Yirmi yedi üyeli Avrupa Topluluğu’nun çoklu karmaşık yapısı ve bu yapının işleyişini düzenleyen Avrupa Parlamentosu, topluluk amaçlarının gerçekleşmesi için çoklu yetkilerle donatılmıştır. Avrupa Birliği’nde yaşanılan ekonomik ve finansal krizler, özellikle 2014’ten sonra pek çok ülkede yabancı düşmanlığı, İslam karşıtlığı ve milliyetçi akımların yükseldiği bir siyasi iklim oluşturdu.
Yazının devamına ulaşmak için tıklayın
Yirmi yedi üyeli Avrupa Topluluğu’nun çoklu karmaşık yapısı ve bu yapının işleyişini düzenleyen Avrupa Parlamentosu, topluluk amaçlarının gerçekleşmesi için çoklu yetkilerle donatılmıştır. Avrupa Birliği’nde yaşanılan ekonomik ve finansal krizler, özellikle 2014’ten sonra pek çok ülkede yabancı düşmanlığı, İslam karşıtlığı ve milliyetçi akımların yükseldiği bir siyasi iklim oluşturdu. 2014 Avrupa Parlamentosu (AP) seçimleri bu dönüşümün ilk belirtilerini verirken, 2019 ve 2024 AP seçimleri Avrupa’daki siyasi dengelerin yeniden şekillendiği kritik dönemler oldu.
22 Mayıs 2014’de sekizincisi yapılan Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarının üye ve üye olmayan ülkeler üzerindeki etkisi yanı sıra 2019 ve 2024 seçim sonuçları arasındaki farkı anlama ve anlamlandırmanın yanı sıra yenidünya düzeninde Avrupa Birliği’nin(AB) nerede olduğunu okuma, oldukça önemlidir. Ve yenidünya düzeninde Avrupa Birliği’ne tam üye olmak için bekleyen Türkiye için AP sonuçlarının ne anlama geldiğini anlamak, tekno-feodal düzende yerini tanımlamada anlamlıdır.
Bu çalışmada, Avrupa Parlamentosu seçimlerinin Avrupa Birliği’nin siyasi yapısına etkilerini ve Türkiye’nin AB üyelik sürecine yansımalarını incelenmektedir. Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları, AB’nin siyasi yönelimlerini belirleyen önemli göstergelerdendir ve Türkiye’nin AB üyelik sürecini dolaylı olarak etkilemektedir
Günümüz küresel düzeni, giderek artan bir şekilde tekno-feodalizm olarak adlandırılan bir yapıya evrilmektedir. Bu düzen, büyük teknoloji şirketlerinin ekonomik ve politik gücünün devletlerin egemenliğini aşarak bireyler ve ulus-devletler üzerinde belirleyici bir hale gelmesiyle karakterizedir. Avrupa Birliği (AB), bu dönüşüm karşısında kendi dijital stratejilerini oluştururken, aynı zamanda Avrupa Parlamentosu seçimleri yoluyla bu sürece yön vermeye çalışmaktadır. AB’nin, veri koruma yasaları (GDPR), dijital piyasa düzenlemeleri ve rekabet politikaları aracılığıyla teknoloji devlerinin etkisini dengeleme çabası, tekno-feodal düzene karşı bir direnç oluşturma girişimi olarak değerlendirilebilir.
Avrupa Parlamentosu, Avrupa Topluluğu’nu kuran Roma Anlaşmasının dördüncü maddesiyle oluşturulmuş olup her üye ülkenin parlamentosundan bağımsız, halkların doğrudan oylarıyla oluşan milletvekillerinden teşekkül etmektedir. Parlamento yasama sürecine katılmakla beraber tarım ve çevre gibi topluluk ortak politikalarında ve katılım anlaşmalarında konseye karar, yönetmelik ve direktif çıkarmalarında, danışman organ olarak görev yapmaktadır. Avrupa Parlamentosu’ndaki milletvekili sayısı başlangıçta 142 iken bugün 751’dir.
Avrupa Parlamentosu kalıcı veya geçici, genel veya özel nitelikte, komitelerden oluşmakta olup bu komitelerin görev alanları, parlamento tarafından belirlenmektedir. Yani, komiteler genel oturumlarda parlamentonun kabul edeceği kararları hazırlamaktadır. Komisyonun teklifleri üzerine, konseyin almış olduğu kararlar, ilgili komiteler tarafından incelenip, parlamentoya rapor edilmektedir.
Parlamento kendi üyeleri arasından bir başkan ve on iki başkan yardımcısı seçer. Bu üyeler “Parlamento Başkanlık Divanını” oluştururlar. Başkanlık Divanı, oturum takvimini ve parlamento bütçesini belirler. Gerektiğinde komisyon kararlarını veto etme yetkisine sahiptir. Keza, bütçe üzerinde de önemli yetkiye sahiptir. AP seçimleri beş yılda bir yapılmakta olup ilk AP seçimi 1979’da yapılmış olup 2014 seçimleri parlamento seçimlerinin sekizincisi, 2019 dokuzuncusu 2024 ise onuncusudur. 2014 seçim sonuçlarında, Avrupa Birliği tarihinde ilk defa muhafazakâr sağ, Avrupa Parlamentosu’nda ezici çoğunluk elde etmiş olup grup kurma girişiminde bulunmuş ancak başarısız olunmuştur. Bu durum önemli olup hem içerik hem de yapılanma anlamında tarihi nitelik taşımaktadır.
