirerek
Saint Petersburg sovyetinin yönetimine yardım eder ve savaş sanatı üzerine
metinler yazar. “Onun için sovyet, sadece proletaryanın mücadele içindeki yeni
bir örgütlenme biçimi değil, aynı zamanda gelecekteki işçi iktidarının da
biçimiydi. Bu fikri bir boşlukta geliştirmedi. Birçok işçinin içgüdüsel olarak
hissettiği şeyi dile getiriyor ve genelleştiriyordu” diye yazıyor Cliff. Bu
istisnai durum karşısında Bolşevikler ve Menşevikler bir araya gelir. Sovyet
bastırılır. Menşevik eş başkanı Troçki tutuklanır. Genel grev çağrısı yapılır,
Bolşevikler hedef talimine başlar ve halkı silahlanmaya teşvik eder. Moskova
barikatlarla süslenir, isyancılar ellerinden geldiğince kendilerini donatır,
alevler görülür, bir polis memuru evinin önünde düşer. Bir general tüm
militanların imha edilmesini emreder; Aralık ayı sonunda ayaklanma bastırılır.
Devrim, çiçek açamadan ölür.
Sibirya’da sürgüne mahkûm edilen Troçki, bir köylünün
yardımıyla kaçmayı başarır ve Finlandiya’ya ulaşır. Orada Lenin’i ve deneyimli
bir Menşevik figür olan Martov’u bulur. “Hayatım” kitabında hatırlayacaktır:
“Lenin, hapishanedeki çalışmalarımdan övgüyle söz etti ama gerekli sonuçları
çıkarmadığım için, yani Bolşeviklere geçmediğim için benimle alay etti. Bunda
haklıydı.”
Nisan 1906’da Stockholm’de dördüncü parti kongresi yapılır.
Bu kez Menşevikler çoğunluğa sahiptir. Taktiksel olarak tebaasını yumuşatmaya
hevesli olan II. Nikola, bir yasama meclisi olan Devlet Duması’nın kurulmasını
kabul eder. Halk, sıkı ve eşit olmayan bir şekilde denetlense de oy kullanır.
Lenin de taktiksel olarak seçimlere katılımdan yanaydı. Bolşeviklerin çoğunluğu
öyle düşünmüyordu. Oylamanın sonuçları Mayıs başındaki kongrede açıklandı:
Ilımlı sosyalizm yanlısı İşçi Partisi 136 milletvekiliyle ikinci sırada yer
aldı. Menşevikler tarafından temsil edilen Sosyal Demokrat İşçi Partisi 18
milletvekili çıkarır. II. Nikola, meclisi feshetmek için acele edecektir. Lenin,
devrim çağrısı yapmaya devam eder. Sonra Saint Petersburg’a gider.
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-five
Bir önceki bölüm olan "Vladimir, Lenin Oluyor, Troçki ile İlk Görüşme (1900-1904)"yi okumak için buraya tıklayınız.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Dördüncü Bölüm
1900-1904: Vladimir, Lenin Oluyor, Troçki ile İlk Görüşme
Vladimir kalıcı olarak Lenin adını alır. “Ne Yapmalı?” adlı
kitabı 1902'de gün ışığına çıkar. Troçki ile tanışır ve onunla karmaşık
ilişkiler içine girer. Troçki çoktan uzaklaşmaya başlamıştır.
1901 yılındayız. Lenin doğar. Ve bu doğum, Plehanov’a
yazılmış bir mektubun altında gerçekleşir. Bu takma adın nedenini bilmiyoruz -belki
de Lena Nehri’nden sonra. Devrimci, yaşamı boyunca 148 isim kullanır; bundan
sonra onu böyle çağıralım.
Rosa Luxemburg ile tanışır ve ardından karısıyla birlikte
Iskra’yı uzaktan yayabilecek ve destekleyebilecek bir militanlar ağı kurar.
Lenin’in aklında tek bir fikir vardır: Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin (RSDİP),
halkın sesini bütün yönleriyle taşımayı başarması. Bakanlarından ikisi,
devrimci sosyalistlerin kurşunları altında kalır. Lenin’in reddettiği bir
strateji. Bireysel terörizm, kitleleri bir araya getiremez ya da örgütleyemez.
Şimdilik sadece bir dergi bunu yapabilir. “Ne Yapmalı? “üzerinde çalıştığı
kitabın sorusudur. “Yazarken genellikle odada bir aşağı bir yukarı hızla yürür,
yazacaklarını fısıldardı. Kendimi onun çalışma tarzına çoktan adapte etmiştim
ve o yazarken onunla hiç konuşmadım ya da ona soru sormadım. Daha sonra
yürüyüşe çıktığımızda bana ne yazdığını ve ne düşündüğünü anlatırdı” diye yazar
Nadezhda Krupskaya. Kitabın adı, Çernişevski’nin 1863’te yazdığı aynı adlı ünlü
romana bir saygı duruşudur. Bir neslin kitabı; Lenin’in kardeşi Aleksandr’ın
kitaplığından indirip hararetle okuduğu kitap.
Kendisinin yazdığı “Ne Yapmalı?” 1902’de gün ışığına çıkar. Lenin,
kalemi Sibirya'da bir av tüfeği gibi eline alır: Bernstein ve takipçilerine
aklından geçenleri söyler. “Bu, burjuva demokrasisinin, sosyalizmin bağımsızlık
hakkını ve dolayısıyla var olma hakkını inkâr etmesiyle eş anlamlıydı;
pratikte, doğmakta olan işçi sınıfı hareketini liberallerin bir uzantısına
dönüştürme çabası anlamına geliyordu.”
İhtiyaç duyulan şey, işçileri Marksist görüşlerin üstünlüğü
konusunda ikna etmekti. Onları “dışarıdan”, eğitimli, disiplinli ve profesyonel
devrimciler aracılığıyla ikna etmek, bir parti avangardı oluşturmak. Leninizmin
temeli atılmıştır. Tony Cliff, Lenin’in çubuğu kasten fazla büktüğünü kabul
ederken, “kendiliğindenciliğin” merkezi reddinin, “örgütlenmeye mekanik aşırı
vurgu” verdiği yorumunu yapacaktır. Polis gözetimi arttırır, bunun üzerine çift
Londra’ya taşınır ve yorulmak bilmeden Iskra üzerinde çalışır. Yayın
komitesinde Plehanov da dâhil olmak üzere altı üye vardır ve Ekim ayında Lenin,
Troçki ile tanışır. Devrimci, Sibirya’dan bir saman arabasında saklanarak
kaçmayı başardıktan sonra İngiltere’ye henüz varmıştır. Kendisinden on yıl
kıdemli olan Lenin, kanalın öbür tarafında Richter adıyla yaşamaktadır ve o
sıralar yazılarıyla Pero olarak tanınan bu adamla tanışmak istemektedir. İki
adam buluşur; Lenin, Troçki’ye kalacak bir yer bulur ve onu editör olarak
yanına almayı umar. Plehanov reddeder. Grup içinde gerginlikler yaşanır ve
Troçki’nin Leninist kutbu güçlendireceğinden şüphelenildiği söylenir. 23
yaşındaki Troçki, Iskra'ya katılır ama liderliğine katılmaz. Biyografi yazarı
Isaac Deutscher şöyle yazacaktır: “Iskra'nın misyonuna, Troçki'den daha ateşli
inanan kimse yoktu; yazıları da bu inançla titreşiyordu.”
Rusya Sosyal-Demokrat İşçi Partisi’nin ikinci kongresi
Temmuz 1903 sonunda Brüksel’de yapılır. Eski püskü bir depo, sadece 40 delege,
bölgede polis. Kongre Londra’ya taşınır. Köylülüğün rolü, parti üyeliğinin
koşulları üzerine tartışırlar, oylama yaparlar, Lenin, 14 kez araya girerek
Iskra’nın liderliğinin daha katı bir temelde yeniden ele alınmasını ister.
Toplantının amacı, devrimci eğilimleri birleştirmek olsa da, hemen iki blok
ortaya çıkar: çoğunluk (Bolşevikler) ve azınlık (Menşevikler). Lenin bundan
pişmanlık duyar, hatta tartışmalar sırasında “öfkeli bir adam gibi”
davrandığını kabul eder. Troçki, yoldaşının sertliğini, Jakobenliğini ve
Robespierci eğilimlerini eleştirerek mesafe koyar. Durum hızla kötüden daha
kötüye gider. Azınlıklar boykot çağrısında bulunur, Lenin yayın kurulundan
istifa eder, Troçki Iskra’ya geri döner. Gerilim bir kez daha Lenin’e hem
zihnen hem de bedenen zarar verir; parti konseyinden ayrılır ve siyasi
mücadeleden uzaklaşır gibi görünür. En azından görünüşte. 1904’ün sonunda,
yaklaşık 20 Bolşevik militanla birlikte Vperyod (İleri) gazetesini kurar. Her
şeye yeniden başlamalıdır. Solda Iskra'yı geçmelidir. Yıllar sonra Lenin,
Troçki'ye “Yahuda” ve “domuz” diyecektir.
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-four adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.
Bir önceki bölüm olan "Paris ve Almanya’ya Seyahatler, Bir Derginin Yaratılması (1895-1900)"nı okumak için buraya tıklayınız.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Üçüncü Bölüm
1895-1900: Paris ve Almanya’ya Seyahatler, Bir Derginin
Yaratılması
Yüzyılın başında Vladimir’e seyahat etme izni verilir. Paris’te
Marx’ın damadı Lafargue ile karşılaşır. Ardından İsviçre ve Berlin’e seyahat
eder. Ocak 1900’de sürgünü sona erer ama Almanya’ya geri döner.
1895 yılındayız. Vladimir’e nihayet seyahat izni verilir.
İsviçre’ye gider ve orada Plehanov’la tanışır. Bu aristokrasi evladı, Rusya’da
Marksizmi yaymadan önce Engels’le tanışmıştır. Lenin onu okumuş ve hayranlık
duymuştur. Birlikte Marksist bir dergi çıkarmayı düşünürler. Sonra Lenin Paris’e
gider. Burada Marx’ın damadı Lafargue ile tanışır ve İsviçre’deki bir tedavinin
ardından Berlin’e gider. Tabii ki kitap
okumaktadır. Kaldığı yer mutlaka bir kütüphanenin yanında olmalıdır. Eylül
ayında ülkesine döner, Marksist okumaları bavulunun sahte tabanına
gizlenmiştir.
Rusya’da ufak işçi sınıfı sesini yükseltmeye başlamıştır.
Vladimir, henüz kurulan İşçi Sınıfının Kurtuluşu İçin Mücadele Birliği’nin
bürolarına katılır. Çok geçmeden bir dergi kurma zamanı gelir, ancak polis bu
emellere son verir: Birliğin militanları hapse atılır. Vladimir hapishanede
görünmez mürekkeple -sütle- yazar, hücresine bakar, egzersiz yapar ve bir
sonraki yazı projesine yoğunlaşır. Ocak 1897’nin sonunda 3 yıl sürgüne mahkûm
edilir. Yön: Doğu Sibirya. Bir oda kiralar, nehirde yıkanır, balık tutar ve
tutkuyla avlanır. Ailesi maddi ihtiyaçlarını karşılamaya devam eder; kısa süre
sonra bir köpek ona eşlik eder. Nadezhda Krupskaya, annesiyle birlikte ona
katılır. Soylu olmayan genç Marksist, onunla 1894’te Saint Petersburg’da bir
konferans sırasında tanışmıştır. O da Birlik’e katılmıştı. Çift, 1897 yazında
bir kilisede evlenir. Lenin’in Anıları adlı kitabında şöyle yazacaktır:
“Vladimir İlyiç, işçilerin yaşamı ve koşullarına dair bir resim oluşturmasına,
devrimci propaganda konusunda onlara yaklaşabileceği bir yol bulmasına yardımcı
olabilecek her küçük ayrıntıyla ilgileniyordu.”
Birlikte birkaç İngilizce sosyalist metnin çevirisi için
uğraştılar ve Lenin makalelerini çoğalttı. Takma bir adla iki kitap yayımladı.
Ancak sürgün ona azap verir: güçsüzlüğünün acı bir şekilde farkındadır.
Özellikle de Marksist dünya huzursuzken. Felsefenin Sefaleti’nin Almanca
çevirmeni, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin önde gelen teorisyeni ve Engels’in
vasiyetini yerine getiren Eduard Bernstein, 1896’da “Sosyalizmin Sorunları”
başlıklı üç makale, üç yıl sonra da Evrimci Sosyalizm kitabını yayımlar. Ne
diyordu? Özetle şunu: Marx yanlış yoldaydı; kapitalizm kendi iç çelişkilerinin
ağırlığı altında çökmeyecektir; orta sınıflar artık ihmal edilmemelidir; devlet,
genel oy hakkı yoluyla mücadelenin odağı haline gelebilir. Özetle: şiddetli
devrim yerine reform. Elbette bir ayaklanma. Rosa Luxemburg, ünlü “Reform mu
Devrim mi?” kitabına dönüşecek makalelerinde yanıt vermekten çekinmez.
Bernstein yanılıyor. Daha da kötüsü, bu saf oportünizmdir (“revizyonizm” olarak
adlandırılır). “Ama şimdi Bernstein’ın kitabında yüzünü gösterdiğine göre,
insan hayretle haykırmaktan kendini alamıyor: “Ne? Tüm söyleyeceğin bu mu?
Orijinal bir düşüncenin gölgesi bile yok! Marksizm tarafından onlarca yıl önce
çürütülmemiş, ezilmemiş, toz haline getirilmemiş tek bir fikir bile yok!”
Vladimir defalarca kitabın kendisine gönderilmesini talep
eder. Kitabı eşiyle birlikte okuduktan sonra da küçümsediğini gizlemez. Bir
kedi onlarla yaşamaya başlar ve Vladimir’in ailesi, mektuplarında günlük
yaşamına dair hiçbir şey anlatmadığından yakınır. Ama o, bu tür bir ruhtan
yoksundur. Önemli olan işidir. Daha sonra Gorki, Lenin için “Basit
alışkanlıkları olan, içki ve sigaraya yabancı bir adamdı, sabahtan akşama kadar
zor ve karmaşık işiyle meşguldü ve kendi ihtiyaçlarını göremese de
yoldaşlarının iyiliğini gözetirdi” diyecektir. Nihayet 19 Ocak 1900 gelir:
sürgün sona ermiştir. Çift, 500 kiloluk kitaplarını toplar ve Pskov’a yerleşir.
Polis, onu buna zorlar. Ancak Rusya içinden hiçbir şey yapılamayacağından
emindir. En ufak bir kıpırtıda tekrar içeri dalacaktır.
Yeni ortaya çıkan protesto hareketini birleştirmek için bir
gazeteye ihtiyacı vardır, ancak gazete basılır basılmaz sansürlenecektir.
Ayrılma zamanı: yetkililere bir dilekçe verir. Böylesine önemli bir adamdan
kurtulma fikri hoşlarına gider ve kabul ederler. Temmuz ayında Almanya’ya gider
ve orada Plehanov ile bu birlik için çalışma umuduyla buluşur.
Bu bir aldatmacadır. Hem de acı bir aldatmaca. Plehanov;
şüpheci, sinirli, hoşgörüsüz ve otoriterdir. Hepsinin ötesinde, antisemitizme
kayar. Vladimir’in hiçbir zaman bu kadar saygı duyduğu bir adam olmamıştı;
ayrılırken hiç bu kadar yaralanmamıştı. Militan Troçkist Tony Cliff, Building
the Party, Lenin 1893-1914 (Cilt 1) adlı kitabında, “Bu olay ona, kendi başına
bir lider olmak için ilk kez kaslarını esnettiğini gösteriyor. Gelecekteki
ittifaklarının ve kavgalarının kişisel ve siyasi yönlerini asla birbirine
karıştırmamayı öğretti -doğasının duygusal yönünü disipline etmeyi öğrendi”
diye yazıyor. Yüzyıl sona ermektedir ve Vladimir, Almanya’da Iskra’nın
(Kıvılcım) ilk sayısına son rötuşları yapmaktadır. Sloganı mı? “Bir kıvılcımdan
bir ateş alevlenecektir.”