Avrupa Parlamentosu’nun karmaşık ve hantal işleyişi nedeniyle büyük gruplar arasında ittifak ve dengenin sağlanması kolay olmamakla beraber bu durum olumsuz olarak değerlendirilmemelidir. Tam tersine bu seçim sonrasında Avrupa Birliği’nin güçlenerek çıktığı bile söylenebilir. Zira 2014 seçim sonuçları, Avrupa Parlamentosu’nda gerek grup kurma gerek partiler arası işbirliğinin sağlanmasının kolay olmadığı ve sistemin işleyişinin önemi ve ciddiyeti bir kez daha belirlenmiş oldu.
Avrupa Parlamentosu’nda çoğunluk, merkez sağ ve sol partilerin elindedir. En büyük grup, 211 milletvekiliyle Hristiyan Demokrat ve Muhafazakârlardan oluşan Avrupa Halk Partisi’dir (EPP). 388 milyon seçmene sahip AB’de Parlamento’nun yetkileri halk tarafından yeterince bilinmese de, ortak politikaların belirlenmesi ve bütçenin oluşturulmasında önemli bir rol oynamaktadır.
Parlamentoda üç ana grup öne çıkmaktadır: yabancı düşmanı partiler, AB karşıtı ulusalcılar ve sol partiler. Ayrıca, EPP dışında Muhafazakâr Reformcular (AECR), Avrupa Sosyal Demokratlar, Avrupa Liberal Demokratlar, Yeşiller, Irkçı Milliyetçiler ve Demokrat Sol Parti olmak üzere yedi farklı siyasi parti yer almaktadır.
Bir siyasi partinin Avrupa Parlamentosu’nda grup kurabilmesi için üye devletlerin dörtte biri ve seçilen yirmi beş üyenin(milletvekilinin) bir araya gelme koşulunun sağlanması gerekli ama yeterli değildir. Diğer bir deyişle grubun oluşmasında yeterli sayının sağlanması ve grup oluşturacak partilerin içerik açısından ortak veya benzer hedeflerin olması veya en azında uzlaşmış olmaları gereklidir. Aksi takdirde sayısal çoğunluk elde edilse bile grup kurmaları olası değildir.
2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde, 751 parlamenter için 388 milyon seçmenin %43’ü oy kullandı. Muhafazakâr sağ partilerin oyları %35 artarken, Avrupa Halk Partisi’nin (EPP) oyları %28.5 azalarak milletvekili sayısı 274’ten 211’e, sosyalistlerin ise 196’dan 189’a düştü. Ancak, muhafazakâr ve sağ eğilimli partiler yeterli çoğunluğu sağlayamadığından grup kuramadı ve mevcut yapı korundu.
2007 küresel finans krizinin 2011’de AB’yi etkilemesiyle artan borçlar, işsizlik ve ekonomik daralma, sağ muhafazakâr partilere desteği artırdı. Avrupa karşıtı söylemler krizle güçlense de, geçmişteki diktatörlük deneyimlerinin hafızalarda taze olması nedeniyle bu eğilim geçici görülmektedir. 2014 seçimlerinde muhafazakâr sağın oy artışı, finansal krizin yarattığı belirsizliğe bağlanmıştır.
2019 AP seçimlerinde Yeşiller ve liberal partiler yükselirken, muhafazakârlar ve sosyal demokratlar oy kaybetti. Ancak bu değişim, parlamentodaki sandalye dağılımını büyük ölçüde etkilemedi ve yeni bir grup kuracak çoğunluk sağlanamadı.
2024 seçimleri ise popülist sağ ve aşırı sağ partilerin güç kazandığı bir tablo sundu. Sağ partiler 160 sandalye kazanarak önceki seçimdeki 130 sandalyeye kıyasla güçlerini artırdı. Ancak bu artış, yeni bir grup kuracak çoğunluğa ulaşmadı ve mevcut siyasi dengeleri tam olarak değiştiremedi. Diğer bir deyişle, sağ partilerin yükselişinin kalıcı bir dönüşüm yaratamadığı, yalnızca sistemi geçici olarak sarstığıdır.
2024 AP seçimleri, göç, iklim değişikliği, ekonomik durgunluk ve Ukrayna savaşı gibi konuların belirleyici olduğu bir atmosferde gerçekleşti. Göç krizinin, özellikle Avrupa’da muhafazakâr ve aşırı sağ partilerin güçlenmesinde büyük bir rol oynadığı görüldü. Artan göç dalgaları, kamuoyunda güvensizlik yaratırken, sağ partiler bu durumu seçim kampanyalarında etkili bir şekilde kullanarak önemli oy kazançları elde etti. Bu durum, seçim sonuçlarının muhafazakârların lehine şekillenmesinde belirleyici oldu.
Avrupa Parlamentosu seçim sonuçları, bu bağlamda yalnızca Avrupa’daki siyasi dengeleri değil, aynı zamanda AB’nin küresel teknoloji düzeninde nasıl bir aktör olacağını da şekillendirmektedir. Özellikle 2014 sonrası seçimlerde yükselen milliyetçi ve korumacı politikalar, dijital egemenlik konusunu daha da önemli hale getirmiştir. Türkiye’nin AB üyelik süreci de bu bağlamda değerlendirildiğinde, tekno-feodal düzende nasıl bir konum alacağı ve AB’nin dijital politikaları ile nasıl uyum sağlayacağı kritik bir mesele olarak ortaya çıkmaktadır.
Diğer taraftan Avrupa Birliği’ne tam üye olmak için bekleyen Türkiye için AP seçim sonuçlarının ne anlama geldiği, Türkiye’nin AP seçimlerinde nerede durduğuna bakıldığında iktidar ve muhalefet partilerinin duruşları cevap niteliğindedir. İktidar partisi olan Adalet ve Kalkınma Partisi(AKP) ile muhalefet partileri olan Cumhuriyet Halk Partisi(CHP),Milliyetçi Halk Partisi(MHP), Barış ve Demokrasi Partisi(BDP), Halkların Demokratik Partisi(HDP) Avrupa Parlamentosuyla olan ilişkileri, siyasetçilerin (iktidarı ve muhalefetiyle) tam üyelik politikalarını belirlediğinden, oldukça önemlidir.
AKP, 2013’te Avrupa Halk Partisi’nden (EPP) ayrılarak Avrupa Muhafazakâr ve Reformcular İttifakı’na (AECR) katıldı. EPP uluslarüstü bir AB yapılanmasını, AECR ise ulus-devlet yapısının korunmasını savunmaktadır. AKP’nin tercihi, AB üyelik sürecine dair çekincelerinin ve otoriter politikalarının bir yansıması olarak değerlendirilmektedir.
2014’ten itibaren Türkiye-AB ilişkileri dalgalı seyretti. AB, Türkiye’deki siyasi ve hukuki gelişmeleri yakından izlerken, üyelik müzakerelerinin askıya alınması gündeme geldi. 2019’da AP, müzakerelerin dondurulmasını önerdi. 2020 sonrası Doğu Akdeniz’deki deniz yetki anlaşmazlıkları ve enerji paylaşımı nedeniyle gerilim arttı. AB yaptırımları gündeme gelirken, NATO ve AB’nin arabuluculuk çabalarına rağmen krizler yaşandı. Suriye politikaları da gerginliği artırırken, dönemsel yumuşama süreçleri de görüldü.
2023 seçimleri sonrasında Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir dönem başladı. AP’de değişen dengeler, göçmen politikaları, gümrük birliği güncellenmesi ve vize serbestisi gibi konular yeniden gündeme geldi. 2024 AP seçimlerinden sonra yeni parlamento, Türkiye’nin tam üyelik perspektifinden çok, AB-Türkiye ilişkilerinin stratejik ortaklık temelinde devam etmesi yönünde bir duruş sergiledi.
Muhalefet partilerinin Avrupa Parlamentosu’ndaki parti veya gruplarda temsilci ve/veya gözlemci bulundurmamaları muhalefet partilerin Türkiye’nin AB’ye tam üyeliğine karşı ilgisiz ya da bilgisiz olduğu şeklinde yorumlanabileceği gibi tam tersi de olabilir. Ve bunun yanı sıra muhalefet partilerin bu konuda pek konuşmadıkları ve/veya yapılan konuşmaların yeterli ve net olmadığıdır.
AP seçim sonuçları açıklandığında AB değişim olacağı ve hatta AB’nin dağılabileceği konusunda spekülasyonlara rağmen durumun öyle olmadığı anlaşılmıştır. Avrupa Parlamentosu seçim sonuçlarını abartılı yorumlamak yerine, bunları demokratik bir sürecin doğal sonucu olarak görmek daha gerçekçi olacaktır. Ancak Türkiye’de iktidar ve muhalefet partilerin Avrupa Parlamentosu’na bakışı ve izledikleri politikalar, ülkenin 61 yılı aşkın süredir neden AB’ye tam üye olamadığını anlamak açısından önemlidir.
Muhalefet partileri, AB üyeliğine destek verdiklerini söyleseler de Avrupa Parlamentosu’nda ne gözlemci ne de üye bulundurma konusunda yeterli çaba göstermemektedir. Bu durum, Avrupa Parlamentosu’nun AB’nin işleyişindeki kritik rolünün yeterince anlaşılamadığını ve Türkiye’nin AB üyelik sürecinde karşılaştığı engellerden birinin de iç siyasi yaklaşım farkları olduğunu göstermektedir.
Avrupa Birliği’nde AP seçimleri sonuçlarına göre muhafazakâr ve milliyetçilik akımların ağırlık kazanmasıyla beraber Türkiye’nin tam üyeliğin bundan sonra daha da zorlaşacağıdır. Türkiye’nin gerek birlik nezdinde gerekse ülke nezdinde hükümetlerin ve muhalefetin AB üyeliğini gerçekten isteyip istemediklerini sorgulamaları ve izlenmekte olan politikaların gözden geçirilmesi gerekmektedir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne tam üyeliği siyasi iktidarların keyfi, otokratik yönetimlerin son bulması anlamına gelirken Türk insanı için kalkınma ve gelişme demektir.