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-three adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.
Bir önceki bölüm olan "Kardeşin Ölümü, Marksist Çevreler, II. Nicholas Tahta Çıkıyor (1885-1893)"u okumak için buraya tıklayınız.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
İkinci Bölüm
1885-1893: Kardeşin Ölümü, Marksist Çevreler, II. Nicholas Tahta Çıkıyor
Ağabeyi Aleksandr, Çarlık yetkilileri tarafından tutuklanıp
yargılandıktan sonra dört yoldaşıyla birlikte bir meydanda asıldığında Vladimir
henüz ergenlik çağındadır. Bu olay Lenin’de ömür boyu kalıcı etki bırakacaktır.
1886 yılındayız. Vladimir’in babası beyin kanamasından ölür,
çocuk artık bir ergendir, 16 yaşındadır ve yakın zamanda Paris yakınlarında ölen
Babalar ve Oğullar’ın yazarı Turgenyev’i okumaktadır. Vladimir, taktığı haçı
çıkarır. Siyaset hakkında hâlâ hiçbir şey bilmiyorsa da, en azından tüm
soruların sorusunu çözmüştür: hayat, yeryüzünde yaşanır. Ağabeyi Aleksandr’ın
üzerinde çalışabileceği birkaç siyasi fikri vardır. Narodnaya Volya’dan geriye
kalanlara ve ideolojik olarak yönettiği “terörist fraksiyonuna” katılır. Çar
ölmüştür, listede sırada varisi vardır. Aleksandr bombaları yapar ancak
imparatorluk polisi, grubu harekete geçemeden onu tutuklar. Mahkemede tüm
sorumluluğu üstlenir: 8 Mayıs 1887’de 4 yoldaşıyla birlikte bir meydanda
asılır. Onların son nefeslerini teker teker izler. 21 yaşındadır. Saint
Petersburg’un yaklaşık 30 kilometre doğusundaki Shlisselburg’da ölür. Kız
kardeşleri Anna, ev hapsine alınır. Anneleri umutsuzluğa kapılır.
Biyografi yazarı Jean-Jacques Marie, kitabı “Lénine”de,
“Ağabeyinin asılması Lenin’i derinden sarstı” diye yazar. Yorumcular bu konuda
sayısız yorum yapmıştır: Bu trajedide, gelecekteki Lenin’de intikam duygusunun
uyanışını mı sezmeliyiz? Rus yazar Lev Danilkin’in 2017 tarihli ödüllü eseri “Lenin,
Pantokrator of Solar Dust”ta, Aleksandr’ın idamının, müstakbel Bolşevik’in “nevrozlarının
kökeninde yattığına şüphe olmadığını” belirttiği hipotezi her halükârda bundandır.
Psikolojik bir hipotez olduğu kesin. Amatör katilin ölümünden 8 yıl sonra
Vladimir, “Ağabeyim, benim yolumu çizdi” diye itiraf edecekti. Şart kipine
bağlı kalmalıyız. Ağabeyinin ölümünden sadece birkaç gün sonra genç adam yine
de sınavlarını büyük bir başarıyla geçer. Altınla süslenmiştir. Zeki, soğuk,
katı ve arkadaşsız bir öğrencidir. Onunla laf olsun diye konuşulmaz.
Ağustos ayında Vladimir, üniversitede hukuk okumak için
Kazan’a gider. Orada bir konseyin temsilcisi seçilir. Yıl sona ererken, öğrenci
kulüplerinin yasaklanmasına karşı mütevazı bir mitinge katılır. Tutuklanır,
kışkırtıcı olmakla suçlanır, kurumdan atılır ve Kokushkino’daki annesi ve Anna’nın
yanına geri gönderilir. O kış Vladimir avlanır ve kayak yapar; ama her şeyden
önce okur. Hem de çok miktarda. Sonra sıkılmaya başlar. Kamu eğitimi bakanına,
kendisini üniversiteye yeniden kabul etmesi için yalvarır: ret. Ancak ailenin
Kazan’a dönmesine izin verilir. Vladimir, Marksist toplantılara katılır ve
Kapital’i okumaya başlar. En azından ilk cildi; o sırada çevrilmiş olan tek
cildi. Bu cilt Rusya’da oldukça başarılı olur. Marx, 5 yıl önce hastalanarak
ölür; Kuzey Londra'da bir mezarlıkta yatmaktadır ve arkadaşı Engels, Manifesto’nun
1888 İngilizce baskısına yazdığı önsözde şöyle der: “Bu sınıf mücadelelerinin
tarihi, günümüzde sömürülen ve ezilen sınıfın -proletaryanın- sömüren ve egemen
sınıfın -burjuvazinin- egemenliğinden kurtuluşunu, aynı zamanda ve ilk ve son
kez toplumun genelini tüm sömürüden kurtarmadan elde edemeyeceği bir aşamaya
ulaşıldığı bir dizi evrim oluşturur. “
Siyasete artan bu ilgi, Vladimir’in annesinin hoşuna gitmez.
Toprak satın aldığı Alakaevka köyünde bir çiftçi olmasını tercih eder; bu gerçekleşmeyecektir.
Bu dönemde eski Marksist arkadaşları tutuklanır. Vladimir okumaya devam eder.
Marx ve Engels’in yanı sıra köylü öyküleri de okur. Latince ve Rusça dersleri
verir, spor yapar, yüzer ve bir Marksizm tartışma grubuna katılır. Hayatı düzenlidir.
Hiçbir şey göze batmaz. Kalın kafalı, disiplinli. Hukuk eğitimine yeniden, bu
kez uzaktan devam etmek ister, ama bir kez daha nafile. Annesi ısrar eder. Bu
kez işe yarar. Sevgili çocuk, 1890 yazında Saint Petersburg’a gider. Ertesi
Kasım ayında sınıf birincisi seçilir. Özgür düşünceli bir avukat, kısa süre
sonra onu asistan olarak işe alır.
Rusya’yı kıtlık vurur. Toprakta kuraklık hüküm sürmektedir,
rejim tahıl ihraç etmeye devam etmektedir ve köylüler şehre akın etmektedir.
Ancak rejine göre kıtlık söz konusu değildir. Basına, formüle sadık kalmaları
söylenir: “Kötü hasat.” Çar, ilk başta felaketi hafife alır. Halk, çiğ un ve
kötü ekmek yer, dam için ayrılan samanlar hayvanlara geri döner. Bir yardım
planı uygulamaya konur, bir prenses 10.000 ruble bağışlar; devlet, köylüye vaaz
verir, tifüs ve kolera baş gösterir. Tolstoy, kıtlık üzerine yazdığı bir
mektupta böyle gürler: “Nüfus yozlaşıyor, çocuklar zamanından önce ölüyor, sırf
zengin beyefendiler ve tüccarlar kendilerine özgü efendi hayatlarını
yaşayabilsinler diye.”
Vladimir, bu tür hayır işlerine katılmaya niyetli değildir:
hayırseverlik adalet değildir. Ancak tarihçi Nicolas Werth’e göre, trajedinin
onu tatmin edeceği noktadan daha fazlası vardır. Kendisi de Heller tarafından
alıntılanan Beliakov’a atıfla: “Vladimir İlyiç Ulyanov, kıtlığın birçok olumlu
sonucu olacağını, özellikle de burjuvazinin yerini alacak yeni bir sanayi
proletaryasının ortaya çıkacağını açıkça söyleyecek cesarete sahipti [...]
Kıtlığın, miadını doldurmuş köylü ekonomisini yok ederek, bir sonraki aşamayı
daha hızlı bir şekilde getireceğini ve kapitalizmi zorunlu olarak takip eden
aşama olan sosyalizmi başlatacağını açıkladı. Kıtlık, aynı zamanda sadece Çar’a
değil, Tanrı’ya olan inancı da yok edecekti.” Yaklaşık 400 bin kişinin öldüğü açıklanacaktır.
1893’te Lenin, ödünç aldığı iki isimle iki Marksist çevrenin
önünü açar. Kaldığı yerler sade, muhatapları ciddiyetinin farkındadır. Ertesi
yıl, popülist militanlığa açıkça karşı çıkar: hayır, kesinlikle hayır, Rusya’da
yaslanılacak komünizm tohumları yoktur. Her şey inşa edilmeye devam etmektedir
ve ancak bu topraklarda doğan kapitalizmin üstesinden gelinerek komünizme
ulaşılacaktır. Popülizme karşı bu mücadelesini Mayıs 1894'te üçüncü eserinde de
sürdürecektir: “‘Halkın Dostları’ Kimlerdir ve Sosyal Demokratlara Karşı Nasıl Savaşırlar?”
Birinciler popülisttir; ikinciler ise kendisinin de aralarında bulunduğu Marx’ın
öğrencileridir. 24 yaşındaki Vladimir, onların “devrimci” teorilerini metodik
bir şekilde parçalarına ayırmaya koyulur. Ve bunu yapmak için, genç adam
“pisliğin içinden geçmek” zorunda olduğunu kabul ediyor. Üslubu çoktan
oturmuştur: sert, alaycı, acımasız. Kaleminin kâğıdı tırmaladığı neredeyse
duyuluyor. İşçi sınıfının “eğitimli temsilcilerini” bilimsel –siz Marksist
olarak okuyun- sosyalizmin uygunluğuna ikna etmek ve uluslararası mücadele
yoluyla komünist devrimin zaferine yürümek acildir.
Yıl sona erer; Çar da öyle. III. Aleksandr’ın hırpalanmış
böbrekleri, sırtını yere getirir. II. Nicholas onun yerine geçer ve hiçbir
şeyin otokrasiyi sarsamayacağına yemin eder. Vladimir ilk broşürünü yazar ve
bunu grevdeki bir fabrikanın duvarlarına yapıştırır.
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-two-1885-1893-the-death-of-the-brother-marxist-circles-nicholas-ii-ascends-to-the-throne adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.
Bir önceki bölüm olan "Vladimir’in Doğumu, Çar II. Aleksandr’ın Suikaste Uğraması"nı okumak için buraya tıklayınız.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Fransa doğumlu yazar Joseph Andras, Lenin’in ölümünün yüzüncü yılı dolayısıyla, Fransa’da yayımlanan L’Humanité gazetesi için dokuz bölümden oluşan bir “Lenin Romanı” kaleme aldı. Çalışmanın ilk bölümünü aşağıda bulabilir, diğer bölümlere önümüzdeki günlerde yine buradan ulaşabilirsiniz.
Birinci Bölüm
1870-1885: Vladimir'in Doğumu, Çar II. Alenksandr’ın Suikaste Uğraması
(Oulianov ailesi Vladimir’in doğumuyla bir kişi daha büyür. Babası, fizik ve matematik alanında diploma alır. Annesi ise bir öğretmendir. On bir yıl sonra Çar Aleksandr bombalı bir suikastte hayatını kaybeder.)
1870 yılındayız. Volga kıyılarında bir yerde, Moskova’nın birkaç yüz kilometre doğusundaki Simbirsk (bugün Ulyanovsk) şehrinde, Oulinav ailesi bir kişi büyüyor. Vladimir yeni doğmuştur. Anna ve Aleksandr'dan sonra dünyaya gelir. Onu üç çocuk daha izleyecektir. Babalarının adı İlya, annelerinin adı Maria’dır. İlki, fizik ve matematik diplomasına sahiptir ve devlet okullarında müfettişlik yaparak geçimini sağlar; çok dil bilen ikincisi ise öğretmenlik yapmaktadır. İlya, Rus Ortodoks Kilisesi’ne sadıktır, Maria ise Lutherci olarak yetiştirilmiştir ve inancına mesafeli durmaktadır. Aile bir karışımdır: Kalmuk, Rus, İsveçli ve Yahudi. Bazıları Tatar ya da Çuvaş da diyor. Vladimir’i 6. gününde vaftiz eden ailesi Çar’a inanıyor. Muhafazakârdırlar: liberalizmle renklendirilmiş bir muhafazakârlık.
Çar’ın kendisi ise 52. yaşını kutlamaya hazırlanmaktadır. Adı II. Aleksandr, I. Nicolas ve Prusyalı Charlotte’un oğlu. Bu yıl çekilen bir fotoğrafta koyu renk, düz saçlarla kaplı yüksek bir alın görülüyor. Örgülü apoletleri ve sakalının içinde kaybolan büyük bir bıyığı vardır. Ağzının altında bir gölge var. İmparatorluğunu bu şekilde yönetiyor. Aynı zamanda Finlandiya Büyük Dükü. Babasının lakabı “sopa” ve “Avrupa’nın polisi”ydi; bu lakap boşuna takılmamıştı: Demir gözlü adam, bir savaş şahiniydi. Sert ve doğru düzgün vururdu. Oğlunun eli daha hafifti. Dokuz yıl önce serfliği kaldırdı. Ayrıca sansürü hafifletti ve bedensel cezayı yasakladı. Bu yüzden ona “reformcu” diyenler olacaktır.
Tabii ki Vladimir bunların hiçbirini bilmiyor. Yürümeyi ve konuşmayı yeni öğrenmektedir ve acelesi yoktur. Orantısız büyüklükte bir kafası vardır ve bunu hayatı boyunca koruyacaktır. Ve sonra büyür. Kısa sürede yüzmeyi sever ve iyi bir öğrenci olur. Yunanca ve Latince öğrenir, tarihe ilgi duyar, satranç oynamayı sever, çok çalışır ve huysuzdur. Anlatılanlar oybirliğiyle kabul edilir: Vladimir alaycı, çalkantılı, küstah ve düşüncesizdir. Her koşulda haklı olmak ister. Ayrıca miyopluktan muzdariptir - sürekli çatık bakışlarının gelecekteki sebebidir ve bu, muhataplarının hiçbir kelimeyi kaçırmadığına inanmasına yol açacaktır.
Vladimir'in 11. yaşında Çar ölür. Bir hastalıktan değil, Saint Petersburg’dan arabayla geçerken ayağının altına atılan bir bombadan. Saldırının sorumlusu devrimci örgüt Narodnaya Volya’dır (Halkın İradesi). Grubun geçmişi eskiye dayanmıyor, sadece 2 yaşında. Ama şimdiden net fikirlere sahip. Örneğin tam bir özgürlük. Ya da emperyal gücün sonu. Biri olmadan diğeri var olamaz. Her halükârda, bunlar ülkeyi ve sert kafalıları harekete geçiren türden fikirler. Bunlar anarşist, popülist ya da nihilisttir. Otoriteyi kınıyorlar, atalarının kanunlarını reddediyorlar. Onlar sosyalisttir. Halka giderler. Paris Komünü 10 yaşında ve Bakunin 5 yıl önce öldü. İngiliz sürgününde bitkin düşen yaşlı Marx, Kapital’i bitirmeyi başaramaz. Böylece, bugün, 13 Mart 1881’de, bir tünel kazıldıktan ve patlayıcılar hazırlandıktan sonra ilk bomba patlar. Hedefini ıskalar. Çar devrimcilere yaklaşmak için aşağı iner; bir bomba daha ortaya çıkar ve bu sefer son bomba olur. II. Aleksandr yaralarına çabucak yenik düşer, ancak son ayinlerini almadan önce ölmez. Oğlu hemen III. Aleksandr olur. 36 yaşındadır ve alnı babasınınkinden bile daha büyüktür.
Narondaya Volya, kitleleri ayağa kaldırmak için bireysel terörizme inanır. Sergey Neçayev’i okurlar. Daha da iyisi: onu, o işçi çocuğunu severler. Neçayev, vefatından önce Bakunin ile arkadaştı. Son büyük anarşist, devrimin “beden için şiddet ve zihin için yalan” olamayacağını düşünüyordu. O halde Neçayev’in Devrimci İlmihalini okuyalım. Devrimci, duygulardan yoksun olmalıdır: her şeyi devrime tâbi kılmalıdır. O, ahlakın ve yasaların düşmanıdır, doktrinlere hiç ihtiyacı yoktur. Sevgiyi de, onuru da özünde silin. Halkın mutluluğu tüm bunları hak eder. Açıkça ifade etmek gerekirse: “Görevimiz korkunç, toplam, evrensel ve acımasız bir yıkımdır.” Neçayev yakında ölecek, zorunlu çalışmaya mahkûm edilecek, bedeni Sibirya’da bir yerlerde iskorbüt hastalığından çürüyecek. Narodnaya Volya Çar’ı devirmiştir ve imparatorluk buna karşılık verir. Örgütü ezer ve ölen Çar’ın oğlu Nisan ayında Tanrı’nın kararını açıklar: otokrasi devam edecektir.
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-novel-of-lenin-chapter-one-1870-1885-the-birth-of-vladimir-the-assassination-of-tsar-alexander-ii adresinde yayımlanan ve Fransızca orijinalinden Patrick Lyons tarafından çevrilen metinden Türkçeye çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Fransa merkezli Revue L’Anticapitaliste, Marksist düşünür Michael Löwy ile Marx’ın ekolojiye ve ekolojik sorunlara yaklaşımına ilişkin bir söyleşi gerçekleştirdi. Löwy, erken dönemdeki eksikliklerine karşın Marx'ın yazılarının doğa, kapitalizm ve servet oluşumu arasındaki ilişkiyi anlamamıza yardımcı olabileceğini savunuyor.
- - Birçok
ekolojist Marx’ı eleştirmekte ve Marksistleri kızıl paradigmayı terk edip yeşil
paradigmayı benimsemeye çağırmaktadır. Temel argümanları nelerdir?
Ekolojistlere göre Marx, İngiliz iktisatçı David Ricardo’nun
izinden giderek, tüm değer ve zenginliğin kaynağını insan emeğine atfetmiş ve
doğanın katkısını göz ardı etmiştir. Bu eleştiri bir yanlış anlamadan
kaynaklanmaktadır: Marx, emek-değer teorisini kapitalist sistemdeki değişim değerinin
kökenini açıklamak için kullanır. Öte yandan doğa, değişim değeri değil
kullanım değeri olan gerçek zenginliğin oluşumunda yer alır. Bu görüş, Marx’ın
Alman sosyalist Ferdinand Lassalle ve takipçilerinin fikirlerine karşı kaleme
aldığı Gotha Programının Eleştirisi (1875) adlı metinde çok açık bir şekilde
ifade edilmiştir:
"Emek tüm zenginliğin kaynağı değildir. Doğa da en az emek
kadar kullanım değerlerinin kaynağıdır (ve elbette maddi zenginliği oluşturan
da bunlardır!). Emeğin kendisi yalnızca doğanın bir gücünün, insan emek gücünün
tezahürüdür"[1].
- - Ekolojistler
Marx ve Engels’i prodüktivizmle suçluyor. Bu suçlama haklı mı?
Hayır, çünkü hiç kimse kapitalist üretim mantığını, üretim
uğruna üretimi, sermaye, servet ve meta birikimini kendi içinde bir amaç olarak
Marx kadar kınamamıştır. Gerçek sosyalizm fikri -sefil bürokratik taklitlerinin
aksine- kullanım değerlerinin, insan ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli
malların üretimidir. Karl Marx’a göre teknik ilerlemenin en yüce amacı,
malların sonsuz artışı (‘sahip olmak’) değil, iş gününün azaltılması ve boş
zamanın artırılmasıdır (‘olmak’)[2].
Bununla birlikte, Marx ve Engels’in (ve hatta daha sonraki
Marksistlerin) sermaye tarafından yaratılan endüstriyel üretim sistemini
genellikle eleştirmedikleri ve ‘üretici güçlerin gelişimini’ ilerlemenin ana
vektörü haline getirme eğiliminde oldukları doğrudur. Bu açıdan bakıldığında, ‘kanonik’
metin, Marx’ın belli bir evrimcilik, ilerleme felsefesi, bilimcilik (doğa
bilimleri modeli) ve üretici güçlere ilişkin sorunsuz bir bakış açısıyla en çok
damgalanan yazılarından biri olan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı'nın
(1859) ünlü önsözüdür:
"Gelişimin belirli bir aşamasında, toplumun maddi üretici
güçleri mevcut üretim ilişkileriyle çatışmaya girer [...]. Üretici güçlerin
gelişim biçimleri nedeniyle bu ilişkiler onların prangalarına dönüşür. O zaman
bir toplumsal devrim çağı başlar. [...] Hiçbir toplumsal düzen, yeterli tüm
üretici güçler geliştirilmeden önce yıkılmaz"[3].
Bu ünlü pasajda, mevcut üretici güçler sorgulanmaz ve
devrimin tek görevi, onların sınırsız gelişimi üzerinde bir ‘ayak bağı’ haline
gelen üretim ilişkilerini ortadan kaldırmaktır.
Grundrisse’den alınan aşağıdaki pasaj, Marx'ın kapitalist
üretimin ‘uygarlaştırıcı’ çalışmalarına ve doğayı acımasızca
araçsallaştırmasına duyduğu eleştirel olmayan hayranlığa iyi bir örnektir:
"Böylece sermaye, burjuva toplumunu ve toplumun üyeleri
tarafından doğanın olduğu kadar toplumsal bağın da evrensel olarak
sahiplenilmesini yaratır. Sermayenin büyük uygarlaştırıcı etkisi buradan
kaynaklanır; daha önceki tüm toplum aşamalarının insanlığın sadece yerel gelişmeleri
ve doğa-tanrıcılığı olarak göründüğü bir toplum aşaması üretir. Doğa ilk kez
insanoğlu için salt bir nesne, salt bir fayda meselesi haline gelir; kendisi
için bir güç olarak tanınmayı bırakır ve özerk yasalarının teorik keşfi, ister
tüketim nesnesi ister üretim aracı olsun, onu insan ihtiyaçlarına boyun
eğdirmek için yalnızca bir hile olarak görünür"[4].
Kapitalizmin doğayla ilişkisine dair bu hâlâ eleştirel
olmayan görüş, takip eden yıllarda aşılacaktı. Aslında Marx’ın (ve Engels’in)
doğa üzerine yazıları tekdüze bir blok olarak değil, hareket halindeki
düşünceler olarak görülmelidir. Genç bir Japon araştırmacı olan Kohei Saito’nun
Karl Marx’s Ecosocialism (Karl Marx’ın Ekososyalizmi) adlı yeni kitabında
ortaya konan argüman budur. Capitalism, Nature, and the Unfinished Critique of
Political Economy (New York: Monthly Review Press, 2017) kitabında Saito, Marx’ın
doğal çevre üzerine düşüncelerinin evrimini, bir öğrenme, düzeltme ve yeniden
formüle etme süreci içinde göstermektedir.
Kuşkusuz, bazı konularda Marx’ın yazılarında müthiş bir devamlılık
vardır. Bu durum özellikle insanlar ile toprak, yani doğa arasındaki kapitalist
‘ayrımı’ reddetmesi için geçerlidir. Marx, ilkel toplumlarda üreticiler ile
toprak arasında bir tür birlik olduğuna inanıyordu ve burjuva toplumu
tarafından yok edilen bu birliği daha yüksek bir düzeyde (olumsuzlamanın
olumsuzlanması) yeniden kurmayı sosyalizmin önemli görevlerinden biri olarak
görüyordu. Bu, Marx’ın hem ekolojik düşüncesinde hem de antropolojik
çalışmasında modern öncesi topluluklara olan ilgisini açıklar -sırasıyla ‘bilinçsiz
sosyalistler’ olarak gördüğü iki yazar olan Carl Fraas ve Franz Maurer’den
yararlanır.
Ancak çevreyle ilgili çoğu soruda Saito, kayda değer
değişikliklerin altını çizmektedir. Kapital’den (1867) önce Marx’ın yazıları
kapitalist ‘ilerleme’ konusunda pek eleştirel değildi. Bu durum, burjuvazi
tarafından ‘doğa güçlerine boyun eğdirilmesini’ ve ‘tüm kıtaların
temizlenmesini’ öven Komünist Manifesto’da açıkça görülmektedir.
Değişimler 1865-66 yıllarında, Marx’ın tarım kimyacısı
Justus von Liebig’in yazıları aracılığıyla toprağın tükenmesi ve insan
toplumları ile doğa arasındaki metabolik bozulma sorunlarını keşfetmesiyle
başlar. Bu, Kapital’in birinci cildinde (1867) ve tamamlanmamış diğer iki
cildinde, kapitalist ‘ilerlemenin’ neden olduğu hasara çok daha eleştirel bir
bakış açısıyla yaklaşmasına yol açtı.
Böylece, Kapital’in tarımla ilgili bazı bölümlerinde, gerçek
bir ekolojik sorunsalın ortaya çıktığını ve kapitalist üretimcilikten
kaynaklanan felaketlerin radikal bir eleştirisini görüyoruz. Marx, insan
toplumları ile doğa arasındaki metabolizmanın kapitalist prodüktivizmden
kaynaklanan bozulmasına dair bir tür teori ortaya koyar. ‘Riß des Stoffwechsels’
ya da ‘metabolik yarık’ (kelimenin tam anlamıyla ‘maddi mübadelede yarık’)
ifadesi, Kapital’in üçüncü cildinin ‘Kapitalist Toprak Rantının Doğuşu’
başlıklı 47. bölümündeki bir pasajda geçer:
"Bir yandan, büyük toprak mülkiyeti tarımsal nüfusu giderek
azalan bir minimuma indirir ve onu büyük kentlerde bir araya toplanmış, giderek
artan bir sanayi nüfusuyla karşı karşıya getirir; bu şekilde, yaşamın doğal
yasaları tarafından öngörülen bir metabolizma olan toplumsal metabolizmanın
(Stoffwechsel) birbirine bağlı sürecinde onarılamaz bir yarık (unheilbaren Riß)
yaratan koşullar üretir"[5].
İleride göreceğimiz örneklerin çoğunda olduğu gibi, Marx’ın
dikkati burada da tarıma ve toprağın tahrip edilmesi sorununa odaklanmıştır,
ancak bu sorunu daha genel bir ilkeye bağlamaktadır: insan toplumları ile çevre
arasındaki maddi mübadele sisteminde (Stoffwechsel), yaşamın 'doğal yasaları'
ile çelişen bir kopuş.
‘Metabolik yarık’ teması Kapital’in birinci cildindeki bir
pasajda da yer almaktadır. Bu, Marx'ın sermayenin doğal çevre üzerinde
yarattığı tahribatı en açık şekilde tartıştığı bir metindir; üretici güçlerin
neden olduğu ‘ilerleme’nin çelişkilerine dair diyalektik bir vizyon ortaya
çıkar:
“Kapitalist üretim [...] insan ve toprak arasındaki
metabolik etkileşimi (Stoffwechsel) bozar... dolayısıyla toprağın kalıcı
(dauernder) verimliliği için ebedi doğal koşulun işlemesini engeller. [...]
Dahası, kapitalist tarımdaki tüm ilerlemeler, yalnızca
işçiyi değil, toprağı da soyma sanatındaki ilerlemelerdir; toprağın
verimliliğini belirli bir süre için artırmadaki tüm ilerlemeler, bu
verimliliğin daha uzun ömürlü kaynaklarını mahvetmeye doğru bir ilerlemedir.
Bir ülke, Amerika Birleşik Devletleri örneğinde olduğu gibi, gelişmesinin arka
planında büyük ölçekli sanayiye ne kadar çok geçerse, bu yıkım süreci de o
kadar hızlı olur. Dolayısıyla kapitalist üretim, toplumsal üretim sürecinin
tekniklerini ve bileşim derecesini, aynı anda tüm zenginliğin asıl kaynakları
olan toprağın ve işçinin altını oyarak (untergräbt) geliştirir.”[6]
Bu metinde birkaç husus dikkat çekicidir: her şeyden önce,
ilerlemenin yıkıcı olabileceği fikri, doğal çevrenin bozulması ve tahrip
edilmesinde bir 'ilerleme'. Burada, işçilerin ve doğanın sömürülmesi ve
bozulması, kapitalist sanayi ve tarımın gelişiminde hüküm süren aynı yağmacı
mantığın sonucu olarak paralel bir şekilde yerleştirilmiştir.
Marx’ın, proletaryanın sömürüsü ile toprağın sömürüsü
arasında kurduğu bu doğrudan ilişki, sermayenin egemenliğine karşı ortak bir
mücadelede, sınıf mücadelesi ile çevreyi savunma mücadelesi arasındaki
bağlantıyı düşünmek için iyi bir başlangıç noktasıdır.
Toprağın tükenmesinden sonra, Marx ve Engels tarafından
sıkça bahsedilen diğer ekolojik felaket örneği ormanların yok edilmesidir. Bu, Kapital’de
birkaç kez karşımıza çıkar:
“Uygarlığın ve genel olarak sanayinin gelişimi, ormanların
yok edilmesinde her zaman o kadar etkin olmuştur ki, ormanların korunması ve
üretimi için yapılan her şey bunun yanında tamamen önemsiz kalmıştır."[7]
Bu iki olgu -ormanların ve toprağın bozulması- analizlerinde
birbirleriyle yakından bağlantılıdır.
- - Marx ve
Engels, sosyalist programı doğal çevre ile ilişkili olarak nasıl
tanımlamaktadır?
İki düşünür de sosyalist üretimi genellikle kapitalizm
tarafından geliştirilen üretim güçlerinin ve araçlarının kolektif temellükü
olarak düşünmektedir: üretim ilişkilerinin ve özellikle de mülkiyet ilişkilerinin
temsil ettiği “prangalar” bir kez ortadan kaldırıldığında, bu güçler herhangi
bir engelle karşılaşmadan gelişebilecektir. Böylece kapitalist üretim aygıtı
ile sosyalizminki arasında bir tür esaslı süreklilik olacak, sosyalizm her
şeyden önce sermaye tarafından yaratılan maddi uygarlığın planlı ve rasyonel
yönetimini içerecekti.
Örneğin, ilkel sermaye birikimi bölümünün ünlü sonuç
kısmında Marx şöyle yazar:
“Sermayenin tekeli, onunla birlikte ve onun altında gelişen
üretim tarzı üzerinde bir ayak bağı haline gelir. Üretim araçlarının merkezileşmesi
ve emeğin toplumsallaşması öyle bir noktaya ulaşır ki, kapitalist
bütünlükleriyle uyumsuz hale gelirler. Bu bütünlük parçalanır. Kapitalist özel
mülkiyetin çanları çalar. [...] Kapitalist üretim, doğal bir sürecin
kaçınılmazlığıyla, kendi olumsuzlanmasını doğurur."[8]
Kaderci ve pozitivist determinizm bir yana, bu pasaj
sosyalist perspektifte sermayenin ‘yanında ve altında’ yaratılan tüm üretim
tarzını olduğu gibi bırakıyor, sadece üretimin maddi kaynaklarıyla ‘uyumsuz’
hale gelen özel mülkiyetin ‘bütünlüğünü’ sorguluyor gibi görünüyor.
Bununla birlikte, sosyalist programın ekolojik boyutunu
dikkate alan ve bazı ilginç yollar açan başka yazılar da vardır. Marx’ın
yazılarındaki bazı pasajlar, doğal çevrenin korunmasını sosyalizmin temel bir
görevi olarak görüyor gibi görünmektedir. Örneğin, Kapital’in üçüncü cildi,
toprağın güçlerinin sömürülmesine ve israfına dayanan büyük ölçekli tarımsal
üretimin kapitalist mantığını, doğası gereği sosyalist olan başka bir mantıkla
karşılaştırır: ‘toprağın sürekli ortak mülkiyet olarak ve birbirini izleyen
insan nesilleri zincirinin varlığının ve yeniden üretiminin devredilemez
(unveräußerlichen) koşulu olarak bilinçli ve rasyonel bir şekilde ele alınması
(s. 949)’. Benzer gerekçeler birkaç sayfa önce de yer almaktadır:
“Bütün bir toplum, bir ulus ya da aynı anda var olan tüm
toplumlar bir arada ele alındığında bile yeryüzünün sahibi değildir. Onlar
sadece onun sahipleridir, onun yararlanıcılarıdır (Nutznießer) ve onu daha iyi
bir durumda, ‘boni patres familias’ olarak sonraki nesillere miras bırakmak
zorundadırlar.”[9]
İnsan faaliyetlerinin doğal çevresi sorununa gerçek bir
duyarlılık gösteren başka örnekler bulmak zor olmayacaktır. Ancak Marx ve
Engels’in genel bir ekolojik perspektiften yoksun oldukları da bir gerçek
olarak durmaktadır.