2023 seçimleri sonrasında Türkiye-AB ilişkilerinde yeni bir dönem başladı. AP’de değişen dengeler, göçmen politikaları, gümrük birliği güncellenmesi ve vize serbestisi gibi konular yeniden gündeme geldi. 2024 AP seçimlerinden sonra yeni parlamento, Türkiye’nin tam üyelik perspektifinden çok, AB-Türkiye ilişkilerinin stratejik ortaklık temelinde devam etmesi yönünde bir duruş sergiledi.
2025 itibariyle, Türkiye’nin tam üyelik süreci neredeyse dondurulmuş durumda olsa da, enerji, ticaret ve göç gibi konular üzerinden Türkiye-AB ilişkileri devam etmektedir. Avrupa Parlamentosu’nun güncel politik yapısı ve AB’nin geleceğe dair stratejileri, önümüzdeki yıllarda Türkiye’nin Avrupa ile ilişkilerinin hangi yönde ilerleyeceğini belirleyen en önemli faktörler olacaktır.
17.yüzyılda Merkantilist düşünceye göre ülkelerin ekonomik gücü ve zenginliği uluslararası ticarete bağlıdır. Diğer bir deyişle, ülkelerin zenginliği ve refahı sahip olunan altın ve gümüş gibi değerli maden stokuna bağlı olup bir ülke ne kadar çok değerli maden stokuna sahip ise o kadar zengin olduğudur.
Yazının devamına ulaşmak için tıklayın
17. yüzyılda Merkantilist düşünceye göre ülkelerin ekonomik gücü ve zenginliği uluslararası ticarete bağlıdır. Diğer bir deyişle, ülkelerin zenginliği ve refahı sahip olunan altın ve gümüş gibi değerli maden stokuna bağlı olup bir ülke ne kadar çok değerli maden stokuna sahip ise o kadar zengin olduğudur. O halde, bir ülkenin değerli maden stokundaki artış uluslararası ticaretten alacağı paya bağlı olacağından uluslararası ticareti kolaylaştıran, korumacı ve müdahaleci politikalar sistemin temel taşlarıdır.
Merkantilizm sonrası dönemden günümüze, uluslararası ticarette korumacı politikalar yerine serbest ticaret anlayışı ön plana çıkmış ve zenginlik ile refahın artırılmasında piyasa mekanizmalarının daha etkin olduğu düşüncesi uluslararası iktisatta geniş kabul görmüştür.
Küresel ticarette, değerli maden stoku ile zenginliği tanımlayan korumacı bir sistemden, II. Dünya Savaşı sonrasında, zenginliğin kaynağının serbest ticaret olduğu bir sisteme geçilmiştir. Diğer taraftan serbest ticaret ülkeler arasında sadece gelirin artması değil, aynı zamanda gelirin daha adil bir şekilde paylaşımını sağlar. Bu anlayış, ticaret politikalarının temelini oluşturmuş ve küresel ticaretin liberasyonunda ve ülkelerin ekonomik büyümesinde merkezi bir rol üstlenmiştir.
Yaratılan küresel gelirin (GDP) ülke ekonomileri arasında paylaşımı, ticaretin liberasyonuyla sağlanacağı düşüncesi uluslararası iktisatta kabul görmüş olup ticaret politikaları bu bağlamda oluşmuştur. Küresel ticaretin, istenen büyüklüğe gelebilmesi ancak ve ancak serbest ticaretin düzenlenmesi yanı sıra ticaretin finansmanında kullanılacak finansal enstrümanların yaygınlığı ve kabul görmesiyle olasıdır
Uluslararası iktisat, ulusal ekonomi bağlamında faktör hareketlerinin, emek ve sermaye anlamında, mobil olduğunu, buna karşılık uluslararası bağlamda faktör mobilitesinin olmadığı ve tam rekabet piyasa koşullarının olduğunu varsayar. Ekonomiler arasında sınırların kalktığı ve müdahalenin en aza indirgendiği, serbest piyasa ekonomisinin geçerli olduğu bir dünya ekonomisinde, sermayenin mobil, buna karşılık emeğin mobil olmadığı bir gerçektir. Uluslararası ticaret ve finans piyasalarında ülkeler arasındaki kazanç ve kayıplar bu bağlamda gerçekleşir
Aynı ülkede yaşayan insanlar arasında gerçekleşen mal ve hizmet alım satımına ulusal ticaret olarak adlandırılır. Farklı ülkelerde yaşayan insanlar arasında gerçekleşen mal ve hizmet alım satımına “uluslararası ticaret” adı verilir.
Uluslararası ticaretin liberizasyonu konusunda iki farklı yaklaşım vardır: Bunlardan birincisi “Uluslararası Yaklaşım”, ikincisi “Bölgesel Yaklaşım”dır. Uluslararası yaklaşımın amacı, dünya ticaretini libere etmektir. Ve küresel ölçekte ticaretin serbestleştirilmesini hedefler. Bu yaklaşım ülkeler arasında ticari faaliyetleri ortak kurallar ve standartlar çerçevesinde düzenleyerek, ticaretin önündeki tarifeler, kotalar ve diğer engelleri kaldırmak amaçlanır. Bölgesel yaklaşım, belirli coğrafi bölgelerdeki ülkeler arasında ticaretin serbestleştirilmesine odaklanır. Bu yaklaşımda, bölgesel entegrasyon anlaşmaları aracılığıyla, üye ülkeler arasında ticaretin serbestleştirilmesi ve üye olmayan ülkelere karşı koruma mekanizmaların uygulanması hedeflenir.
Değişen ve gelişen dünyada, bu değişim ve gelişim içinde yerini bulmak isteyen ülke ekonomileri, farklı gelişmişlik düzeylerine göre dünya ticaretinde yerlerini aldılar. II. Dünya Savaşı sonrasında Bretton Woods Anlaşmasının kabulüyle uluslararası piyasalarda Amerikan Dolarının Dünya ticaretinin finansmanında ödeme ve rezerv aracı olarak kabul edilmesiyle Dünya ticaret hacminde gelişim sağlandı.
II. Dünya Savaşı sonrasında Dünya düzeni, özellikle ticaret ve ekonomi alanında, post-kolonyal sistemin etkisiyle şekillenmiştir. Dünya ticaretinin liberasyonu Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması( GATT) gerçekleşmiştir. Neo- liberal politikaların uygulanmasıyla beraber GATT’ın yerini, daha geniş fonksiyonlarla donatılmış olan, Dünya Ticaret Örgütü (WTO), almıştır. WTO, çok taraflı ticaret anlaşmalarıyla küresel ticaretin liberalleşmesini desteklerken, aynı zamanda ülkeler arasındaki ticari anlaşmazlıkların çözümü için bir platform görevi görmektedir.
Bununla birlikte, küresel ticaretin serbestleşmesi ve ekonomik entegrasyon süreci, ülkeler arasındaki gelir eşitsizliklerini derinleştirmiştir. Post-kolonyal sistem, sömürgecilik döneminden miras kalan ekonomik yapıların sürdürülmesine yol açarken, bu durum ülkeler arasındaki gelir farklarının büyümesine zemin hazırlamıştır.
Uluslararası ekonomik düzenin temel taşları olan IMF (Uluslararası Para Fonu), IBRD (Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası, yani Dünya Bankası) ve WTO gibi kuruluşlar, ekonomik istikrar ve kalkınmayı teşvik etme amacı taşımakla birlikte, sıklıkla gelir eşitsizliklerini pekiştiren politikaları nedeniyle eleştirilmiştir. Bu kuruluşların izledikleri politikalar, özellikle gelişmekte olan ülkelerin doğal kaynakların sömürülmesi ve finansal bağımlılıkların artmasına yol açarak ekonomik eşitsizliklerin sürekliliğine katkıda bulunmuştur.
Dünya GDP’sinin ülke ekonomileri arasında paylaşımı ülke ekonomileri arasında gelir farklılıkları olarak gerçekleşmiştir. Post-kolonyal sistemin mirası olan gelir farklılıkları yanı sıra, neoliberal politikalarla şekillenen uluslararası ticaret ve finansal yapılanmalar, küresel gelir farklılıklarının hem derinleşmesine hem de yapısal hale gelmesine neden olmuştur. Kısacası IMF, IBRD, WTO gibi uluslararası ekonomik ve finans kurum ve kuruluşlarca desteklenen politikalarla sistemin yapılandırılmasıyla ülke ekonomileri arasındaki gelir farklılıkları desteklenmiştir.
Avrupa Birliği bölgesel yaklaşıma örnek olarak verilebilir. Diğer bir deyişle Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin kendi aralarında yaptıkları düzenlemelerle birlik içinde ticarette serbestliğin gerçekleşmesine karşılık birliğe üye olmayan ülkeler karşı konulan tahditler, vergiler ve sınırlamalarla birlik pazarı korunur. Keza Amerika Birleşik Devletleri ile Kanada arasında yapılan anlaşma taraflar arasında serbest ticareti kapsamaktadır. Çin ve Japonya başta olmak üzere on beş Asya–Pasifik ülkeleri arasında yapılan “bölgesel kapsamlı ekonomik ortaklık” (RCEP) anlaşması ve Güney Amerika Ortak Pazarı (MERCOSUR) bölgesel yaklaşıma birer örnektir. Bunun yanı sıra, Türkiye ile İngiltere arasında yapıla yeni nesil serbest ticaret anlaşması da bölgesel yaklaşıma verilecek başka bir örnektir. Örnekleri çoğaltmak olasıdır.
Kolonyal sistemin kurallarının yeniden belirlenmesiyle oluşan post kolonyal sistemde müdahaleci ve korumacı uygulamalar, gümrük birlikleri ve Serbest Ticaret Anlaşmalarıyla (STA) piyasada yerini almıştır. Sonuçta, post-kolonyal sistemin mirası ve neoliberal politikalarla şekillenen uluslararası ticaret ve finansal yapılar, küresel gelir farklılıklarının hem derinleşmesine hem de yapısal hale gelmesine neden olmuştur.
Sermayenin mobilitesi, bir taraftan sermaye piyasasının gelişmesi ve derinleşmesini diğer taraftan reel piyasanın rasyonalize olması ve özgürleşmesini sağlar. Finansal piyasalarda gelişme ve bu gelişmeye uyumun küresel ticaretin finansmanında sermayenin mobilitesi, bir yandan sermaye piyasalarının gelişmesini ve derinleşmesini, diğer yandan reel piyasanın rasyonelleşmesini ve özgürleşmesini sağlar.