Ekolojinin Marx ve Engels’in teorik ve politik aygıtlarında
merkezi bir yer işgal etmediği doğru olsa da -çünkü ekolojik kriz henüz bugün
olduğu gibi insanlık için hayati bir sorun değildi- Marx’ın ekonomi politik
eleştirisini ve insan toplumları ile doğa arasındaki metabolizmanın bozulmasına
ilişkin analizini dikkate almadan çağdaş zorluklara eşit eleştirel bir ekoloji
tasarlamanın imkânsız olduğu daha az doğru değildir. Marksizmi ve onun meta
fetişizmi eleştirisini görmezden gelen ya da küçümseyen bir ekoloji, kapitalist
üretimciliğin ‘aşırılıklarını’ düzeltmekten öteye gidememeye mahkûmdur.
Marx ve Engels’in yazılarına dayanarak, Amerika Birleşik
Devletleri’nde John Bellamy Foster’ın öncülüğünde Paul Burkett, Brett Clark,
Fred Magdoff ve diğer birkaç kişinin katılımıyla (ve Kuzey Amerika solunun en
önemli yayınlarından biri olan Monthly Review’un desteğiyle), kendisini ‘metabolik
yarık’ yaklaşımı olarak tanımlayan ekolojik bir Marksist hareket gelişmiştir.
Bu yazarlar, bu boyutu abartma eğilimleri eleştiriye açık olsa da, modern
komünizmin kurucularının çalışmalarındaki ekolojik boyutun yeniden
keşfedilmesine önemli bir katkıda bulunmuşlardır.
Marx ve Engels’in kapitalizme, değerin kör mantığına,
insanların ve doğanın sermaye birikiminin zorunluluklarına acımasızca boyun
eğdirilmesine yönelik eleştirilerini dikkate almadan, gezegendeki yaşamın doğal
temellerinin mevcut yıkım sürecine ekososyalist bir alternatif düşünmek mümkün
değildir. Ve onların önerilerine atıfta bulunmadan komünist bir gelecek
tahayyül edemeyiz: üretim araçlarının kolektifleştirilmesi, piyasa değerleri
yerine kullanım değerlerinin üretimi, üretim ve tüketimin demokratik
planlaması. Ancak aynı zamanda 21. yüzyılın ekolojik sorunlarını da Marksist
düşünceye entegre etmemiz gerekiyor: iklim değişikliğine karşı mücadele, fosil
yakıtların ortadan kaldırılması, gereksiz üretimin büyük ölçüde azaltılması,
yenilenebilir enerjilerin geliştirilmesi, pestisitlere/böcek ilaçlarına dayalı
tarım endüstrisi yerine organik tarım, Güney ülkelerine olan ekolojik borcun
tanınması vb. Çağımızın Marksistleri, Karl Marx’ın örneğini izlemelidir:
diyalektik yöntemi kullanarak tarihsel değişimin ortaya çıkardığı yeni
sorunlara tepki vermelidir.
[1] Karl Marx, The First International and After/Birinci
Enternasyonal ve Sonrası (Londra: Verso, 2010), s. 341. Ayrıca bakınız Kapital,
Cilt I (Londra: Penguin, 1976), s. 134: “Dolayısıyla emek, maddi zenginliğin,
yani ürettiği kullanım değerlerinin tek kaynağı değildir. William Petty’nin
dediği gibi, emek maddi zenginliğin babasıdır, toprak ise anasıdır.”
[2] ‘Sahip olmak’ ve ‘olmak’ arasındaki karşıtlık üzerine
bkz. 1844 El Yazmaları, Karl Marx, Erken Dönem Yazıları (Londra: Penguin,
1975), s. 361: ‘Ne kadar az olursanız, yaşamınıza o kadar az ifade verirsiniz,
ne kadar çok sahip olursanız, yabancılaşmış yaşamınız o kadar büyük olur ve
yabancılaşmış yaşamınızdan o kadar çok biriktirirsiniz.’ Sosyalizmin temel
dayanağı olarak boş zaman üzerine bkz: Kapital Cilt III (Londra: Penguin 1981),
s. 959.
[3] Erken Dönem Yazıları, s. 426.
[4] Karl Marx, Grundrisse (Londra: Penguin, 1974), s.
409-10.
[5] Kapital Üçüncü Cilt, s. 949. ‘Metabolik yarık’ terimi
John Bellamy Foster tarafından Marx's Ecology. Materialism and Nature/Marx’ın
Ekolojisi. Materyalizm ve Doğa (New York: Monthly Review Press, 2001, s. 155-67)
adlı önemli kitabında popülerleştirilmiştir.
[6] Kapital Birinci Cilt, s. 637, 638.
[7] Kapital İkinci Cilt (Londra: Penguin, 1978), s. 322.
[8] Kapital Birinci Cilt, s. 929. Bu pasajlarda ‘sosyalizm’
kelimesi geçmemektedir, ancak dolaylı olarak geçmektedir.
[9] ‘İyi Ev Sahipleri’; Kapital Üçüncü Cilt, s. 911.
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/karl-marx-and-ecology
adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.
Çeviri: Gerçeğin Günlüğü
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
La Jornada gazetesinden Mario Patrón, Meksika yerlilerinin, Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (EZLN) öncülüğündeki ayaklanmasının 30. yıl dönümü dolayısıyla, bu süreci ve hareketin günümüzdeki durumunu özetle değerlendiren bir yazı kaleme aldı.
Ülke ekonomisi için felaketle sonuçlanacak olan 1994 yılının ilk gününde Meksika, baskıya karşı 500 yıllık bir direniş geçmişi olan yerli toplulukların umutlarını canlandıran devrimci rüzgârlarla sarsılarak uyandı, Güneydoğu dağlarından doğan güçlü bir protesto çabasının Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (EZLN) silahlı ayaklanmasında ifadesini bulduğunu gördüler; tam da Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması'nın yürürlüğe girdiği gün, ülkedeki yerli toplulukların dışlanmasını sürdüren güçlerin güncellenmiş bir cisimleşmesi olarak ortaya çıktı. Aradan 30 yıl geçti ve bu mücadele bugüne kadar direnerek devam etti.
EZLN ayaklanmasından bu yana geçen 30 yıllık tarihi toparlamak hiç de basit değil. Direnişin büyüklüğünün, anlatısının tonunun ve eylemlerinin ağırlığının çeşitli geçişler yaşadığı otuz yıl. Bu 30 yıl boyunca değişmeyen şey, insanların haklarının, özerkliklerinin ve onurlarının tam olarak tanınması için verilen mücadelenin geçerliliğidir. Zengin tarihi; 1994'teki şaşırtıcı silahlı ayaklanma ve Chiapas’ta beş belediye koltuğunun ele geçirilmesi, hükümetle yapılan arabuluculuklar, Zapatista isyancı özerk belediyelerinin (Marez) kurulması, Ulusal Yerli Kongresi'nin oluşturulması, San Andrés, Lacandon Ormanı’nın çok sayıda bildirisi, Zapatista ‘caracoles’ ve iyi yönetim kurullarının oluşturulması, 2006’da Öteki Kampanyası’nın tanıtımı ile sürmektedir; ağlarında yayınlanan güçlü konuşmalar ve açıklamalar, sanatsal festivaller, mücadele eden kadınların uluslararası toplantıları, yerli hükümet konseyinin oluşturulması ve 2018’de Marichuy’un bağımsız ön adaylığı ve Avrupa’da Yaşam Turu ve diğerleri. Özellikle insan hakları gündeminde ve yerli halkların ulusal ve küresel düzeydeki mücadele ve direnişlerinde umut ufuklarına işaret eden eylemler.
Meksika’da Zapatismo’nun tarihsel değeri, EZLN hareketinde gündeminin aciliyetini, özellikle de ülkenin siyasi ve demokratik projesinin yaşayabilirliği ve uygunluğu için topluluk ve yerli haklarının temel merkeziliğini yinelemek için güçlü bir dürtü bulan insan hakları mücadelesinin sağlamlaştırılmasından ayrı tutulamaz. Dolayısıyla, yerli belediyelerde özerk yönetimlerin tanınması, gelenek ve göreneklere saygı, alternatif ve toplumsal adalet mekanizmaları ve hatta insan haklarının anayasallığını tanıyan 2011 anayasa reformunun kendisi gibi gelişmeler, Zapatista hareketinin sadece bölgesel direniş olarak değil, aynı zamanda ülke içinde ve dışında direniş ve halk hareketlerinin bir eklemleyicisi olarak başardıklarının meyveleridir.
Ancak 30 yıl sonra, Zapatista toplulukları bugün sadece devletin silahlı güçlerinin ve otuz yılı aşkın süredir kendilerine karşı faaliyet gösteren paramilitarizmin tehdidiyle değil, aynı zamanda organize suçun artan bölgesel kontrolü ve özellikle son aylarda Chiapas bölgesine musallat olan karteller arasındaki mücadelelerle de karşı karşıyadır. Chiapas’taki şiddet olaylarından kaynaklanan mevcut yerleşik taşkın kimseyi şaşırtmamalıdır zira EZLN son yıllarda suç gruplarının kendi topraklarındaki ilerleyişi konusunda ısrarla uyarılarda bulunmuştu. Dolayısıyla, devletin eylemsizliği ve bunun sonucunda Chiapas’ta şiddetin neden olduğu toplumsal ayrışma, ülke genelindeki pek çok hareketin yankı ve ilham bulduğu oluşumdaki çoklu direniş hareketlerini dağıtmak için büyümesine izin verilen beklenen bir senaryo gibi görünüyor.
Makro-kriminal şiddetin bu endişe verici tırmanışı, EZLN tarafından kısa süre önce açıklanan, Marez ve iyi yönetim kurullarının ortadan kalktığı ve iktidarın yerel özerk yönetimlere devredildiği sivil yapılarında değişiklik yapılmasına ilişkin değişikliklere yol açtı. Açıklamalarında duyurdukları üzere bu değişiklikler Zapatista özerkliğinin yapısını etkilememekte, ancak her gün silahlı saldırılar, adam kaçırmalar, zorla askere alma, kira ücretleri, ablukalar ve diğer şekillerde karşılaşılan şiddet karşısında halklarını ve topluluklarını daha iyi savunmayı amaçlayan tedbirlerdir.
Bununla birlikte, Chiapas’taki şiddet ortamı, kendisini
zayıflatmaya yönelik sayısız çabayla karşı karşıya kalmış, buna rağmen Meksika’nın
ezilen halklarının özgürlüğü, özerkliği ve onuru mücadelesinde canlı bir
referans olarak varlığını sürdürmüş çetin, bazen de inişli çıkışlı bir
mücadelenin 30. yıl dönümünün umutla anılmasını engellememektedir. Zapatista
ayaklanmasından 30 yıl sonra, mücadeleleri hâlâ geçerliliğini korumakta ve
onurları, sadece yasal aksesuarlar ve seçim yöntemi olarak değil, sosyal bir
gerçeklik olarak anlaşılan insan hakları ve esaslı demokrasi süreci için yeni
ufuklar aydınlatmaya devam etmektedir. Pek çok katkı elde edilmeli ve bu 30. yıl
dönümü, günümüzde otantik direniş biçimlerini yeniden düşünmek, EZLN’nin
mücadelesinden öğrenmek, taktiksel arabuluculuklarını ve stratejik bahislerini
değerlendirmek ve hepsinden önemlisi, beş yüz yıl sonra direnmeye ve ülkenin
karar alma süreçlerinde söz hakkı talep etmeye devam eden yerli halkların ve
toplulukların eklemlenmesini güçlendirmek için çok fazla düşünmeye teşvik
etmelidir.
https://www.jornada.com.mx/noticia/2023/12/28/opinion/ezln-a-30-anos-del-levantamiento-9038 adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Siyaset teorisi alanında çalışmalar yürüten Bologna Üniversitesi (İtalya) Öğretim Görevlisi Sandro Mezzadra, geçtiğimiz günlerde yaşamını yitiren düşünür ve politik teorisyen Toni Negri’nin ardından, Il Manifesto gazetesi için bir yazı kaleme aldı.
Öldüğü gün Toni hakkında yazmak çok zor. En azından
benim için zor. Zihnimde çok fazla görüntü birikiyor: birlikte geçirdiğimiz
tatiller, Latin Amerika gezileri, sonsuz toplantılar ve tartışmalar, ama aynı
zamanda kitaplarının ilk okumaları, doğal olarak “Il Dominio e il Sabotaggio” ve
ardından 7 Nisan 1979 duruşmalarından hemen sonra “Dall'operaio massa
all'operaio sociale”. Okuldan eve dönerken televizyondan Kızıl Tugaylar'ın
liderinin tutuklandığını öğrendiğim o günü çok iyi hatırlıyorum.
Duruşmalardan sonra "Calogero teoremi"
olarak sunulan şeyden geriye hiçbir şey kalmadığı iyi bilinmektedir. Ancak
geriye, Toni'nin yüzlerce yoldaşıyla paylaştığı kırık hayatlar ve bitmek
bilmeyen önleyici gözaltı yılları kaldı.
Burada Toni'nin çok kişisel ve kuşkusuz tamamen
taraflı bir ilk portresini çizmek istiyorum. Bunu, en azından benim gözümde
onun benzersizliğini tanımlayan ve onu yıllar boyunca dünyanın farklı
yerlerinde tanıştığım birçok radikal entelektüelden ayıran şeylerin altını çizerek
yapacağım. Şimdilik onun kişiliğinin ve yaşamının her zaman dikkatimi çeken iki
yönüne değinmek yeterli olacaktır.
Birincisi, tükenmez entelektüel ve siyasi merakıdır ki
bu, yıllar geçtikçe daha da artmış olsa gerek. Elbette bunun tersinin olması,
özellikle de arkasında önemli bir deneyim ve saygın bir entelektüel üretim olan
kişilerin zaman içinde biriktirdiklerini yönetme konusunda kayıtsız kalmaları
normaldir.
Toni'de bu hiç olmadı, tam tersi oldu. Merak, bilme
arzusu, yeni şeyler öğrenme isteği hayatının son günlerine kadar ona eşlik
etti. Ve eğer vurguladığı bir şey varsa, o da kendi çalışmalarının
sınırlarıydı; arkadaşlarını ve meslektaşlarını durmamaya, yerleşik
varsayımların ve paradigmaların ötesine geçmeye çağırıyordu. Dijital
platformlar, kitlesel göçler, dünyadaki düzensizlikler hakkında konuşurken,
Toni kendisine söylenenlerle (ya da okuduklarıyla) asla tatmin olmadı, her
zaman daha fazlasını ve daha iyisini anlamak istedi.
İkinci yönü, yine doymak bilmeyen siyasi tutkusudur.
Özellikle İmparatorluk'tan sonra, dünyanın dört bir yanındaki prestijli
üniversitelere ve enstitülere ne davet ne de onurlandırma sıkıntısı vardı. Toni
buna bazen kızgınlıkla, bazen de ironiyle bakıyordu, ancak akademik
çevrelerdeki çatışmaları kesinlikle küçümsemiyordu.
Ama asıl dikkatini çeken, gerçek bir hareketle
karşılaşma olasılığıydı: o zaman yüzündeki ifade ve sesinin tonu değişirdi, bu
da ciddi olduğunun bir işaretiydi. Seksenli yaşlarını aşmış Toni'nin sosyal
merkezlerin soğuk odalarında oturup saatlerce sınıf mücadelesinin aldığı yeni
biçimler hakkında tartıştığını görmek, elbette yalnız yaşamadığım bir deneyim.
Onun için bu normaldi: Onun çapındaki pek çok entelektüel için böyle olduğunu
sanmıyorum.
Sonuçta bahsettiğim iki şey, Toni'nin komünist olarak
adlandırdığı aynı arzunun iki yönünden başka bir şey değil. Benim merak dediğim
şey, dünyayı dönüştürmek için onu anlamaya yönelik bir gerilimden başka bir şey
değildi; bu gerilim, dünyanın içinden geçen eğilimlerin, ona damgasını vuran
antagonizmaların ve sömürücü rejimlerin içinde ve onlara karşı oluşan
öznelliklerin tanımlanmasına dayanıyordu. Ve gerçek hareketlerle karşılaştığı
her fırsat onun için aynı zamanda bir bilgi fırsatıydı.
1960’lı yılların işçi mücadelelerine katılımıyla
şekillenen Toni'nin bu politik doğası, Machiavelli, Spinoza ve Marx'ın eserleri
tarafından tanımlanan eksen boyunca rafine edildi ve daha sonra son elli yılın
hareketleriyle yüzleşirken sürekli olarak yenilendi ve zenginleştirildi.
Bana öyle geliyor ki, klasikliği içinde, yaşadığı
hayatın tamamen politik ontolojisi olarak adlandıracağı şey, Toni'nin en
değerli miraslarından biridir.
Otobiyografisinin üçüncü cildinin (Storia di un
comunista/Bir Komünistin Hikâyesi) sonunda Toni ölümünden sakince bahsetmiştir.
Ancak, faşizmin yeniden dirildiğini gördüğü bir
dünyayla karşı karşıya kaldığında daha az sakindi. Şu yorumu yaptı: "İsyan
etmeliyiz. Direnmeliyiz. Hayatım gidiyor, 80 yaşından sonra mücadele etmek
zorlaşıyor. Ama ruhumdan geriye kalanlar beni bu karara götürüyor."
"Yıkma ve özgürleştirme sanatında"
kendisinden önce gelen birçok erdemli erkek ve kadın nesliyle ideal bir şekilde
yeniden bağlantı kurarken, onu her zaman farklı kılan aklın iyimserliğiyle
"ardından gelecek olanlardan" bahsetmeyi de unutmadı. Burada, bu
sanatta, Toni'nin politik ontolojisi ortaya çıkıyor: ona değer vereceğiz ve onu
uygulamaya devam edeceğiz.
https://ilmanifesto.it/una-vitale-passione-politica
adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Jamie Stern-Weiner, İsrail-Filistin çatışmasında uzman isimlerden olan Mouin Rabbani ve Norman Finkelstein ile İsrail’in Gazze kuşatmasının birinci ayında, savaşın altında yatan siyasi dinamikleri konuştu. Rabbani ve Finkelstein, Biden yönetiminin, İsrail’in Gazze’yi yok etmesine verdiği desteğin yalnızca İsrail’e verdiği stratejik destekten değil, Hamas’ın 7 Ekim saldırılarının aynı zamanda ABD'nin bölgedeki hegemonyasına yönelik bir saldırı olduğu algısından kaynaklandığını savunuyor.
- 7 Ekim’den bu yana her ikiniz de İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısının kapsamını belirleyen üç kritik faktör tespit ettiniz. Birincisi, İsrail’in askeri kayıplar nedeniyle geniş çaplı bir kara harekâtına girişme konusundaki geleneksel isteksizliği. İkincisi, Hizbullah’ın müdahale tehdidi. Üçüncüsü, ateşkes için uluslararası ve özellikle de ABD baskısının düzeyi. Şimdi bu faktörlerin her biriyle ilgili olarak durumun ne olduğunu inceleyelim.
İsrail kara
birlikleri Gazze’ye sınırlı saldırılarda bulundu ve kuzey bölgesini güneyden
ikiye böldüğü bildirildi. Ancak toprak işgalini amaçlayan geniş çaplı bir işgal
henüz başlatılmadı. Böyle bir şey görme ihtimalimiz var mı?
Muin Rabbani (MR):
Bu kesinlikle mümkün ancak benim görüşüm en başından beri İsrail’in kapsamlı
bir kara işgalinden kaçınacağı yönünde. Daha önceki çatışmalarda İsrail ordusu,
çok etkili bir ölüm makinesi olmasına rağmen, özellikle kara savaşı söz konusu
olduğunda, bir savaş gücü olarak çok daha az etkili olduğunu gösterdi. Bunun
kanıtlarını sadece Gazze Şeridi’nde değil, Lübnan’da ve hatta bir dereceye
kadar Batı Şeria’da da gördük; İsrail'in çok mütevazı silahlara sahip
Filistinli mülteci kamplarına, kasabalara ve şehirlere defalarca düzenlediği
saldırılar buralarda faaliyet gösteren milisleri ortadan kaldırmakta başarısız
oldu.
Şu anda Gazze'de, bazı askeri analistlerin Orta Doğu
tarihindeki en yoğun bombardıman kampanyası olarak tanımladıkları tam bir aya tanık
olduk. İsrail ne yapıyor? Tüm mahalleleri yerle bir ediyor, sivil altyapıyı
sistematik olarak tahrip ediyor, bir ortaçağ kuşatması uyguluyor, kısacası
öncelikle sivil nüfusu hedef alarak tüm bir topluma saldırıyor. Gerçekten de
İsrail basınında çıkan haberlere bakılırsa İsrail şu ana kadar Gazze'de
Filistinli saha komutanlarından daha fazla Birleşmiş Milletler personeli
öldürdü.
Bu bana, askeri hedefler doğrultusunda yürütülen bir askeri
harekât gibi görünmüyor. Bu, İsrail’in 7 Ekim saldırıları için Filistinlilerden
dayanılmaz bir bedel alma hedefini tatmin etmek için bütün bir topluma ağır bir
kitlesel ceza verme seferi gibi görünüyor. Dolayısıyla bu yıkımı kapsamlı bir
kara harekâtının başlangıcı olarak değil, bir alternatifi olarak görüyorum.
Norman G. Finkelstein
(NGF): İsrail’in Gazze’deki soykırım kampanyasının üç bileşeni var. Bence
hafife alınmaması gereken birincisi, saf intikamcı kana susamışlıktır.
Geçenlerde 1831'de 60 beyazın oldukça vahşi bir şekilde öldürüldüğü Nat Turner
köle isyanını okuyordum. İsyanın ardından Güney Amerika’daki beyaz nüfus
galeyana geldi. Yaklaşık 120 Afro-Amerikalı rastgele öldürüldü ve 80’i de
teknik olarak “yargılama” adı altında idama mahkûm edildi. Bu olayda da kana
susamışlık, Gazze halkının İsrail ordusunu ve istihbaratını böylesine küçük
düşürebilmiş olmasından kaynaklanan şaşkınlık ve şoktan kaynaklanıyor.
İsrail'in Gazze'deki ikinci hedefi “caydırıcılık
kapasitesini”, yani Arap dünyasının kendisinden duyduğu korkuyu yeniden tesis
etmektir. İsrail 7 Ekim’de büyük ve aşağılayıcı bir darbe aldı. Bu, Arap
dünyasına İsrail’in bir zamanlar düşünüldüğü kadar ürkütücü bir düşman olmadığı
mesajını verebilirdi. Elbette Hizbullah bu mesajı 2000 ve 2006 yıllarında zaten
vermişti. Ancak Hamas gibi küçük, önemsiz görünen bir ordunun bile böyle bir
darbe vurabildiğini kanıtlaması, İsrail’in caydırıcılık kapasitesini yenileme
ihtiyacını önemli ölçüde arttırdı. Ve İsrail, kara savaşı yürütemediği için
caydırıcılık kapasitesini yeniden tesis etmenin yolu havadan olabildiğince çok
ölüm ve yıkım yaratmaktır.
Üçüncü bileşen ise İsrail’in Gazze sorununa nihai bir çözüm
getirme fırsatını yakalama çabasıdır. Bu durum en az 1992'de dönemin Başbakanı İzak
Rabin’in, Gazze’nin “denize gömülmesi” arzusunu dile getirmesinden beri İsrail’in
başına bela olmuştur. İsrailli planlamacıların başlangıçta Gazze’deki nüfusu
Sina’ya sürmeyi umdukları şimdi oldukça açık görünüyor. Ancak bu olasılık Mısır
Cumhurbaşkanı tarafından engellendi. Şu anda, İsrailli yönetici elitler
arasında Gazze ile uzun vadede tam olarak ne yapmak istedikleri konusunda hala
çok fazla belirsizlik olduğunu düşünüyorum.
Bu arada İsrail'in Hamas'ı yenmek için kapsamlı bir kara harekâtına girişmesine gerek kalmayabilir. Kuzey ve güney bölgelerini birbirine bağlayan tünelleri çökertmek ve yeraltındaki Hamas savaşçılarının havasız ve yiyeceksiz kalmasını beklemekten bahsediliyor.
- İkinci kritik değişkene dönecek olursak, Hizbullah lideri Şeyh Hasan Nasrallah’ın geçen hafta yaptığı konuşmayı nasıl değerlendiriyorsunuz?
NGF: Pek çok kişi
bunu bir hayal kırıklığı olarak değerlendirdi ve bu bir hayal kırıklığıydı
ancak Nasrallah söyleyebileceği en fazla şeyi söyledi. Yaptığı tek açıklama
Hamas’ın yenilmesine izin vermeyecekleri yönündeydi. Nasrallah sözünün eri bir
insan olma eğilimindedir, dolayısıyla bu ifadeye değer verilmesi gerektiğini
varsaymak zorundayım. Hizbullah şu anda çarpıcı bir şey yapmayacaktır, ancak
Hamas’ın mutlak yenilgisi yaklaşırsa bir şeyler yapabilirler.
MR: Bence
Nasrallah’ın büyük bir konuşmayı sadece Hamas ve Gazze’nin kendi başlarına
kaldıklarını ve kendisinin daha fazla müdahale etmeyeceğini ilan etmek için
yapmadığı açık. Benzer şekilde Nasrallah’ın bu konuşmayı İsrail’e karşı tek
taraflı bir savaş ilanı için kullanmasını beklemek de gerçekçi olmazdı. Başta
Lübnan’daki durum olmak üzere her türlü faktörü tartmak zorunda.
Nasrallah'ın konuşmasında bilfiil ifade ettiği şey, tüm seçeneklerin açık olduğu ve Norman’ın belirttiği hususlara ek olarak, Hizbullah’ın gelecekteki hamlelerinin İsrail’in nasıl davranacağına göre belirleneceğidir. Bazı gözlemci ve analistler bu temelde, süregelen aşamalı tırmanışın tam ölçekli bir çatışmaya dönüşmesinin sadece bir zaman meselesi olduğu sonucuna varmıştır. Bu bana tamamen makul bir analiz gibi geliyor, ancak bu onu kaçınılmaz kılmıyor.
- Şimdi uluslararası resmi küçültelim. ABD’nin duruşunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
MR: ABD, sadece
İsrail’e değil kendisine ve uluslararası rolüne de yönelik olduğunu düşündüğü 7
Ekim saldırısı karşısında şok oldu. İsrail’e koşulsuz askeri, siyasi ve
diplomatik destek sağlayarak karşılık verdi. ABD, Washington’un kısıtlamaları
olmaksızın “kendini nasıl savunacağına” İsrail'in karar vermesi gerektiği
konusunda çok netti.
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, başlangıçta İsrail’in
Gazze Şeridi’ni etnik olarak temizleme arzusunu tamamen benimsedi ve
pazarlamaya çalıştı. Belki de Washington’daki yankı odasında Mısır Devlet
Başkanı Sisi’nin Menendez skandalı nedeniyle baskı altında olduğu, IMF
kredisine ihtiyacı olduğu ve yaklaşan başkanlık seçimleri nedeniyle Arapların
Filistinlileri umursamadığı ve bu nedenle Blinken’in Gazze nüfusunun Sina’ya
aktarılmasını önermesinin yeterli olacağı ve Batı yanlısı Arap hükümetlerinin “harika
fikir, bunu gerçekleştirmenize nasıl yardımcı olabiliriz?” şeklinde yanıt
vereceği görüşü vardı.
Sonra Blinken gerçeklerle yüzleşti. 1970’lerden bu yana
Gazze Şeridi’nin sorumluluğunu hiçbir koşulda üstlenmemek Mısır’ın temel ulusal
güvenlik ilkelerinden biri olmuştur. Bu da Sisi’nin Sina önerisini değerlendirmeye
hazır olsa bile bunu Mısır’ın diğer kurumlarına ve güç merkezlerine
dayatamayacağı anlamına geliyor.
Yakın zamanda Blinken’in bölgeye döndüğünü ve sanki
seyahatinin asıl amacı Gazze’ye yardım girmesini sağlamakmış gibi “insani
duraklamadan” bahsettiğini gördük. Ben gerçekten de tüm bunların dikkat
dağıtmaya yönelik bir maskaralık olduğunu düşünüyorum. Bence Blinken’in şu anki
görevinin asıl amacı İsrail’e zaman kazandırmak ve böylece bu çatışmada
İsrail-Amerikan başarısı olarak gösterilebilecek en azından bir hedefe
ulaşmasını sağlamak.
Ayrıca ABD’nin, İsrail’in karar alma mekanizmasındaki
rolünün de arttığını görüyoruz. Biden yönetimi ile Netanyahu hükümeti arasında
zaten uzun süredir devam eden sorunlar vardı. 7 Ekim’den bu yana Beyaz Saray,
Ulusal Güvenlik Konseyi, Dışişleri Bakanlığı ve Pentagon’un İsrail’e
baktıklarında kaos ve kargaşa içinde bir yönetim gördüklerini düşünüyorum.
Gazze’de ulaşılabilir hedefleri olan net bir strateji formüle etmekten aciz bir
yönetim. Bu nedenle Amerikalılar, İsrail’in yaklaşımına biraz akıl ve düzen
getirmeye çalışmak için bir dereceye kadar İsrail’in karar alma mekanizmasını
kontrol altına aldılar.
CIA direktörü William Burns bu hafta bölgeye geldi. Bence
Blinken’in çabalarını tamamlamak için değil, onların yerini almak için orada
olduğunu tahmin etmek akla yatkın. Yani ABD yönetiminde Biden, Blinken ve
Ulusal Güvenlik Danışmanı Jake Sullivan’ın bu krize verdiği tepkinin ABD’nin
Orta Doğu’daki çıkarlarına ve nüfuzuna büyük zarar verdiğini düşünen başka
unsurlar da var.
Burns’ün İsrail’e mesajı ne olabilir? ABD’yi doğrudan bu
çatışmanın içine çekme potansiyeline sahip önemli bir bölgesel tırmanışın
eşiğinde olduğumuz. Bunu istemeyiz, özellikle de seçim yılında. Size verdiğimiz
kayıtsız şartsız destekle seçmen tabanımız nezdinde önemli bir siyasi sermaye
harcadık. Artık net ve ulaşılabilir hedefler tanımlamanın, bunlara ulaşmak için
net bir zaman çizelgesi belirlemenin ve bunu başaramamanız halinde bir çıkış
stratejisi oluşturmaya başlamanın zamanı geldi.
NGF: Bir tamamlayıcı
yorum yapayım. ABD’nin “insani bir duraklama” istediği ama İsrail’in buna hayır
dediği öne sürülüyor. Ben bunu tamamen mantıksız ve gülünç buluyorum. ABD,
Akdeniz’e iki uçak gemisi gönderdi, İsrail’e 14 milyar dolar daha verdi, İsrail’i
engelleyebilecek her türlü uluslararası eylemi engelliyor. Başkan Biden için
İsrail’e talimat vermek çok kolay: Ben sana bir şey yap dersem yaparsın. Ancak
her iki taraf da kamuoyunda ABD’nin “insani bir duraklama” istediği iddiasından
belirli bir avantaj elde ediyor. İsrail’in yaptıklarına karşı uluslararası öfke
arttıkça, ABD yardım etmek istiyormuş gibi davranıyor. Bu arada Netanyahu da
İsrail’in ulusal çıkarlarını korumak için ABD’ye meydan okuyan güçlü adamı
oynuyor.