Bu süreçte, finansal piyasaların gelişimi ve bu gelişmelere uyum sağlama çabası, küresel ticaretin finansmanında Amerikan dolarına alternatif olarak bitcoin gibi merkeziyetsiz dijital para birimlerinin kendine yer bulmaya çalışmasını beraberinde getirmektedir. Ancak, post-kolonyal sistem, merkeziyetsiz para birimlerinin önündeki en büyük engellerden biridir. Çünkü merkeziyetsiz bir sistemin gerçekleşmesi, Amerikan dolarının küresel ticaretteki hâkimiyetinin sona ermesi ve ticaretin daha bağımsız bir yapıya kavuşmasını gerektirir.
Ülkelerin uluslararası ticarette yer alması reel piyasaların gelişimi ile olasıdır. Reel piyasaların gelişimi, ancak ve ancak kolay ve ucuz finansmana erişim ile olasıdır. Ancak günümüzde, finansal piyasa ile reel piyasa arasındaki dengenin bozulduğu bir uluslararası ekonomik sistem mevcuttur Küresel finansallaşmada yerini alamayan ekonomiler sermaye birikimini gerçekleştiremediğinden reel piyasaları gelişemez. Gelişmişlik derecelerine bakılmaksızın ülkelerin dünya ticaretinden pay alma kavgasıyla yapılan uluslararası ticaretin gerisinde yatan temel neden süper güç olma sevdasıdır. Bu mücadele, küresel ticaretin ekonomik ve politik bir yarış alanı haline gelmesine neden olmaktadır.
İktisadi ve sosyal krizlerin ülke ekonomileri üzerindeki sarsıcı ve yıkıcı etkilerini minimize etmek ve post kolonyal sistem içinde korumacılığın serbest ticaretin yerine almaya başlamasıyla yeni nesil ticaret anlaşmalarının önemi giderek artmaktadır. Serbest ticaret anlaşmaları mal hareketleri yanı sıra hizmetleri kapsayacak biçimde yapılanmaktadır.
Taraflar arasında yeni nesil serbest ticaret anlaşması imzalandıktan sonra anlaşmaya dahil olan ülkelerde üretilen ve tüketilen mal ve hizmet demetleri anlaşma öncesine göre farklılaşmaktadır. Serbest ticaret anlaşmasına taraf olan ülkeler arasında kaldırılan tarife ve kotalar gibi her türlü kısıtlayıcı önlemler taraflar arasında serbest ticareti doğurur. Serbest ticaret anlaşması dışında kalan ülkelere karşı ortak bir vergi ve/veya tarife sistemi uygulanır. Dolayısıyla serbest ticaret anlaşmasında, serbestlik ve koruma iç içedir.
Nihayetinde, serbest ticaret neticesinde dünya refahında (iktisadi kalkınma) iyileşme sağlanacaktır. Ve serbest ticaret anlaşması dışında kalan ülkelere uygulanan tarifeler, ticaret anlaşmasına dahil olan ülkeler arasında hem ticaret hacmi hem de refah artacaktır. Anlaşma dışında kalan ülkeler için aynı şeyi söylemek olası değildir.
Üretim hacmindeki artış büyümenin ifadesidir. Kalkınma ise, gelişmiş ülkelerdeki egemen ulus devletlerin gerek ekonomik gerek siyasi gerekse sosyal alanlarda yüksek gelişmişlik düzeyi fikrine dayalı refah devleti anlayışının ana prensip olarak benimsenmesi ve uygulanmasıdır.
Yazının devamına ulaşmak için tıklayın
Üretim hacmindeki artış büyümenin ifadesidir. Kalkınma ise, gelişmiş ülkelerdeki egemen ulus devletlerin gerek ekonomik gerek siyasi gerekse sosyal alanlarda yüksek gelişmişlik düzeyi fikrine dayalı refah devleti anlayışının ana prensip olarak benimsenmesi ve uygulanmasıdır.
Ulusal anlamda gerçekleşen hızlı bir sermaye birikim süreci ile ortaya çıkan iktisadi büyüme ekonomik, sosyal, politik ve yapısal değişimlerin gerçekleşmesini sağlıyorsa kalkınmanın büyümeye eşlik ettiği söylenir. Diğer taraftan kalkınma, paylaşım ve bölüşüm sorunuyla da ilgilenir.
Tarımda ürün miktarı ve çeşitliliği tarımsal üretim olarak tanımlarsak tarımsal kalkınmayı tarımda yaratılan gelirin tarımsal faktörler arasında paylaşımıdır. Keza kalkınmayı yaratılan katma değerin tarımda kalması olarak ifade edilmektedir. Yaratılan katma değerin tarımsal üreticilerin (çiftçilerin) refah ve yaşam standardında sağladığı iyileşme tarımsal üretimi sürdürülebilir kılmanın olmazsa olmaz koşuludur.
İklim değişiklikleri ve kuraklık, tarımsal üretim ve gıda güvenliği için ciddi tehditler oluşturmaktadır. Bu zorlukların üstesinden gelmek için yerel ve global düzeyde etkili politikaların uygulanması, sürdürülebilir tarım uygulamalarının benimsenmesi ve su kaynaklarının verimli kullanımı, hayati öneme sahiptir.