MR: Gerçekten de
öyle. Kriz, aynı zamanda İsrail’in askeri, siyasi ve diplomatik olarak ABD’ye
ne kadar bağımlı olduğunu da en başından ortaya koydu. Reagan yönetimi İsrail’den
Orta Doğu’da batmayan bir ABD uçak gemisi olarak bahsetmeyi severdi. Bence
İsrail’in artık su alan bir römorkör olduğu ve su üstünde kalabilmek için gerçek
ABD uçak gemilerine ihtiyaç duyduğu ortaya çıktı. Bunun, İsrail’in son yıllarda
Washington’da başarıyla inşa ettiği her şeyi bilme ve her şeye kadir olma imajı
açısından uzun vadede önemli sonuçları olacaktır.
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/gaza-one-month-later-an-interview-with-norman-finkelstein-and-mouin-rabbani
adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Verso Libros editörü Simón Vázquez, Enzo Traverso ile “The Jewish Question: History of a Marxist Debate (Yahudi Sorunu: Bir Marksist Tartışmanın Tarihi)” kitabından yola çıkarak Yahudi sorunu, antisemitizm ve Siyonizm üzerine bir söyleşi gerçekleştirdi.
- Yahudi sorunu, 19. ve 20. yüzyılları kapsayan bir tartışma. Bu tartışma, şu anda solda devam ediyor mu yoksa sadece fikir tarihinde kalmış bir konu mu?
Bu tartışma, diğer pek çok tartışmayla birlikte, Marksizm
tarihine ve dolayısıyla solun entelektüel tarihine aittir. Ulusal sorun ve
diğer unutulmuş konular üzerine yapılan tartışmalar gibi, solun hafıza ve
teorisinin arka planının bir parçasını oluşturdukları için yeniden keşfedilmeli
ve yeniden yorumlanmalıdırlar.
Örneğin bugünün Katalonya’sında siyasi bir çözüm aramak için
kitabımı okumanın çok önemli olduğunu düşünmüyorum. Ama aynı zamanda
Katalanların bu tür sorunların başka bağlamlarda ve zamanlarda da var olduğunu
ve solun bunları çözmeye çalıştığını bilmelerinin önemli olduğunu düşünüyorum.
Yani tartışma şuydu: bir ulus nasıl tanımlanır? Ulus nedir? Ulusların geleceği
nedir? Kitabımda incelediğim dönemin solu, farklı yaklaşımlar sergiliyordu.
Sosyalizmin, ulusal kimliklerin ve kültürlerin en yüksek ifadesini temsil
ettiğini söyleyen Marksistler vardı, diğerleri ise sosyalizmin insanlığın artık
uluslar arasında ayrım yapmayacağı post-ulusal bir dünyaya yol açacağını
savunuyordu. Aynı parti içinde bile bu iki yaklaşım sıklıkla bir arada var
oldu.
O zaman bazılarının sorduğu soru şuydu: Eğer ulus-sonrası,
kozmopolit bir dünyada, birleşik bir insanlıkla yaşarsak, hangi dil
konuşulacak? Elbette o dönemde Doğu Avrupa’da Ukraynaca, Litvanyaca veya
Ermenice gibi diğer dilleri bir kenara bırakarak Rusça baskındı. Evrenselci bir
bakış açısıyla ifade edilen milliyetçilik biçimleri ortaya çıktı. İnsanları
ayırarak bir ulus inşa etmeyi öneren gerici milliyetçi talepler de vardı. Bu,
bugün hâlâ yankılanan çok eski bir tartışmadır.
Azınlıkların, milliyetçiliğe meydan okuyan unsurlar olduğunu
söyleyebilirim. Bir demokrasinin seviyesini ölçmek için bir tür gösterge işlevi
gördükleri için önemlidirler. Azınlıklarına saygı duyan bir demokrasinin,
ötekiliği reddeden ve kendisini demokratik değerlerle bağdaşmayan homojen ve
monolitik bir yapı olarak gören bir demokrasinin aksine, gerçek bir demokrasi
olduğuna inanıyorum. Azınlıklar genellikle bir iktidar sisteminin tüm
çelişkilerini, belirsizliklerini ve olumsuz eğilimlerini ortaya çıkarır.
Örneğin, merkezi devlet tarafından engellenen bir referandum ve ardından gelen
baskı ile 2017’de yaşanan Katalan krizi (1 Ekim 2017 tarihinde gerçekleşen
Katalonya bağımsızlık referandumuna işaret ediyor; ç.n.) ve olası bir affa
karşı yakın zamanda gerçekleşen eylemler, İspanya’daki geçiş sürecinden doğan
demokrasinin çelişkilerini ortaya koymuştur.
Ancak azınlıklar hakkında konuşmak her zaman diyalektik bir yorum gerektirir çünkü çok uluslu bir devlet çerçevesinde, bir bağlamdaki azınlıklar olanlar başka bir bağlamda çoğunluk olabilir. Dahası, baskı karşısında hakları için mücadele eden ve bu mücadeleyi kazanan azınlıklar, kendi azınlıklarına karşı hoşgörüsüz hale gelebilirler. Dolayısıyla, Yahudi sorunuyla ilgili olarak, azınlıkların kültürel kimliğini damgalayabilecek asimilasyonun ilerleme olarak mı kabul edileceği, yoksa bağımsızlık, ulusal ve kültürel özerklik ya da federal bir devlet için mi mücadele edileceği sorusu ortaya çıkmıştır. Örneğin, çarların imparatorluğunda ya da Avusturya-Macaristan imparatorluğunda bu seçeneklerin hepsi geçerli olabilirdi.
- Şu anda Batı Avrupa’da Yahudi sorunu, örneğin Müslüman ya da Çingene sorunu gibi yeni sorunlara doğru mutasyona uğruyor olabilir mi?
Çingenelere karşı önyargılar ne yazık ki çok fazla
tartışılmıyor. Belki İspanya’da diğer yerlere göre daha fazla. Milliyetçiliğin,
özellikle de faşizmle simbiyotik bir ilişkisi olan sağ milliyetçiliğin 21.
yüzyılda antisemitizmden İslamofobiye doğru bir metamorfoz geçirdiğini
söylerken, İslam sorununun Avrupa’nın demokratik kimliğini tanımlayacağı bir
prizma haline geleceğine işaret ediyorum.
Eğer radikal sağın yükselişiyle birlikte Avrupa’nın İslam’la bağdaşmayan Yahudi-Hıristiyan köklere sahip olduğu fikri onaylanırsa, bu, Avrupa’nın bir demokrasi olamayacağı anlamına gelecektir. Dolayısıyla Avrupa’nın çoğulcu demokratik bir çerçevede İslam’ı bileşenlerinden biri olarak entegre edebilmesi, sağlıklı bir demokrasi yaşayacağının göstergesidir.
- Bugünlerde kitabı tekrar okurken, İberyalı bir okuyucunun 1492’den sonra modern dünyada bir Yahudi sorunu olmadığı için Yahudi’nin özgürleşmesi kavramını anlamayabileceğini fark ettim. Bu süreci daha iyi anlamak için Yahudi’nin özgürleşmesi meselesini biraz açıklayabilir misiniz diye merak ettim.
Yahudilerin özgürleşmesi, 18. yüzyılda Yahudilerin
hukuki-siyasi özgürleşmesini, yani onlara haklar verilmesini talep eden
Aydınlanma’nın bazı figürlerinin ortaya çıkmasıyla başlayan bir süreçtir. Eş
zamanlı olarak, Yahudi dünyası içinde de kendi kurtuluşlarını talep eden
figürler ortaya çıktı. Bu, Yahudileri hoş görülen, dışlanan ve ayrımcılığa
uğrayan bir azınlıktan -imparatorluk vatandaşları için ortak olan bir dizi
hakka erişim hakkına sahip olmadıkları için- tam vatandaşlara dönüştürmekle
ilgiliydi.
Bu konu, vatandaşlığın yeniden tanımlanmasını içerdiği için
büyük bir tartışma yarattı. Yani, bir Yahudi Fransız, Alman, İtalyan vs.
vatandaşı mıdır, ki bu da dini vatandaşın hayatının özel bir yönüne indirgemek
anlamına gelir, yoksa Yahudi, Musevi dinine mensup bir Fransız ya da Alman
olarak değil de bir Yahudi vatandaşı olarak mı tanınır? Yahudi bir vatandaş
olarak mı? Bu, o dönemde önemli bir tartışma konusuydu ve halen de öyle. Ancak
Yahudi özgürleşmesinin anahtarı, bunun bir Yahudi kurtuluş mücadelesinden
kaynaklanan bir fetih değil, daha ziyade yukarıdan gelen bir güç tarafından
verilen bir fetih olmasıdır.
Yahudileri özgürleştiren, Yahudilerin çok marjinal bir rol
oynadığı Fransız Devrimi olmuştur. Yahudilere vatandaşlık hakkı tanıyan
Napolyon Savaşları’nın getirdiği değişiklikler ve daha sonra Almanya’nın
birleşmesi de buna katkıda bulunmuştur. Bu durum, örneğin Haiti Devrimi ve
kölelerin, köleliğin kaldırılması için verdikleri mücadele ile bağlantılı olan
siyahların özgürleşmesi ile tezat oluşturmaktadır. Bunun pek çok anlamı vardır.
Yahudiler, modern dünyanın tarihi boyunca, kendilerini özgürleştiren güce
borçlu olduklarını düşünmüşlerdir.
Daha 20. yüzyılda, devrimci hareketlere katılan Yahudi devrimci figürünün ortaya çıkışı -sadece Yahudi değil, aynı zamanda evrensel- kendi özgürlüklerini fethetmemiş olmanın ayrıcalığına sahip olduğunun bilinciyle devam eder.
- Bunun bir sonucu olarak, evrenselcilik ve tikelcilik arasındaki güncel tartışmalarda çeşitli akımlar veya fikirler ortaya çıkmıştır. Örneğin, Etienne Balibar’ın “eşitlik” teorisi, “çok evrensellik”ten bahseden sömürgecilik karşıtı teoriler ya da “isyancı evrenselcilik” kavramını savunan Asad Haider’in Misunderstood Identities adlı kitabı. Sizce evrenselcilik ve tikelcilik arasındaki çelişkiyi ya da diyalektiği çözecek sol politik öneri ne olmalıdır?
Bu diyalektik, evrenselcilik ve tikelcilik arasındaki
çelişkinin üstesinden gelmeyi içerir. Tikelleri reddeden bir evrenselcilik
zararlıdır ve evrensel bir perspektifin parçası olmayan bir tikelcilik de
zararlıdır. Evrenselcilik, tikelliklerden ve çeşitlilikten oluşan bir
bütünlüktür. Siyasetin özü de budur.
Bu açıdan Hannah Arendt’i pek çok açıdan eleştirel değerlendiriyorum
ama siyasetin tanımı konusunda onun mirasını çok önemli buluyorum. Siyaset,
farklı öznelerin bir arada varoluşunu ima eder; farklı özneler arasındaki
etkileşimdir ve ötekilik ve çeşitlilik ilkesi siyasetin kurucusudur. Eğer
siyaset homojen bir topluluğun yaratılması haline gelirse, bu siyasetin
olumsuzlanmasıdır, yani faşizmin siyasetidir.
Mantıksal kategorilerden bahsetmişken, elitlerin kozmopolit vizyonu olan bir evrenselcilik ve aşağıdan bir evrenselcilik vardır, bu da başka bir evrenselcilik türüdür ve verimli bir evrenselciliktir. Bir devrimin başarısı olan çoğul bir toplum, barbar bir halkı eğitmek isteyen aydınlanmış bir elitin bulunduğu çoğul bir toplumdan çok daha iyi çalışır.
- Avrupa’da soldan gelen ancak aşırı sağın siyasi ve medya gündeminin büyük bir bölümünü paylaşan akımlar ortaya çıkıyor: dışlayıcı milliyetçilik, sınırlar, göçler, feminizm karşıtlığı ve çevrecilik karşıtlığı değişen derecelerde ve ölçülerde. Bunlar, önceki zamanların yankıları olabilir mi? Tarihin başka dönemlerinde de böyle bir sol var mıydı?
Bu gerici eğilimlerin tanınması gerektiğini düşünüyorum. Bunlar solun tarihine ait. Periyodik olarak yeniden ortaya çıkan bir miras. Örneğin, Alman solu söz konusu olduğunda, bunlar Alman tarihinin gidişatıyla bağlantılıdır. Ancak benzer milliyetçi eğilimler Fransa’da da mevcuttur. Örneğin ulusal-cumhuriyetçilik bunlardan biridir. Ya da Fransız solunun bazı kesimleri peçeye karşı çıkıyor, yani Müslümanların hariç olduğunu açıklıyorlar, çünkü bu, Müslüman ötekiliğiyle bağdaşmayan bir Fransız kimliğini olumlamanın bir yolu. Ancak bu, Fransız solunun tamamının pozisyonu değildir. Bununla birlikte, bu eğilimler mevcuttur ve bunların tüm ülkelerde bulunduğuna inanıyorum.
- Peki bu akımlara karşı mücadele edilebileceğini düşünüyorsunuz?
Bunlarla ideolojik, entelektüel ve siyasi bir mücadele
yoluyla yüzleşmek çok önemli. Irkçılık ve yabancı düşmanlığına karşı bir
mücadele örgütlendiğinde işler daha basit hale gelir. Oyunun kurallarını
belirlemeden bunu yapamazsınız çünkü sorunlar çok özel çözümler gerektirir.
Nihayetinde bu, net pozisyonlar belirlemekle ilgilidir. Örneğin, yabancı kökenli Fransızların solun seçim listelerindeki konumu nedir? Ya da Müslüman olan Türk kökenli Almanların azınlıkta olduğu Almanya’da. Bazı partilerin bu konuları diğerlerinden daha iyi ele alması dikkat çekiyor. Örneğin, bazı ülkelerde Türk soyadlı ulusal liderler ve parlamenterler var. Yabancı düşmanlığına karşı mücadele elbette sağa karşı bir mücadeledir, ancak aynı zamanda sol içinde de bir mücadeledir.
- 1945’in Avrupa’da antisemitizm için bir dönüm noktası olduğu söylenebilir mi?
Antisemitizm hem Avrupa’da hem de Amerika Birleşik Devletleri’nde halen varlığını sürdürmekte ve sinagog katliamları ve terör eylemleri gibi şiddet eylemleriyle kanıtlanmaktadır. İslami terörizm güçlü bir şekilde antisemitiktir. Antisemitizmin milliyetçi muhafazakârlığın bir ekseninden başka bir şey olmadığına dair bir farkındalık oluşmuş olsa da, antisemitizmle mücadele solun siyasi gündeminin bir parçası olmaya devam etmektedir.
- Solda, genellikle Filistin’in ya da Filistinlilerin haklarının savunulmasıyla bağlantılı antisemitizm suçlamalarını gördük. Bunun Jeremy Corbyn gibi liderlere karşı nasıl kullanıldığını da gördük. Solun iç mücadelelerinde antisemitizmin bu şekilde kullanılması hakkında ne düşünüyorsunuz?
Solun iç sorunlarını çözmek için antisemitizmin
araçsallaştırıldığı aşikâr. Bir iç tartışmada rakibini antisemitizmle suçlamak,
Avrupa’da oldukça alet edilen bir taktik. Antisemitizmin, özellikle de Siyonizm
karşıtlığını küçümsemek ya da damgalamak için demagojik bir şekilde
kullanılması ciddi bir sorundur.
Siyonizmi eleştirmeyen bir sol, özellikle de Siyonizmin
Benjamin Netanyahu gibi figürlere ve yarı-faşist bir hükümete yansıdığı bir
dönemde, sol olarak tanımlanmayı hak etmiyor demektir. Solun bu konuda net bir
duruş sergilemesi ve bizi haksız yere suçlayan sağcı medya kampanyalarına boyun
eğmemesi gerektiğine inanıyorum. Solun fazla “Yahudi hayranı” olmakla
suçlandığı 20. yüzyılın 20’li ve 30’lu yıllarındakiler ile benzerlik gösteren bu yanlış
fikirleri açıklığa kavuşturmak hayati önem taşımaktadır.
https://jacobinlat.com/2023/10/30/enzo-traverso-una-izquierda-que-no-critique-el-sionismo-no-es-izquierda/ adresinde yayımlanan söyleşiden çevrilmiştir.
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Hindistan Komünist Partisi (Maoist) Merkez Komitesi, sözcü Abhay imzası ile yazılı bir açıklama yaparak Hamas’ın “Aksa Tufanı” operasyonunu selamlarken Filistinliler için gerçek adaletin ve barışın ‘demokratik-laik Filistin ile mümkün olacağını’ belirtti.
İsrail işgalinin kaçınılmaz sonucu olan HAMAS'ın eşi benzeri
görülmemiş saldırısını ve Filistin kurtuluş hareketinin özlemlerini selamlayın!
ABD emperyalizminin kukla yerleşimci devleti İsrail'in
Gazze'ye yönelik devam eden acımasız hava saldırılarını durdurun!
Modi'nin brahmanik hindutva faşist Hindistan Hükümetinin
İsrail yanlısı tutumunu şiddetle kınayın!
HKP (Maoist) Merkez Komitesi, İsrail'in Filistin’i işgalinin
ve Filistin halkının kurtuluş özlemlerinin kaçınılmaz sonucu olan HAMAS’ın 7
Ekim’de İsrail’e yönelik eşi benzeri görülmemiş roket saldırılarını
selamlamaktadır.
HAMAS’ın saldırısını bahane eden azılı İsrail Savunma
Kuvvetleri (IDF) Gazze’yi dört bir yandan esir alarak gıda, elektrik, yakıt ve
hatta ilaç tedarikini kesmiş ve ciddi bir insani krize yol açmıştır.
Gazze’ye 7 Ekim’den bu yana binlerce insanın öldüğü ve
binlercesinin de sakat kaldığı sürekli hava saldırıları düzenlenmektedir. Hâlihazırda
bir milyon insan evlerinden sürülmüş durumda. Gelen haberlere göre İsrail,
Filistin halkına karşı daha büyük bir saldırı planlamaktadır. Partimiz, kukla
yerleşimci devlet ve ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki ileri karakolu İsrail’in
son üç gündür Gazze’ye yönelik acımasız hava saldırılarını şiddetle kınamakta
ve durdurulmasını talep etmektedir.
ABD emperyalizmi, 7 Ekim’de HAMAS’ın saldırısını terörist
bir saldırı olarak kınamakla kalmadı, aynı zamanda derhal askeri destek ilan
etti ve kısa süre içinde vahşi saldırı köpeği İsrail’e silah ve diğer askeri
teçhizat göndermeye başladı. ABD, İngiltere, Almanya ve İtalya, İsrail’i
destekleyen ortak bir açıklama yaptılar. Emperyalistlerin bu iğrenç eylemi,
dünyanın mümkün olan her köşesinden kınanmalıdır.
Hindistan Başbakanı Modi, başta ABD olmak üzere emperyalist
efendilerinin peşinden giderek utanmadan İsrail’e yönelik dayanışmasını ifade
etmiştir. Modi’nin brahmanik hindutva faşisti Hindistan hükümetinin İsrail
yanlısı tutumuna şiddetle karşı çıkıyoruz.
Partimiz, İsrail’in haksız savaşından ve HAMAS’ın haklı
direnişinden, ABD emperyalizminin ve Siyonist İsrail devletinin sorumlu
olduğunu, bunun sonucunda her iki taraftan da insanların hayatını kaybettiğini
ancak Filistin halkının ağır kayıplar verdiğini ve yıkıma uğradığını
düşünmektedir. İsrail, Gazze’ye yönelik saldırılarını derhal durdurmalı ve
HAMAS’ın elindeki rehineleri güvenli bir şekilde serbest bırakılmalıdır.
İsrail devletinin 1948 yılında emperyalistler tarafından,
özellikle de ABD ve İngiltere tarafından Filistin’de Yahudiler için bir vatan
kurma bahanesiyle kendi çıkarlarına hizmet etmek üzere kurulduğu tüm dünya
tarafından bilinmektedir. Bu, aynı zamanda ABD ve müttefiklerinin kontrolü
altındaki Birleşmiş Milletler tarafından da tanınmaktadır. O zamandan beri
Filistinliler için gerçek bir barış olmadı. İsrail, bugüne kadar Araplarla
savaştı ve Filistin topraklarını sürekli işgal etti. Filistinliler o zamandan
beri solun temsilcilerinden İslami güçlere, feodal güçlerden ulusal burjuvaziye
kadar farklı bayraklar ve önderlik güçleri altında özgürlükleri için
İsraillilerle mücadele ediyorlar. Gerilemeler, önderlik ihanetleri yaşadılar
ama kendilerini toparlayıp tekrar savaşmaya başladılar.
Filistinliler için gerçek adalet ve barışın ancak İsrail
devleti yıkıldığında ve tek ülke Filistin, demokratik laik Filistin olduğunda
mümkün olacağı çok açıktır. Yahudiler de dâhil olmak üzere tüm Filistin
halkının eşit haklarla bir arada yaşayabileceği ve gerçek özgürlüğün tadını
çıkarabileceği bir yer kurulmalıdır. İsrail, ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki
en önemli ileri karakolu olduğu ve “Yahudilerin yurdunu” temsil etmediği için,
emperyalizm yıkılmadan bu mümkün olmayacaktır.
Bunun için Filistin’in devrimci kitleleri,
Marksizm-Leninizm-Maoizm biliminin rehberliğinde, işçi sınıfının öncüsünün
önderliğinde uzun süreli bir halk savaşı yürütmek zorundadır. Bugün gerçekçi
görünmese de, emperyalizm ve proleter devrim çağında, bir gün gelecek Filistin halkının
kurtuluş mücadelesi bu hedefe mutlaka ulaşacaktır.
Partimiz, Filistin
halklarının haklı davası olan kurtuluş hareketine olan sarsılmaz desteğini bir
kez daha teyit eder.
Merkez Komitemiz, tüm Marksist-Leninist-Maoist partileri, sol
güçleri, demokratik ve ilerici örgütleri ve insanları, dünyanın her yerindeki ezilen
milliyetleri Filistin halklarının kurtuluş hareketini desteklemeye çağırır.
Merkez Komitemiz ayrıca, tüm baskı ve sömürünün kökünün
kazınabilmesi ve sosyalizm-komünizmin kurulması hedefine ulaşılabilmesi için
yukarıda sayılan herkesi birleşmeye ve emperyalizmi ve onun tüm uşaklarını
yenmeye davet eder.
Abhay
Sözcü
Merkez Komite
https://maoistroad.blogspot.com/2023/10/on-palestine-statement-communist-party.html
adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
İsrail'in apartheid politikalarını ve aşırı sağcı hükümetini eleştiren Batılılar sıklıkla antisemitizmle suçlansa da, solcu ve sol-liberal İsrailliler yıllardır ülkenin faşizme sürüklenmesini yeriyor. Sosyal teorisyen ve çevirmen Alberto Toscano, Verso Books için kaleme aldığı yazısında faşizmin İsrail’in sömürgeci projesinin mantığına gömülü olduğunu savunuyor.
Batılı hükümetler tarafından yeşil ışık yakılan ve sayısız
insan hakları hukuku uzmanı tarafından açık bir ‘soykırım niyeti’ taşıdığı
ifade edilen İsrail Devleti’nin Hamas’ın 7 Ekim’deki El Aksa Tufanı saldırısına
misillemesi de birçok çevrede faşizmden söz edilmesine neden oldu. Birzeit
Üniversitesi Öğretim Üyeleri ve Çalışanlar Sendikası, yayımladığı ortak
bildiride ‘sömürgeci faşizmden’ ve ‘yerleşimci Siyonist politikacıların siyasi
çizgilerin ötesinde Araplara yönelik pornografik ölüm çağrılarından’ söz etti; İsrail
Komünist Partisi (Maki) ve sol koalisyon Hadash, kendi deklarasyonlarında ‘keskin
ve tehlikeli tırmanışın tüm sorumluluğunu faşist sağ hükümete yükledi’; bu esnada
Kolombiya Devlet Başkanı Gustavo Petro, Gazze’ye yönelik saldırıyı iklim
felaketi ve kapitalist kökleşmenin damgasını vurduğu ‘küresel 1933’te ‘hepimizi
tek kullanımlık sayan ilk deney’ olarak tanımladı. Bu satırları alıntılamak
bile, özellikle Boykot, El Koyma ve Yaptırımlar hareketi kisvesi altında İsrail
apartheidına karşı barışçıl uluslararası dayanışma aktivizmini kısıtlama
çabalarında önemli bir araç olarak hizmet eden IHRA’nın (Uluslararası Holokost
Anma İttifakı) antisemitizm tanımına muhtemelen ters düşmektedir.
Yine de son Netanyahu hükümetinde ve hatta genel olarak
İsrail toplumunda yeni başlayan bir faşizmin tanınması, ana akım olmasa da,
İsrail’deki kamusal söylemde kesinlikle öne çıkıyor gibi görünüyor, özellikle
de İsrail Yüksek Mahkemesi’nin övünülen özerkliğini ortadan kaldırmayı
amaçlayan son yargı reformlarına karşı protestoların ardından. Hamas
saldırısından dört gün önce Ha’aretz gazetesi ‘İsrail Neo-Faşizmi, İsraillileri
ve Filistinlileri Tehdit Ediyor’ başlığı altında bir başyazı yayımladı. Bir ay
önce 200 İsrailli lise öğrencisi, askere alınmayı reddettiklerini şu şekilde
ilan etti: "Şu anda hükümetçe kontrol edilen bir grup faşist yerleşimciye hizmet
edemeyeceğimize samimiyetle karar verdik.’ Mayıs ayında Ha’aretz’in bir
başyazısında ‘altıncı Netanyahu hükümeti totaliter bir karikatür gibi görünmeye
başladı. Totalitarizmle ilişkilendirilen neredeyse hiçbir hareket yok ki, aşırı
uçtaki üyelerinden biri tarafından önerilmemiş ve kimin daha tam faşist
olabileceğini görme yarışında, içerdiği diğer beceriksizler tarafından
benimsenmemiş olsun’ derken, başyazarlarından biri de ‘İsrail faşist devrimi’ni,
öldürücü ırkçılıktan zayıflığı hor görmeye, şiddet arzusundan
anti-entelektüalizme kadar kontrol listesindeki tüm maddeleri işaretleyerek
tanımladı.
Bu son polemikler ve öngörüler, çağdaş İsrail’de 'büyüyen
faşizm ve erken Nazizm’e benzer bir ırkçılık’ olduğunu yazan ünlü aşırı sağ tarihçisi
Ze’ev Sternhell ya da on yaşında Nazi Almanya’sından kaçan ve 2018’deki
ölümünden kısa bir süre önce şunları söyleyen gazeteci ve barış aktivisti Uri
Avnery gibi önde gelen entelektüeller tarafından öngörülmüştü:
“Filistinlilere karşı
hayatın hemen her alanında uygulanan ayrımcılık, Nazi Almanya’sının ilk
döneminde Yahudilere yapılan muameleyle karşılaştırılabilir. (İşgal altındaki
topraklarda Filistinlilere uygulanan baskı, Münih ihanetinden sonra “himaye”
altındaki Çeklere yapılan muameleye daha çok benzemektedir). Knesset’teki ırkçı
yasa yağmuru, hâlihazırda kabul edilenler ve üzerinde çalışılanlar, Nazi
rejiminin ilk günlerinde Reichstag tarafından kabul edilen yasalara büyük
ölçüde benzemektedir. Bazı hahamlar, Arap dükkânlarının boykot edilmesi
çağrısında bulunuyor. Tıpkı o zamanki gibi. ‘Araplara ölüm’ ('Judah verrecke'?)
çağrısı futbol maçlarında düzenli olarak duyuluyor.”
Elbette bu yeni bir benzetme değil. Hannah Arendt ve Albert
Einstein gibi isimler 1948’deki Deir Yassin katliamının ardından New York Times’a
bir mektup yazarak Herut’u (Netanyahu’nun Likud partisinin selefi) ‘örgütlenmesi,
yöntemleri, siyasi felsefesi ve toplumsal çekiciliğiyle Nazi ve Faşist
partilere benzeyen’ bir parti olarak kınamıştı.
Avnery ayrıca şu anki Maliye Bakanı Bezalel Smotrich’i de
'iyi niyetli bir Yahudi faşist’ olarak nitelendirdi. Kendisini memnuniyetle ‘faşist
homofobik’ olarak tanımlayan Smotrich, Filistinlilerin ulus olma umutlarını ‘ortadan
kaldırmaya’ ve Nakba’yı tekrarlamaya yönelik kendi soykırım niyetinin teolojik
temellerini ortaya koymuştur. Bir röportajında şöyle demiştir:
“Joshua ben Nun (İncil’deki
peygamber) topraklara girdiğinde, orada yaşayanlara üç mesaj gönderdi: (yönetimimizi)
kabul etmek isteyenler kabul edecek; ayrılmak isteyenler ayrılacak; savaşmak
isteyenler savaşacak. Stratejisinin temeli şuydu: Biz buradayız, biz geldik,
burası bizim. Şimdi de üç kapı açık olacak, dördüncü kapı yok. Gitmek
isteyenlere -ve gidenler olacak- yardım edeceğim. Umutları ve vizyonları
kalmadığında gidecekler. Tıpkı 1948’de yaptıkları gibi. (...) Gitmeyenler ya
Yahudi devletinin yönetimini kabul edecekler-ki bu durumda kalabilirler-, gitmeyenlere
gelince, onlarla savaşacağız ve onları yeneceğiz. [...] Ya onu vuracağım ya
hapse atacağım ya da sınır dışı edeceğim.”
İsrail Devleti'nin
ilk yıllarında laik David Ben-Gurion için de ideolojik bir referans işlevi
gördüğü için Yeşu Kitabı’ndan bahsedilmesi dikkate değerdir. Eski Ahit’teki
yıkıma övgü, bugün de rahatsız edici bir şekilde yankılanmaktadır: “Yeşu
tepelerdeki, güneydeki, vadilerdeki, pınarlardaki bütün ülkeyi ve krallarını
vurdu; hiçbirini bırakmadı, İsrail'in Tanrısı Rab’bin buyurduğu gibi, soluk
alan her şeyi yok etti. Yeşu onları Kadeş-Barnea’dan Gazze’ye kadar ezdi” (Yeşu
11:40-41).
Ancak Netanyahu'nun ‘vaftiz babası’ olduğu faşizm sadece
köktendinci yerleşimcilere ve onların mülksüzleştirme stratejilerine (Smotrich’in
yerleşimci STK’sı Regavim’in devletteki derin kolları ve Filistinlilerin toprak
ve mülkiyet haklarına karşı yürüttüğü hukuk mücadelesi dâhil) indirgenemez;
Aynı zamanda, Hindistan ve ABD’de olduğu gibi İsrail’de de, çökmekte olan
metropol ‘elitlerine’ karşı ulusal-muhafazakâr seferberlikleri, kâr ve
ayrıcalığın acımasızca savunulmasıyla birleştirmekten mutluluk duyan
milyarderlerin ticari çıkarlarına ve yasama manevralarına sıkı sıkıya bağlıdır.
İsrailli Holokost tarihçisi Daniel Blatman, yakın zamanda verdiği bir
röportajda şu gözlemde bulunmuştur:
“İsrail Devleti'nin varlığını sürdürmesine yönelik en büyük
tehdidin ne olduğunu biliyor musunuz? Likud değil. Bölgede başıboş dolaşan
haydutlar bile değil. Kohelet Politika Forumu (ABD’li zengin bağışçılar
tarafından desteklenen muhafazakâr, sağcı bir düşünce kuruluşuna atıf). İsrail
tarafından benimsenmesi halinde onu bambaşka bir ülkeye dönüştürecek geniş bir
sosyal ve siyasi manifesto oluşturuyorlar. İnsanlara ‘faşizm’ dediğinizde
akıllarına sokaklarda dolaşan askerler geliyor. Hayır. Öyle görünmeyecek.