Bilim adamları, ekonomistler ve tarım uzmanları, politika yapıcılarını ve toplumu bilgilendirmek ve geleceğin tarım politikalarını şekillendirmek için çalışmalara devam etmektedir. Diğer bir deyişle, iklim değişikliklerine uyum sağlamak, kuraklıkla mücadele etmek ve tarımsal üretimi sürdürülebilir bir şekilde devam ettirmekle mümkün olacaktır.
Kuraklık ve su kıtlığı bir dizi faktör nedeniyle meydana gelir. Su kıtlığının en büyük itici güçlerinden biri kuraklıktır. Bugün, dünya nüfusu sekiz milyar insandan oluşmakta olup iki milyar nüfusun gıdaya ve suya erişimi mümkün değildir. İklim değişikliğinden kaynaklanan su stresi nedeniyle artan su talebine ve gıda yetersizliğine (açlığa) çareler aranmaktadır.
Diğer taraftan kentleşme ve hane halkları için tatlı su talebindeki üstel artış, özellikle güvencesiz su kaynağı olan bölgelerde, su kıtlığının çözümsüzlüğünün altı çizilmektedir. Su kaynaklarının güvencesiz olduğu bölgelerde, mevcut kaynakların verimli bir şekilde yönetilmemesi, su kıtlığının çözümsüzlüğünü daha da belirgin hale getirmektedir. Bu nedenle, sürdürülebilir su yönetimi politikalarının geliştirilmesi, hem tarımsal üretim hem de temel insan ihtiyaçlarının karşılanması açısından hayati önem taşımaktadır.
Yenileyici tarım, tarımsal üretimin neresinde yer alacak. Yenileyici tarım son yıllarda küresel ısınmayla beraber hakkında sıkça bahsedilmektedir. Yenileyici (rejenerif) tarım, ekili alanlardaki toprak koşullarını iyileştiren uygulamalar için genel bir terimdir. Yenileyici tarım doğal kaynakları koruma, toprak verimliliğini artırırken su yönetimi sağlamak odaklı tarımsal üretim yaklaşımıdır.
Kapsamlı olmasa da, rejeneratif uygulama örnekleri arasında sentetik, pestisitlerin ve gübrelerin kullanımının azaltılması, daha az sıklıkta topraklama ve örtü kırpma sayılabilir. Diğer bir deyişle tarımda toprak ve su yönetimi ve de biyo-çeşitliliği canlandırmaya yönelik uygulama ve metotlardır.
Diğer taraftan, rejeneratif tarım, geçmişten bugüne yıllarca tarımda uygulanan geleneksel yöntemlerin toprağın niteliğini mineraller ve tuzlar anlamında besin maddeleri tükenen toprağın niteliğini iyileştirmeyi amaçlamaktadır. Ve mikrobiyolojik makyajının yeniden başlatılmasıyla verimlilik artışı elde edilebileceği ifade edilmektedir.
Çiftçilerin rejeneratif uygulamalara geçerken, toprağa yaşam ve nitelik sağlayacak organik kompostlama teknikleri gibi biyo-uyarıcılar lehine kimyasal bazlı uyarıcılardan uzaklaşacaklardır. Rejeneretif tarım uygulamalarına geçen çiftçilerin üretim yaptığı çiftliklerde kesintisiz üretim ve tarımda sürdürülebilirliği sağlanabilir. Bu çiftlikler aynı zamanda rejeneratif çiftçiliği içeren tarım uygulamaları, geleneksel tarıma örnek olacaktır. Diğer bir deyişle tarımda sürdürülebilir arazi kullanımı gerçekleşecektir.
Bu tür tarım arazileri, daha fazla habitat çeşitliliğini ve daha zengin tarım dışı tür çeşitlerini destekleyecektir. Çeşitli tarım manzaraları, tipik olarak küçük ölçekli aile çiftliklerinde yetiştirilen çok çeşitli mevsimlik ürünler üzerine kurulmuş daha fazla yerel ve bölgesel gıda ekonomisini teşvik edebilir. Bunlar, tarımsal bölgelerin daha geniş bir bölümüne ekonomik faydalar sağlayacaktır.
Tarımda sürdürülebilir bir üretimin ve belirlenen politikaların uygulanmasını, ürün gıda arzının garanti edilebilirliği ve gıda güvenliğinin sağlanması yanı sıra gıda çeşitliliğin sağlanması ile olası olup üretimi gerçekleştirirken üretilecek ürünlerin, su tüketimi bağlamında, toprak ve su yönetimi birlikte ele alınıp senkronize edilmelidir. Aksi takdirde, toprak kaybı ve su israfıyla karşı karşıya kalınır. Bütün bunlar yenileyici tarım çerçevesinde ele alınmalıdır.
Tarımda sürdürülebilirliğe, organik tarımsal üretim cephesinde bakınca, durumun daha ciddi ve kontrollü ele alınması gerekir. Zira organik tarım ve teşvikleri çevresel politikalarla uyumlu ve dengeli bir yapı oluştururken su yönetimi, sorun çıkarabilir. Organik tarımsal üretim ve su kullanımı, verimlilik açısından değerlendirildiğinde açlık ve susuzluğun ve de küresel ısınmanın varlığı organik tarım yapılacak ürün seçiminde iki kere düşünmek gerektiği gibi, bazen de üretim yapmamak rasyonel bir tercih olabilir.