Kapitalizm hâlâ varlığını sürdürecek. İnsanlar -eğer diğer ülkelere girmelerine
izin verilirse- yurtdışına çıkabilecekler. İyi restoranlar olacak. Ancak bir
insanın kendisini rejimin iyi niyeti dışında koruyan bir şey olduğunu hissetme yetisi
-çünkü rejim uygun gördüğü şekilde onu koruyacak ya da korumayacak- artık
olmayacak. İsrail toplumu mevcut hükümeti kabul etmeye hazırdı. Likud’un zaferi
nedeniyle değil, en aşırı kanat herkesi peşinden sürüklediği için. Bir zamanlar
aşırı sağ olan bugün merkezde. Bir zamanlar uçlarda olan fikirler meşru hale
geldi. Alanı Holokost ve Nazizm olan bir tarihçi olarak bunu söylemek benim
için zor ama bugün hükümette neo-Nazi bakanlar var. Bunu, ideolojik olarak saf
ırkçı olan bakanları başka hiçbir yerde -ne Macaristan’da ne de Polonya’da- göremezsiniz.”
İçgörülerine rağmen bu pasaj, faşizmin yükselişine karşı
liberal İsrail polemiklerinin neyi paranteze aldığını da acı bir şekilde
gösteriyor. Yani Filistinliler. İsrail ve işgal altındaki Filistin’de askerler
sokaklarda dolaşıyor. İsrail egemenliğindeki milyonlarca insan yurt dışına
çıkamıyor. Ya da evlerine dönemiyor. Smotrich ve Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar
Ben-Gvir gibilerin hiç tereddüt etmeden dile getirdikleri ‘saf’ ırkçılık, sersem
faşistler kadar kötü niyetli liberaller için de sömürgeci tahakkümü yapılandıran
ve yeniden üreten ırkçılığın bir ürünüdür.
Bill Mullen ve Christopher Vials’ın gözlemlediği üzere,
Siyah radikallerin ve Üçüncü Dünya anti-faşizminin yanı sıra yerli direnişinin
uzun vadeli gelenekleri bize şunu öğretmiştir: “Irksal olarak liberal
demokrasinin haklar sisteminin dışında kalanlar için ‘faşizm’ kelimesi her
zaman uzak ve yabancı bir toplumsal düzeni çağrıştırmaz. George Padmore’un 1930’larda
‘dünyanın klasik faşist devleti’ olarak nitelendirdiği Güney Afrika gibi
yerleşimci-sömürgeci ve ırksal faşist rejimlerde, Alman-Yahudi avukat Ernst
Fraenkel’in anatomisini çıkardığı ‘ikili devlet’in bir versiyonuyla
karşılaşıyoruz: egemen nüfus için ‘normatif devlet’ ve egemenlik altına
alınanlar için ‘herhangi bir yasal güvence tarafından denetlenmeyen sınırsız
keyfilik ve şiddet’ uygulayan bir ‘ayrıcalıklı devlet’. Angela Y. Davis'in 1970’lerin
başında ABD nüfusunun geri kalanı için devlet ırkçı terörünün nelere gebe
olduğuna atıfta bulunarak gösterdiği gibi, normatif ve ayrıcalıklı devlet
arasındaki sınır geçirgendir.
Bu durum bugün İsrail’de, hükümet bakanlarının savaş
bahanesini ‘ulusal morale zarar verebilecek ya da düşman propagandasına temel
teşkil edebilecek bilgileri yaydıklarına inandıkları takdirde polise sivilleri
tutuklama, evlerinden çıkarma ya da mallarına el koyma yetkisi veren
düzenlemeleri teşvik etmek’ için kullanmalarıyla açıkça görülmektedir. Faslı
Yahudi Marksist Abraham Serfaty’nin on yıllar önce Filistin’in kurtuluşu
üzerine hapishane yazılarında analiz ettiği gibi, Siyonist yerleşimci-sömürgeci
mülksüzleştirme, tahakküm ve yerinden etme projesinin merkezinde ‘faşist bir
mantık’ vardır. Bu mantık liberaller tarafından reddedilse de, temel
mekanizmaları tamamen ortadan kaldırılmadığı sürece, her krizde yeniden ve
şiddetle ortaya çıkmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İki devletli bir çözüm
istediklerini iddia eden ancak bunu asla gerçekleştirmeye niyetli olmayanların
ikiyüzlülüğüne karşı söylediklerinin de gösterdiği gibi, iktidardaki İsrail
aşırı sağı sessiz olanı birçok şekilde çok yüksek sesle söylüyor. İşgalin ve
Filistinlilere yönelik vahşetin normalleştirildiği ve tüm niyet ve amaçlar için
bitmez tükenmez olarak görüldüğü bir zamanda, faşist yerleşimci ve dinci sağ,
İsrail’i bir yerleşimci-sömürge projesi olarak imleyen yapısal şiddeti ve
insanlıktan çıkarmayı onaylama ve kutlama noktasına geldi -liberallerin
hafifletmeyi veya asgariye indirmeyi düşündüğü, ancak asla gerçek anlamda mücadele
etmediği bir proje. Bugün pek çok başka bağlamda olduğu gibi İsrail’de de
faşizmin yükselişi başlangıçta bir kırılma ya da istisna gibi görünebilir, ancak
bu yükselişin kökleri, gerçek kurtuluşu asla desteklemeyecek olan sömürgeci
liberalizm tarafından sağlanmaktadır.
https://www.versobooks.com/en-gb/blogs/news/the-war-on-gaza-and-israel-s-fascism-debate
adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Hamas’ın 7 Ekim’de başlattığı Aksa Tufanı operasyonu ve ardından başlayan İsrail’in Gazze saldırısına dair bir açıklama yapan İsrail Demokrat Kadınlar Hareketi, İsrail hükümetini ‘faşizm yanlısı bir rejim’ olarak tanımlayarak çatışmaların ancak iki devletli çözümle sona erebileceğini vurguladı.
İsrail Demokrat Kadınlar Hareketi, İsrail ve Gazze Şeridi'ni
hedef alan askeri operasyonların artmasından ve hem Filistinli hem de İsrailli
masum insanların trajik bir şekilde hayatını kaybetmesinden duyduğu derin
endişeyi ifade eder.
Hareket, ABD Başkanı Joe Biden’ın İsrail’e önemli miktarda
silah fonu tahsis etmesini ve Akdeniz bölgesinde donanma gemilerinin
konuşlandırılmasını şiddetle eleştirmektedir.
Diplomatik bir çözüme ihtiyaç vardır ve bu, kan
dökülmesinden tek çıkış yoludur.
7 Ekim'de başlatılan kanlı saldırı, İsrail hükümetinin Gazze
Şeridi'ne yönelik ısrarlı ablukasına ve Filistin topraklarındaki yasadışı
işgaline bir tepkiydi.
Hamas, koordineli bir saldırı başlatarak İsrail'e binlerce
roket atarken, militanları da İsrail kasabalarına ve kırsal köylerine sızdı.
Saldırı sonrasında 70'ten fazlası asker olmak üzere 700'ün
üzerinde İsrailli hayatını kaybetti ve 2.400'den fazla kişi de yaralandı.
Gazze'de ise İsrail bombardımanları nedeniyle en az 560
Filistinli yaşamını yitirdi, 2.900'den fazla kişi de yaralandı.
Farklı medya platformlarında görüntülerini gördüğümüz,
aralarında kadın, çocuk ve yaşlıların da bulunduğu İsrailli sivillere yönelik
korkunç saldırılar son derece üzücüdür. Bütün aileler evlerinde öldürüldü ya da
esir alındı.
Hareketimiz, esir tutulan kadın ve çocukların durumundan
özellikle endişe duymaktadır.
Uluslararası toplumu, başta çocuklar ve kadınlar olmak
üzere, hukuksuz bir şekilde esir tutulan İsrailli ve Filistinli tüm sivillerin
derhal serbest bırakılması için ilgili tüm taraflara baskı yapmaya çağırıyoruz.
Masum sivillere yönelik her türlü saldırıyı şiddetle kınıyor
ve karşısında duruyoruz. Ancak bunun Filistinli sivilleri de kapsadığını açıkça
ifade ediyoruz ki bu, İsrail hükümeti tarafından paylaşılmayan bir tutumdur.
Bu trajik olayları, devam eden işgal, Gazze ablukası ve
yerleşimcilerin Batı Şeria ve Doğu Kudüs'teki günlük ihlalleri bağlamında
analiz etmek çok önemlidir.
Bu tırmanışın her iki tarafta da başta masum siviller,
özellikle de kadınlar ve çocuklar olmak üzere tüm taraflara zarar vereceği
konusunda uyarıda bulunuyoruz.
Faşizm yanlısı bir rejim olarak nitelendirdiğimiz İsrail
hükümeti, Filistinlilere yönelik etnik temizliğe varan şiddetli saldırıları
sadece onaylamakla kalmıyor, aynı zamanda bunlara öncülük ediyor.
Filistinlilerin ve şimdi de trajik bir şekilde İsraillilerin
kanlarının dökülmesiyle sonuçlanan durumun işaretleri açıktı. Devam eden
gelişmeler, bölgede yıkıcı sonuçları olacak büyük bir çatışma riski
yaratmaktadır.
Batı Şeria, Gazze Şeridi ve Doğu Kudüs'te 1967 öncesi
ateşkes hatları dâhilinde bağımsız bir Filistin devletinin kurulmasını da
içeren iki devletli çözümün, süregelen katliama karşı adil ve kalıcı bir çözüm
olduğuna inanıyoruz.
https://morningstaronline.co.uk/article/f/movement-democratic-women-israel-feat
adresinde yayımlanan metinden çevrilmiştir.
Gerçeğin Günlüğü’nü Facebook üzerinden takip etmek için buraya, Twitter üzerinden takip etmek için buraya, blogun Telegram kanalını takip etmek için ise bu bağlantıya tıklayınız.
Pakistanlı yazar Tarık Ali, Filistin direniş güçlerinin El Aksa Tufanı operasyonunun ardından New Left Review için bir yazı kaleme alarak direnişin ve Filistinlilerin kendi kaderini tayin hakkının meşruiyetini vurguladı.
Aralık 1987'de Filistin'de yeni bir intifada patlak verdi ve İsrail'in yanı sıra Arap dünyasının elitlerini de sarstı. Birkaç hafta sonra, yaşlı Suriyeli şair Nizar Qabbani, bugün yozlaşmış, işbirlikçi Filistin (Hayır) yönetimi tarafından temsil edilen eski nesil Filistinli liderleri kınadığı 'Taşların Çocukları Üçlemesi'ni yazdı. Bu üçleme, birçok Filistin kafesinde okundu ve söylendi:
Taşların çocukları
kağıtlarımız dağıldı
elbiselerimize mürekkep döküldü
eski metinlerin sıradanlığıyla alay etti.
Ey Gazze'nin Çocukları
Yayınlarımıza aldırmayın
Bizi dinlemeyin
Biz duygusuz hesaplama insanlarıyız
Toplama, çıkarma
Savaşlarınızı sürdürün ve bizi yalnız bırakın
Biz öldük ve mezarsızız
Gözleri olmayan yetimler.
Gazze'nin çocukları
Yazılarımıza atıfta bulunmayın
Bizim gibi olmayın.
Biz senin idolünüzüz.
Bize tapmayın.
Ey Gazze'nin çılgın insanları,
Deliye binlerce selam
Siyasi akıl çağı çoktan geride kaldı
Öyleyse bize deliliği öğret.
O zamandan bu yana Filistin halkı anlamlı bir kendi kaderini tayin hakkı elde etmek için her türlü yöntemi denedi. Onlara 'şiddetten vazgeçin' dendi. Bir İsrail vahşeti sonrasında yaşanan tek tük misillemeler dışında bunu yaptılar. Yurt içindeki ve diasporadaki Filistinliler arasında Boykot, Tecrit ve Yaptırımlara (BDS) büyük destek vardı: sanatçılar, akademisyenler, sendikalar ve zaman zaman hükümetler arasında dünya çapında ilgi görmeye başlayan mükemmel bir barışçıl hareket. ABD ve NATO ailesi, Siyonist lobi gruplarının yardımıyla İsrail'i boykot etmenin 'antisemitik' olduğunu iddia ederek BDS'yi Avrupa ve Kuzey Amerika'da kriminalize etmeye çalışarak karşılık verdi. Bunun büyük ölçüde etkili olduğu kanıtlandı. İngiltere'de Keir Starmer'in İşçi Partisi, yaklaşan ulusal konferansında 'İsrail apartheid'ından söz edilmesini yasakladı. İhraç edilmekten korkan İşçi Partisi solu bu konuda sessizliğe büründü. Üzücü bir durum. Bu arada Arap ülkelerinin çoğu Washington'a teslim olma konusunda Türkiye ve Mısır'a katıldı. Suudi Arabistan şu anda İsrail'i resmen tanımak için Beyaz Saray'ın arabuluculuğunda müzakereler yürütüyor. Filistin halkının uluslararası izolasyonu daha da artacak gibi görünüyor. Barışçıl direniş hiçbir yere varamadı.
Bu süre zarfında IDF (İsrail Savunma Kuvvetleri) boş vakitlerinde Filistinlilere saldırıp onları öldürürken, birbirini izleyen İsrail hükümetleri de devlet kurma umutlarını sabote etmek için çalıştı. Yakın zamanda, bir avuç eski IDF generali ve Mossad ajanı Filistin'de yapılanların 'savaş suçu' anlamına geldiğini itiraf etti. Ancak bunu söyleyecek cesareti ancak emekli olduktan sonra toplayabildiler. Hâlâ görevdeyken, işgal altındaki topraklarda faşist yerleşimcilere tam destek verdiler; evleri yakmalarına, zeytin tarlalarını yok etmelerine, kuyulara çimento dökmelerine, Filistinlilere saldırmalarına ve 'Araplara ölüm' sloganları atarak evlerinden sürmelerine seyirci kaldılar. Batılı liderler de tüm bu olanlara ses çıkarmadan seyirci kaldılar. Qabbani'nin de dediği gibi, siyasi akıl çağı çoktan geride kalmıştı.
Sonra bir gün, Gazze'deki seçilmiş liderlik karşılık vermeye başlar. Açık hava hapishanelerinden kaçıp İsrail'in güney sınırını geçerek askeri hedeflere ve yerleşimci nüfusuna saldırırlar. Filistinliler bir anda uluslararası manşetlere taşınır. Batılı gazeteciler onların gerçekten direniyor olmasından dolayı şok olur ve dehşete düşerler. Ama neden direnmesinler ki? İsrail'deki aşırı sağcı hükümetin, ABD ve gevşek ağızlı AB'nin desteğiyle acımasızca misilleme yapacağını herkesten daha iyi biliyorlar. Ancak yine de Netanyahu ve kabinesindeki suçluların, halklarının çoğunluğunu kademeli olarak sınır dışı etmesine ya da öldürmesine seyirci kalmak istemiyorlar. İsrail devletinin faşist unsurlarının, Arapların toplu katliamını onaylamaktan çekinmeyeceklerini biliyorlar. Ve buna karşı ne pahasına olursa olsun direnilmesi gerektiğini biliyorlar. Bu yılın başlarında Filistinliler, Tel Aviv'deki gösterileri izlediler ve 'sivil hakları savunmak' için yürüyenlerin işgal altındaki komşularının haklarını umursamadıklarını anladılar. Meseleyi kendi ellerine almaya karar verdiler.
Filistinlilerin maruz kaldıkları kesintisiz saldırıya direnmeye hakları var mı? Kesinlikle var. İki taraf söz konusu olduğunda ahlâki, siyasi ya da askeri bir eşdeğerlik söz konusu değildir. İsrail, tepeden tırnağa ABD tarafından silahlandırılmış nükleer bir devlettir. Varlığı tehdit altında değildir. Tehdit altında olan Filistinliler, onların toprakları ve yaşamları. Batı medeniyeti onlar yok edilirken seyirci kalmaya istekli görünüyor. Öte yandan onlar sömürgecilere karşı ayaklanıyorlar.