Suyun ve toprağında kıt olduğu düşünülünce doğal kaynakların en uygun kullanımını belirleyecek tarımsal üretim politikalar oluşturmalıdır. Özellikle tropikal ürünlerin üretiminde daha seçici olunmalıdır. Su yönetimi ne kadar önemliyse, toprak da o kadar önemlidir. Zira üretim toprakta yapılıyor. Tarımda üretim politikaları belirlenirken toprak ve suyun ikame edilebilir olmayıp tamamlayıcı olduğu unutulmamalıdır.
Diğer taraftan kimyasal gübre ve pestisit gibi maddelerin kullanımını azaltarak verimlilik artışı temel hedef olunca iki milyar aç insanın karnı nasıl doyacaktır? Daha da önemlisi küresel piyasalarda yaşanan fiyat artışları gıdaya erişimi giderek zorlaştırmaktadır. Yenileyici tarım anlamında bu yöntemin getirisi götürüsü iyi analiz edilmelidir. Açlık ve susuzluk her geçen gün giderek artmaktadır.
Yenileyici tarım ve organik tarımsal üretimin, tarımda büyük ölçekli üretim yerine kullanımının, kıt su ve toprak karşısında, üreticileri ve tüketicileri baskılamaktadır. Ve bu konuda karar vereceklerin, moda üretim yöntemleri ve daha sağlıklı metotlar yerine rasyonel üretim yöntemleri tercih etmelidirler.
Belirlenen hedefler doğrultusunda amaca ulaşırken seçilecek yöntemleri, toprak ve suyun kıt olduğu ve artan gıda talebini mevcudiyeti bağlamında değerlendirmeli ve bu konuda çok titiz olunmalıdır. Bu durumun ulusallıktan öte küresel bir sorun ve bu sorunun küresel bağlamda çözümünün rasyonel olması gerektiği unutulmamalıdır.
Yerel ve bölgesel ekonomilere vurgu yapan gıda üretimi, işlenmesi ve tedariki tüketicilere fayda sağlayacaktır. Daha çeşitli gıda kaynakları bağırsak mikrobiyomun çeşitliliğini artırabilir. Buna karşılık, sanayileşmiş gıda sistemi gıdaları ucuz ve bol hale getirmiştir, ancak çevre ve insan sağlığı için bir maliyete sahiptir. Yerel olarak üretilen ve mevsimlik gıdalar daha pahalı olabilir, ancak hükümetlerin fiyatları düzenleme ve yerel ve bölgesel gıda ekonomilerini teşvik ve destekleriyle gıda fiyatları uygun olabilir.
Hükümetler, gıdaları sağlık ve çevre yanı sıra kamu sektörü ekonomisinin ayrılmaz bir parçası olarak görmelidirler. Aksi takdirde endüstriyel tarımdan vazgeçmek zor olacaktır. Desteklenmeyen ve teşvik edilmeyen yerel ve bölgesel tarımın endüstriyel tarımın karşısında var olabilmesi çok zordur. Var olsa bile tarımsal ürüne erişim çok zor olur.
Sonuçta, çeşitliliğe dayalı bir gıda sistemi çevresel faydalar sağlayabilir, iklim güvenlik açıklarını azaltabilir, sağlık ve refahı artırabilir. Ve aynı zamanda yerel ve bölgesel gıda ekonomilerini dönüştürebilir ve toplumdaki insanlar besleyici ürünlere güvenli erişim destekleme ve korumanın mevcudiyeti altında sağlayabilir. Aksi takdirde endüstriyel tarımın girdabından kurtulmak zor olacaktır.
Diğer taraftan endüstriyel tarım, yüksek üretim kapasitesi ile kısa vadede çözüm sunarken, yenileyici tarım uzun vadeli sürdürülebilirliği garanti edecektir. Bu da endüstriyel tarımdan kopmayı beraberinde getirecektir. O zaman, endüstriyel tarım bu tip düzenlemelerin neresinde yer alacaktır. En çok tartışılan ve çözüm aranan nokta burasıdır.
Gıda ürünlerinin çeşitliliği, yerel işletmeler aracılığıyla yürütülen çeşitli gıda işleme ve paketleme teknolojilerini gerektirecektir. Buda paketleme gibi teknolojilerin endüstriyel tarımından yenileyici tarıma geçişte kullanılabilir. Bütün bunlar tespit edilip, yetersizlikler belirlenip sistemin işleyişinde ortaya çıkabilecek sorunların önüne geçilerek gıdaya erişimde hedefe ulaşılabilir.
Diğer taraftan çok çeşitli mahsul, sebze, meyve ve et ürünlerinin depolanması, dağıtımı ve taşınması, küresel tedarik zincirlerine bağlı büyük süpermarketlerin aksine daha fazla yerel işletmeyi destekleyen bir altyapının kurulması ile sistemin işleyişi desteklenmelidir.
Merkez bankaları uyguladıkları politikalarda, düzenlemelerde bağımsız olup özellikle devletin izlediği para ve maliye politikaları bağlamında para ve finans piyasasının istikrarını sağlayacak para, kambiyo ve kur politikalarını belirler ve izlerler.
Yazının devamına ulaşmak için tıklayın